Görüş

Barış Terkoğlu yazdı: Türk medyası için iyimser bir yazı

Fotoğraf: İsa Terli / AA

Bir katilin cinayet tanıklarını düşman sayması gibi, yozlaşmış iktidar da gazeteciyi düşman kabul eder. Türkiye’de gazeteci, kamuoyu ile etkileşim kurabiliyor. Kanaat oluşturabiliyor. Bu da onu hem bir güç, hem de hedef hâline getiriyor. Bitmeyen baskının altında kuşkusuz bu başarı yatıyor. 

Biliyorum; Türkiye’de basın özgürlüğünden bahsetmek, trafik kazalarından ya da salgın hastalıklardan bahsetmek kadar sıradan bir mesele. Konu, çoğu zaman tutuklu gazetecilerin sayısıyla ya da basın indekslerindeki sıralamalarla anlatılıyor. Eğer sorunun bir yerinde değilse, dinleyenler için pek de fazla bir şey ifade etmiyor. Açık ki, gazeteciler için yapılan yürüyüşler, toplantılar, açıklamalar ilgi de görmüyor. Oysa hava durumunun bile kamuyla ilgisi var. Eksik kalırsanız şemsiyesiz yağmura yakalanırsınız. Buna rağmen medyasız kaldığında neleri kaybedeceğini topluma anlatamıyoruz.

Peki biz bu noktaya nasıl geldik?

Kuşkusuz gazetecinin kovulmasının, sürülmesinin, tutuklanmasının hatta öldürülmesinin bir nedeni var. Gazeteci yazdığı yazıyla, yaptığı haberlerle kamuoyunu etkiler. Hatta bir kamuoyu yaratır. Yolsuzluklar ortaya çıktıkça yolsuzluğa karşı tepki gelişir. Hukuksuzluk anlatıldıkça adalete talep artar. Son yıllarda kadınlara yönelik suçlara karşı bir toplumsal tepkiyi gazetecilerin haberleri oluşturmadı mı?

Yarattığı tepkiyle kamuoyu yaratan gazetecinin işte bu nedenle çıkar gruplarıyla, güç sahipleriyle arası iyi olmaz. Bir katilin cinayet tanıklarını düşman sayması gibi, yozlaşmış iktidar da gazeteciyi düşman kabul eder. Onu ortadan kaldırmaya çalışır.

Türkiye’de tam da bu oldu. Hem ‘gazeteci’ye, hem ‘kamuoyu’na kast edildi!

Doğalgaz haberinden çıkan kriz

İsmail Küçükkaya, Akşam gazetesinin genel yayın yönetmeniydi. Merkez medyanın tam merkezindeydi. Yönettiği gazetede her görüşten insan vardı. O dönem başbakan olan Tayyip Erdoğan’ın uçağına binebiliyor, ona soru sorabiliyordu.

Küçükkaya,“Fikri Hür Vicdanı Hür” isimli anı ağırlıklı kitabında yaşadıklarını anlatıyor. 20 Aralık 2008’de “Doğalgazı kıstık, seçim kömürüne yüklendik: Bedava zehir” manşetinin gazetenin hikâyesini nasıl değiştirdiğini okuyoruz. Kömür yardımlarının büyükşehirlere hava kirliliği olarak geri döndüğünü anlatan belgeli haber, Erdoğan’ın tepkisini çekti. Kürsüye çıkan Erdoğan, gazetenin patronuna seslendi: “Yazıklar olsun. Ya gazeteni kapatacaksın ya da yalan yazmayacaksın.” 

“Mehmet Emin Bey ilk defa o gün arayarak kibar bir şekilde yanıt vermememi rica etti” diyor Küçükkaya. Ancak yine de bu tavsiyeye uymadığını anlatıyor. “Sayın Başbakan, biri sizi yanıltmış. Üzgünüm. O eve biz bir daha gittik. Gelin beraber de gidelim” diyen Küçükkaya, haberinin doğru olduğunu kanıtladığı hâlde durum değişmedi. Önce gazetenin sahibi olan sermayeyle birlikte gazeteye el kondu. Ardından Küçükkaya, gazetesine veda etmek zorunda kaldı. 

Tren kazasının asıl nedeni

Cüneyt Ülsever, uzun yıllar “medyanın amiral gemisi” olarak tanımlanan Hürriyet gazetesinin yazarıydı. Liberal dünya görüşünden geliyordu. 28 Şubat sürecinde askerle mesafeliydi. O dönem hapishanede bulunan Erdoğan’ı ziyaret edecek kadar bugünkü cumhurbaşkanıyla yakın bir ilişkisi vardı. Öyle ki Erdoğan hapisten çıktığı gün Ülsever’e “abi” diyor, ondan kendisini geliştirmek için kitap önerileri istiyordu. 2002 yılında iktidara geldiğinde Hürriyet adına onunla ilk söyleşiyi Ülsever yapmıştı. İktidarın ilk yıllarında iki isim arasındaki ilişki beklenmedik şekilde gerildi.

Anılarını konuştuğumuz bir röportajda kopuş öyküsünü şöyle anlattı:

“İlk olarak hızlı tren kazasıyla benim içime kurt düşmeye başladı. Çok net öğrendim ki hızlı trenin emrini veren kendisidir. Kendisine teknik olarak o raylar üzerinde belli bir hızın üzerinde gitmenin mümkün olmadığı raporlarla söylendiği hâlde ‘ben emrediyorum’ diyen kişidir.”

41 insanın öldüğü kaza, Ülsever’in Erdoğan eleştirilerinin yükseldiği günlerde olmuştu. Ancak ikinci bir olay daha aktarıyor: 

“Özel olarak bir kopuş noktamız daha var. NATO’dan ayrılmak istediklerini yazdım ben. O yazının ertesi günü Milliyet’le toplantısında Başbakan bana ‘hain’ dedi. Çünkü şuna inanıyordu; odasında dinleme aletleri var ve oradaki konuşmalar CIA tarafından elde edildi, CIA da bana verdi. Halbuki bunu söyleyen Ömer Çelik’ti. Ömer Çelik, ‘yapılan sohbetlerde bu konuşuluyor’ diye AKP’lilere anlatıyor, onlar da bana anlatıyor.”

Ülsever, kovulmadan önce gazetenin görevlendirdiği sansürcü tarafından her gün aranarak yazılarının nasıl değiştirildiğini anlatıyordu. Sansüre öyle alışmıştı ki bir gün yazısı değiştirilmeyince sansürcüsünü arayarak “bugün yazımı değiştirmeyecek misiniz” diye soruyordu. Bir kesim üzerinde etkili bir yazar olarak yazıları nihayete erdirildi.

Seçimlere kadar ara

Kadri Gürsel, Milliyet gazetesi yazarıydı. Gürsel, Demirören Grubu’nun gazeteyi satın alışıyla birlikte hızla merkez medyadan uzaklaştırıldı. “Ben De Sizin İçin Üzgünüm” kitabında bu kopuşun hikâyesini anlattı. “Acı olan, kan kaybının gazetenin yeni sahibi tarafından tasarlanarak yönetilmesiydi” sözleriyle bizzat Milliyet’in beyin ölümünün patron tarafından gerçekleştirildiğini anlatıyordu.

2015 yılında, 7 Haziran seçimleri arifesinde, patron Erdoğan Demirören, Kadri Gürsel’i Milangaz binasındaki ofisine çağırmıştı.

“Ahlâksız bir teklifte bulundu bana Demirören. Saydım; hem de tam beş kere” diyen Gürsel, “teklifi” kitabında şöyle anlatıyor: “Yazarlık egonuzu aşağıya çekemiyorsanız, 7 Haziran seçimlerine kadar yazılarınıza ara vermeyi düşünür müsünüz?” 

Demirören, iktidarla Gürsel’e ilişkin konuşmaları ele veren şu ifadeleri de kullanıyordu: “Ankara’daki görüşmelerimde adınız üç kez geçti ama ben hakkınızda bir şey yapmadım.”

“Türkiye ancak otoriter rejimle kalkınır” diyen Demirören, yazarından beklentisini şöyle anlatıyordu: “Eleştirin de tatlı tatlı eleştirin.” 

Sorun seçimlerdi. Patron yazarından iktidara oy kaybettirmeyecek yazılar bekliyordu.

“Medyada yeni döneme ayak uydurabilen arkadaşlarımız kalacak, ayak uyduramayanların varlığı son bulacak” sözleriyle Kadri Gürsel’i uğurlayan Demirören bir süre sonra yazarını işsiz bırakıyordu. Bunu Gürsel’in Cumhuriyet gazetesinde yazarken hapsedilişi takip edecekti.

‘Vatandaşlıktan çık’ kampanyası

Bekir Coşkun eski fıkra yazarlığı geleneğinin belki de son temsilcilerinden biri. Ayrıca en açık sözlülerinden. Hürriyet gazetesinde iktidara karşı belki de en sert eleştirileri kaleme alıyordu. Kuşkusuz Türkiye’nin en çok okunan, en çok paylaşılan yazarlarından biriydi Coşkun. İnternet sitesi yönetenlerin ortak kanaatidir. Bir Bekir Coşkun yazısı sosyal medyada saniyeler içerisinde binlerce kez paylaşım alabilir. 

Abdullah Gül’ün 2007 yılında Cumhurbaşkanı olmasının ardından “O benim ‘cumhurbaşkanım’ olmayacak…” başlıklı yazıyı kaleme aldı. Toplumun bir bölümünün hissiyatını anlatıyordu. Erdoğan bu yazıya “Önce vatandaşlıktan çıkması lazım” yanıtını vermiş ve Türkiye’yi terk etmeye çağıran bir kampanyanın fitilini ateşlemişti.  

“Başın Öne Eğilmesin” onun kopuş öyküsünü anlattığı kitabıydı. Böyle etkili bir yazar, tehditlerin ardından bu kez sansür ile terbiye edilmeye çalışıldığını o kitapta şöyle anlatıyordu:

“2009 yazı… Ağustos ayı… O gün öğleden sonra (dönemin Hürriyet Ankara Temsilcisi) Enis Berberoğlu telefonla aradı. ‘Sana bir şey söyleyeceğim, Kayserili’ye bir süre dokunma…’ dedi. (…) ‘Geçenlerde de bana Manisalı’ya dokunma (AKP’nin üçüncü adamı Bülent Arınç’a) demiştin… Manisalı, Kayserili, Rizeli… İyi de bu Urfalı ne yapacak bu gidişle, devamlı kedileri mi yazacak?”

Sonun geldiğini nasıl anladığını ise şöyle yazıyordu:

“Aydın Doğan sıkıntılı ve üzgündü. Çok kötü şeyler olduğunu hemen anladım. Sigarayı bırakmıştı, bana ‘Kendine bir sigara yak’ dedi. Tüm bunlar kötü işaretlerdi. (…) Siyasi iktidarın baskısından bıkmış ve bezmişti. Aydın Bey’e bir ara ‘Size tasfiye edileceklerin listesi geldi mi’ diye sordum. ‘Geldi’ dedi. Listede ikinci sırada ben vardım, üçüncü sırada Oktay Ekşi… Anladım ki Cumhuriyet’in tüm kurumlarını yerle bir etmek isteyen iktidar, ‘boğma telini boynuna dolamıştı’ patronun.”

Türk medyası için iyimserlik zamanı

Hava kirliliği, tren kazası, NATO üyeliği ya da seçimler…

4 ayrı yazarın 4 ayrı öyküsü birbirine benziyor. İktidarın rahatsızlığı, patronun uyarısı, engellemeler ve nihayetinde işsizlik.

Oysa bu trajik görünen çizgide bir iyimser gerekçe var. Türkiye’de gazeteci, belki seçmen davranışlarını değiştiremiyor, belki iktidarların kaderini tayin edemiyor. Ancak kamuoyu oluşturabiliyor. İktidarların politikalarını etkileyebiliyor. Bu da onu hem bir güç hem de hedef haline getiriyor. Şartlar ne olursa Türkiye’de medya, kamuoyu ile etkileşim kurabiliyor. Kanaat oluşturabiliyor. Bitmeyen baskının altında kuşkusuz bu başarısı yatıyor. 

Hatırlayın…

Erdoğan, “Böyle bir manşeti atamazsınız, atmamanız gerekirdi. Neymiş gazetecilik yapıyorlarmış. Böyle gazetecilik yapıyorsan, batsın o gazetecilik” sözlerini ne zaman söyledi? 

Cevap: PKK ile hükûmet arasındaki görüşme tutanakları basına düştüğü ve Türkiye bu nedenle çalkalandığı zaman.

“Partimin mensupları olarak yalan yanlış haberleri yapan medyaya karşı sizler de kampanyanızı yapın, bu gazeteleri evlerinize sokmayın” çağrısını ne zaman yaptı? 

Cevap: Doğan grubu Deniz Feneri skandalını açık edip günlerce meseleyi tartışılır kıldığı zaman. 

“Bedelini çok ağır ödeyecek” tehdidini kime karşıydı? 

Cevap: YGS’deki şifre skandalını yazan köşe yazarına.

Hemen hepsi etkili olmuş, toplumda karşılık bulmuştu…

Türk medyası kendi geleceğinin ateşinde

Ortaçağ’ın güçlü cinsel içerikli hikâyelerini okurken şaşırıyoruz. Decameron’u eline alan mahkeme, müstehcen sayılan kısımları değil; azizlerin ve rahiplerin isimlerini, bir sorgucunun ikiyüzlülüğünü anlatan bölümü makaslamıştı. Mahkemenin Boccaccio’nun eserine ilişkin en büyük kaygısı, bizzat kendisinin eleştirilmesiydi. Rabelais’in Gargantua ve Pantagruel gibi eserleri de müstehcenliğinden dolayı değil, Kilise’ye yönelttiği eleştirilerden dolayı yasak listesindeydi. Dante’nin “Monarşi Üzerine” incelemesi Papa’ya karşı İmparator’u övdüğü için kilisenin yasak listesine girmişti. Kısacası ağır Ortaçağ sansürü bile aslında iktidarın tehlike saydığını hedef alıyordu. İlkesi, niyeti, hedefi buydu. Galileo’yu mahkemeye çıkaran, Ortaçağ’ın dua edenlerinin, Galileo’nun tezleriyle iktidarlarının sallanacağına ilişkin korkularıydı. 

Ortaçağ’dan bu yana baskıcının kafası değişmedi. Onun sorunu kendi iktidarının oturduğu koltuğun ayağının zayıflığıydı. Bu nedenle yazardan da hep kendi düzenini ebedi kılacak satırlar yazmasını bekledi. Yazara şekil verirken halkına da şekil vereceğine inandı. Ama başaramadı. Yazar şekil almadı, halk da…

Medyanın geleceği için bir iyimserlik üreteceksek başlangıç noktası işte burası olmalı. Türk gazetecisi, varlığını ölümsüz kılan ateşin içinde yanıyor. Kendisi bile farkında olmasa da çektiği çileler aslında onun gücüne hediye edilmiş karşılığın bedeli. 

Bu kış bitip bahar geldiğinde birbirimize elbette yaşanmışlıkları anlatacağız. Ama asıl unutmamamız gereken, başımıza gelenlerin iyi bir sebebi vardı: Çünkü dokunduğumuz yerde iz bırakıyorduk!

Bu yazı ilk olarak Türkiye Gazeteciler Sendikası ile Medya ve Hukuk Çalışmaları Derneği’nin Ocak 2021’de yayımladığı “Özgür Basın” dergisinde yer aldı. Tüm yazılara Özgür Basın sayfasından erişebilirsiniz.

Barış Terkoğlu

İstanbul Üniversitesi Makine Mühendisliği bölümünden mezun oldu. Marmara Üniversitesi'nde Ortadoğu Siyasi Tarihi ve Uluslararası İlişkiler yüksek lisansı yaptı. CNN Türk'te yayımlanan Oradaydım adlı belgesel programında 2008-2010 yılları arasında araştırmacı olarak çalıştı. 2008 yılından bu yana Odatv haber sitesinin haber müdürlüğünü yapıyor. Ayrıca Cumhuriyet gazetesinde köşe yazıyor.

Journo E-Bülten