Birleşmiş Milletler’e bağlı 6 fon ve programın yanı sıra 15 “uzman kuruluş” var. Farklı statülerdeki diğer uluslararası kuruluşlar da dikkate alındığında “BM Sistemi” ile ilintili yaklaşık 40 örgütün bulunduğu görülüyor. Bu örgütlerden FAO, ILO, IOM, OCHA, UN WOMEN, UNDP, UNFPA, UNHCR, UNIC, UNICEF, UNIDO, UNV, WFP ve DSÖ’nün Türkiye’de de temsilcilikleri var.
Bu rehberde önce BM’ye bağlı kuruluşların listesini vereceğiz. Ardından BM Sistemi’ndeki başlıca örgütlerin görevlerine daha yakından bakacağız. Böylece BM dışındaki uluslararası örgütlerden sonra, ‘BM Sistemi’ndeki kuruluşları da kısaca inceleyerek dış haberciler başta olmak üzere gazeteciler için mini rehberimizi tamamlayacağız.
Birleşmiş Milletler (BM), İkinci Dünya Savaşı sonrasında uluslararası barışı ve istikrarı korumak, insan haklarını ve ekonomik kalkınmayı teşvik etmek için 1945 yılında aralarında Türkiye’nin de olduğu devletler tarafından kuruldu. “Atası” sayılan Milletler Cemiyeti ile benzerlikleri bulunan BM’nin günümüzde 193 üyesi ve 2 daimî gözlemcisi (Vatikan ve Filistin) var.
Birçok farklı organı olan Birleşmiş Milletler’in, diplomasi anlamında en önemli organı BM Güvenlik Konseyi. BM üyeleri, örgütün hızlı ve etkili hareket etmesini sağlamak için, uluslararası barış ve güvenliğin korunmasında başlıca sorumluluğu Güvenlik Konseyi’ne bırakıyor. Bu organın 15 üyesi var. Bunların 5’i “daimî üye” olarak alınacak bir kararı veto edebilir. Daimi üyeler; Amerika Birleşik Devletleri, Birleşik Krallık, Çin Halk Cumhuriyeti, Fransız Cumhuriyeti ve Rusya Federasyonu. Geriye kalan 10 Güvenlik Konseyi üyesi ise dönüşümlü olarak iki yılda bir BM Genel Kurulu’nda yapılan seçimlerle belirleniyor. Türkiye son yıllarda anti-demokratik bulduğu bu sistemin değişmesi talebini “Dünya beşten büyüktür” sloganıyla dile getiriyor.
BM’nin kendisinin yanı sıra; bir dizi fon, program ve uzman kuruluşlar (specialized agencies) ‘Birleşmiş Milletler Sistemi’ni oluşturuyor. Bunların her birinin kendi liderliği ve bütçesi var. Programlar ve fonlar, BM üyesi devletlerin gönüllü bağışlarıyla sürdürülüyor. Uzman kuruluşlar ise bağımsız uluslararası örgütler olarak hem gönüllü bağışlar, hem de üye devletlerin BM bütçesine yaptığı zorunlu katkılardan aldıkları paylarla finanse ediliyor.
BM’ye bağlı fon ve programlar
BM’ye bağlı başlıca kuruluşların görevlerine daha ayrıntılı bakmadan önce BM Sistemi’nin bir fotoğrafını çekip tüm örgütlerin isimlerini ve merkezlerinin hangi şehirlerde olduğunu hatırlayalım.
Birleşmiş Milletler Sistemi’ne bağlı fon ve programlar şöyle:
- UNDP (New York)
- UNEP (Nairobi)
- UNFPA (New York)
- UN-HABITAT (Nairobi)
- UNICEF (New York)
- WFP (Roma)
BM’ye bağlı uzman kuruluşlar
Birleşmiş Milletler’e bağlı uzman kuruluşlar ise şunlar:
- FAO (Roma)
- ICAO (Montreal)
- IFAD (Roma)
- ILO (Cenevre)
- IMF (Washington)
- IMO (Londra)
- ITU (Cenevre)
- UNESCO (Paris)
- UNIDO (Viyana)
- UNWTO (Madrid)
- UPU (Bern)
- WHO (Cenevre)
- WIPO (Cenevre)
- WMO (Cenevre)
- Dünya Bankası (Washington)
BM’ye bağlı diğer kuruluşlar
Fon, program ve uzman kuruluş vasfını taşımamakla birlikte BM’ye bağlı olan diğer kuruluş ve oluşumlar şunlar:
- UNAIDS (Cenevre)
- UNHCR (Cenevre)
- UNIDIR (Cenevre)
- UNITAR (Cenevre)
- UNOPS (Kopenhag)
- UNRWA (Amman)
- UNSSC (Torino)
- UNU (Tokyo)
- UN WOMEN (New York)
BM ile ilgili kuruluşlar
BM’ye bağlı olmamakla birlikte “ilgili kuruluşlar” listesinde şu örgütler sayılıyor:
- CTBTO (Viyana)
- IAEA (Viyana)
- IOM (Cenevre)
- OPCW (Lahey)
Türkiye’de temsilciliği olan BM kurumları
BM’nin resmi sitesine göre Türkiye’de temsilciliği bulunan Birleşmiş Milletler kuruluşları şunlar:
- FAO
- ILO
- IOM
- OCHA
- UN WOMEN
- UNDP
- UNFPA
- UNHCR
- UNIC
- UNICEF
- UNIDO
- UNV
- WFP
- DSÖ
Şimdi gelin, Birleşmiş Milletler’e bağlı en kuruluşlardan 9’una daha yakından bakıp görev alanlarını ve faaliyetlerini hatırlayalım:
Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ veya WHO)
Birleşmiş Milletler çatısı altında 1948 yılında kurulan Dünya Sağlık Örgütü, bugün 150’den fazla ülkede yer alan ve 194 ülkenin üye olduğu bir kuruluş olarak karşımıza çıkıyor. Türkiye’nin de 1949 yılında üye olduğu Örgüt, amacını “tüm insanların mümkün olan en yüksek sağlık düzeyine ulaşmaları” olarak belirtiyor. Bu hedefi gerçekleştirmek üzere uluslararası sağlık çalışmalarının koordinasyonunu ve eşgüdümünü sağlıyor. Hastalıkların önlenmesi ve alınacak önlemler konusunda hükümetlere tavsiyelerde bulunmakla görevli DSÖ, politikalarını üye ülkelerine empoze etme hakkına sahip değil. Başka bir deyişle, kurumun bir yaptırım gücü bulunmamakta.
Yaklaşık 2 yıldır hayatımızda bulunan pandemi dolayısıyla ismini neredeyse her gün duyduğumuz Dünya Sağlık Örgütü, Covid-19 dolayısıyla sahneye çıktığından beri eleştiriliyor. Bu eleştirilerden en ağırı ise önceki ABD Başkanı Donald Trump’tan gelmişti. Hatta 29 Mayıs 2020 tarihinde kurumun gelirinin %15’ini sağlayan, başka bir deyişle en büyük finansmanı olan ABD, Dünya Sağlık Örgütü’nden ayrılmıştı. Ayrılık sebebi ise en genel anlamda “yapılması gereken reform ve ihtiyaçların tamamlanmaması, Çin ile yakın derecede çalışarak virüsü örtbas etmeye çalışılması” olarak belirtilmişti. Biden yönetimi ile ABD tekrardan DSÖ’nün bir parçası oldu.
Nüfusa göre üyelerden fon alarak faaliyetlerini sürdüren DSÖ, ABD’den sonra en fazla Çin’den yardım alıyor. Ülkeler dışında ise Avrupa Komisyonu ve Bill Gates Vakfı da DSÖ’ye en fazla katkı sağlayan kurumlar olarak öne çıkıyor.
Adil bir şekilde aşılanma konusunda ise Dünya Sağlık Örgütü ülkelere sürekli çağrılar yapıyor. Covid-19’a karşı üretilen aşıların tüm dünyaya ulaştırılıp pandeminin bitirilmesi ilk hedef haline getirilmişken refah devletlerin aşıların büyük çoğunluğuna erişim sağlaması aşının adaletli bir şekilde dağıtılmasını engelliyor. İstatistiklere göre aşılar ilk dağıtılmaya başlandığında aşıların %76 sadece 10 ülke tarafından paylaşılmıştı, hatta Kanada gibi ülkeler o kadar fazla aşı siparişi vermişti ki kişi başına 5 doz aşı elde edilebiliyordu. Buna karşın aşı bolluğu yaşayan devletlerin üçüncü doz aşı yapmaya başlaması yerine aşıya erişim sağlayamayan ülkelere gönderilmesini tavsiye eden DSÖ, aşının bulunmasıyla birlikte adil dağıtım için bir program açıklamıştı: COVAX. Bu programa göre ülkeler ile iş birliği yapılarak fakir ve kırılgan ülkelere DSÖ önderliğinde aşı dağıtımı yapılıyor. Buna rağmen dünya nüfusunun %65’si ilk doz aşıyı olmuşken fakir ülke vatandaşlarının sadece %15,8’si ilk doz aşı olmuş durumda.
Uluslararası Para Fonu (IMF)
1944 yılında Birleşmiş Milletler’in alt kuruluşu olarak kurulan ve dünyanın en büyük parasal fon örgütü olarak tanınan IMF; ülkeler arası ticareti dengeli bir şekilde sürdürmek, üye ülkelerin yaşam standartlarını yükseltmek, istikrarlı bir şekilde ülkeleri küresel ekonomik sistemine entegre etmek ve kolektif kalkınma çerçevesi oluşturmak gibi amaçlara sahip. IMF, yıllar geçtikçe ülkelerin tecrübe ettiği kriz dönemlerinde parasal destek ve reçete sağlayarak uluslararası para sisteminin istikrarını sağlamakla görevli bir kurum. Günümüzde 190 üyesi var.
İkinci Dünya Savaşı sonrası ABD, yıkılmış Avrupa ekonomilerini desteklemek için para yardımı yapmak amacıyla mali kurumlar oluşturmaya başladı. Böyle bir dönemde 44 ülkenin bir araya gelmesiyle kurulan IMF’e Türkiye de kurucu üye olarak katıldı. Mart 1947 itibarıyla finansal operasyonlarına başlayarak fiilen faaliyete geçen kurum, 1970 yılından bu yana ülkelere, kendisi tarafından yaratılan uluslararası rezerv para birimi olan SDR (Özel Çekme Hakları) ile fon sağlamakta. IMF’den ilk finansal desteği alan ülke ise Fransa’ydı.
IMF’e üye 189 ülkenin her biri katkı payı veya üyelik aidatı ödemekle yükümlü. IMF’in her ülkenin ekonomik büyüklüğüne göre belirlediği bu katkı paylarına “kota aboneliği” adı veriliyor. Kota sistemine göre ülkelerin IMF’e ödemekle yükümlü olduğu azami katkı payı, üye ülkelerin oy hakkı ve ülkelerin IMF den alabilecekleri kredi limitleri ülkelerin kotalarına göre belirleniyor. Ülkelerin IMF’e katkı oranları arttıkça dünya ekonomisindeki karar mekanizmalarına müdahale hakları da artıyor. IMF’e en fazla katkı yapan ülkeler ise sırasıyla şunlar: ABD (%16), Japonya (%6), Çin (%6), Almanya (%5) ve Fransa (%4). 2022 itibarıyla en fazla borca sahip olan ülkeler ise Arjantin, Ukrayna, Yunanistan ve Mısır olarak sıralanıyor.
Türkiye ile IMF’in ilk “stand-by” anlaşması 1961 yılına dayanıyor. 1961 yılından 2021 yılına kadar 19 stand-by anlaşması yapan Türkiye, IMF’den toplam 50 milyar dolar kadar kredi aldı. En son borç alımı 2005 yılında Recep Tayyip Erdoğan’ın başbakanlığı döneminde gerçekleştirildi. Türkiye bu borcun ödemesini 2013 yılında tamamladı. Türkiye iç siyasetinde son dönemde IMF iktidar tarafından olumsuz bir dille sunulageldi.
Uluslararası Çalışma Örgütü (ILO)
Birleşmiş Milletler’in çalışma ve iş hayatı konusunda öne çıkan alt kurumu Uluslararası Çalışma Örgütü, 1919’da işçi konfederasyonları temsilcileriyle birlikte oluşturuldu. Geçen yüzyıl başında Avrupalı işçiler, sanayileşmeyle birlikte sömürü düzeninin de güçlendiğini savunarak buna karşı sol hareketlerin liderliğinde örgütlenmeye başlamıştı. Bu sürecin bir sonucu olarak devletler, işveren ve işçi temsilcilerini de barındıran bir uluslararası örgüt olarak ILO’yu kurdu. Böylece işçilere şu hakların verilmesi talep edildi:
- İnsani çalışma saatlerinin belirlenmesi
- Yaşam için yeterli ücret sağlanması
- İşçinin, işi dolayısıyla ortaya çıkabilecek sağlık sorunlarından, hastalıklardan ve kazalardan korunması
- Sendikalaşma hakkı
- Eşit çalışmaya eşit ücret hakkı
Bugün dahi konuşulan işçi haklarının kurumsallaşması ilk defa ILO aracılığıyla gerçekleşti. İkinci Dünya Savaşı’nın ardından kapitalist düzenle sosyalist düzenin savaşının başlamasıyla işçi hakları daha da öne çıktı. Sosyalist ‘Doğu Bloku’nun işçilere sağladığı haklar, kapitalist Batı’yı da işçi lehine düzenlemeler yapmaya itti.
Günümüzde hala üçlü yapı (devletler, işveren ve işçi) ve sosyal diyalog özelliğini sürdürerek devlet-işçi dengesini korumaya çalışan ILO, zorunlu emek, çocuk işçiliği, göçmen işçiler ve ücretler gibi kritik konularda uluslararası istatistikler ve raporlar yayımlıyor.
Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı (UNDP)
Yoksulluğun ortadan kaldırılmasını ve gelişmekte olan ülkelere destek sağlama amacıyla 1969’da kurulan BM Kalkınma Programı, günümüzde sürdürülebilir kalkınma, demokratik yönetişim ve barış inşası, iklim ve doğal afetlerle mücadele gibi alanlarda çalışıyor.
Hükûmet, STK ve özel şirketlerle ihtiyaca yönelik politikalar yaratmayı ve desteklemeyi amaçlayan UNDP, 2015 yılında Paris İklim Anlaşması’nın imzalanmasıyla birlikte dünyayı kurtarmak için şu 17 hedefi:
UNDP, 2030 yılına kadar birçok farklı projeyle bu hedefleri ve sosyal politikaları destekleyecek. 2011 yılından beri Türkiye’de aktif rol oynayan UNDP’nin ülkemizi merkeze alan amaçlarına bu linklerden ulaşılabilir. Bu hedefler doğrultusunda birçok rapor hazırlayan UNDP, 2011’de başlayan Suriye iç savaşı ardından mültecilere yönelik programları da devreye soktu.
Gıda ve Tarım Örgütü (FAO)
İkinci Dünya Savaşı ardından gıdanın öneminin fark edilmesiyle ortaya çıkan BM alt örgütlerinden biri olan Gıda ve Tarım Örgütü, 1945 yılında Roma’da kuruldu. Kürelleşmeye başlayan dünyada gıda güvenliğinin önemine odaklanan FAO, ülkelere gıda ve tarım politikaları desteği veriyr.
Türkiye 1948 yılında FAO‘ya üye oldu. Ankara ile FAO arasında bugün özellikle üç konuda işbirliği var. Bu konulardan ilki erişebilir gıda ürünleri, gıda güvenliğinin sağlanması ve sürdürülebilir yönetimlerle gıda üretiminin devamlılığını olarak öne çıkıyor.
İkinci olarak iklim krizi karşısında balıkçılık ve doğal kaynakları yönetişiminde işbirliği bulunuyor. Özellikle sulama, ekim, olası afetler, depolama, yeşil enerji ve yeraltı suları konularına önem çekiliyor.
Üçüncü işbirliği alanı ise çiftçi örgütlerinin güçlendirilmesi ile çiftçilere maddi ve tekniksel anlamda desteklenmesi. Ulusal tarım politikaları gibi konuların yanında “Suriye Mülteci Dayanıklılık Planı” ile sığınmacılar dâhil farklı ülkeden göç eden kişilere gıda ulaştırma konusunda da FAO, Türkiye ve birçok kurumla işbirliği geliştiriyor.
Diğer bir politika olarak Türkiye, Türk dünyasındaki ülkelerin gıda ve tarım politikalarına destek olma amacıyla FAO’nun “Asya Alt Bölge Ofisi” programına katılarak Azerbaycan, Kazakistan, Kırgızistan, Tacikistan, Türkmenistan ve Özbekistan’a yardım sağlıyor.
Birleşmiş Milletler Eğitim, Bilim ve Kültür Örgütü (UNESCO)
Eğitim, bilim, kültür ve iletişim aracılığıyla uluslararası işbirliğini sağlama amacıyla 1945 yılında kurulan UNESCO, insanların eğitime erişimini arttırmak ve kültürel mirasları korumak adına kurulmuş bir alt örgüt.
1940’larda tüm dünyada çok daha düşük olan okuryazarlığı arttırma hedefiyle ortaya çıkan UNESCO, genellikle az gelişmiş ve yakın geçmişte bağımsızlığını kazanmış ülkelerde daha yoğun çalışmalar yapıyor. Örnek olarak UNESCO, Kore savaşından sonra Güney Kore’de, 1970’lerde ise Finlandiya’da varlık göstererek eğitim sistemlerinin reforme edilmesine yardımcı oldu. Bugün her iki ülke de dünyada eğitimin öncülerinden olarak gösteriliyor.
UNESCO, bugün de okuma yazma oranının görece düşük olduğu Bangladeş, Mısır, Fas, Nijerya, Pakistan ve Senegal gibi ülkelerde çok aktif. Bu ülkelerde devlet ve sivil toplum örgütleriyle çalışarak öğretmen yetiştirme ve düşük maliyetli pratik okul binaları tasarlama gibi destekleri var. UNESCO Türkiye’de de 1963-65 yıllarında tarım eğitimi ve köy kalkınması çalışmalarına katkıda bulunmuştu.
UNESCO’nun yoğunlaştığı diğer bir alan, toplumda eğitime erişmesi engellenen gruplar. Kız çocukları için birçok proje düzenleyen ve destekleyen UNESCO’nun göçmenlere yönelik destekleri de var.
UNESCO deyince ilk akla gelen faaliyetlerden biri de kültürel mirasın korunması. Bu nedenle örgüt 1972’de başlattığı UNESCO Kültürel Miras Listesi ile doğa harikalarını ve önemli tarihsel yapıları korumaya çalışıyor. Listede Türkiye’den de birçok miras var.
Birleşmiş Milletler Çocuklara Yardım Fonu (UNICEF)
Diğer örgütlerle iç içe çalışan diğer bir kurum olan UNICEF, BM Genel Kurulu’nun kararıyla 1946’da 13 Avrupa ülkesindeki İkinci Dünya Savaşı mağduru çocuklara yardım etmek için kuruldu. Sonradan tüm BM ülkelerinde varlık göstermeye başlayan UNICEF’in ilk ismi ‘BM Uluslararası Çocuk Acil Yardım Fonu’dur. UNICEF’in temel amacı, çocukluk dönemi hastalıklarının ve ölümlerinin azaltılmasının yanı sıra, savaş ve doğal afet gibi durumlarda, HIV/AIDS’ten etkilenenler de dâhil olmak üzere çocukların korunmasıdır.
Bugün UNESCO ve diğer uluslararası kuruluşlarla kol kola çalışan UNICEF, ana odağına çocukları koymuştur. 1985 yılında UNICEF yaptığı araştırma sonucu Afrika’da 5 milyondan fazla çocuğun açlık ve sağlık sorunları nedeniyle yaşamını yitirdiğini raporlamıştır. Bu nedenle odağını Afrika’ya çeviren UNICEF, çocuk haklarına yönelik çalışmalar yürütmüş; Mısır ve Yemen gibi ülkelerde hükûmetlerin eğitim masraflarına destek çıkmıştır.
Türkiye’de 2004 yılında “Haydi Kızlar Okula” projesini yürüten UNICEF, STK ve özel şirketler aracılığıyla kız çocuklarının eğitim almadığı 53 ilde projeler desteklemiştir. UNICEF eşitsizliğe yönelik raporlar da yayımlamaktadır.
Uluslararası Atom Enerji Kurumu (IAEA)
1945’te dünyada bir tek ABD nükleer silaha sahipken ilerleyen yıllarda birçok devletin nükleer güce sahip olması ve Soğuk Savaş’ın başlamasıyla artan düşmanlık, nükleer silahların ortaya koyduğu “dehşet dengesi” (mutually assured destruction) teorisini ortaya çıkardı. Dehşet dengesi, süper güçlerin elinde bulundukları nükleer başlıklarla hem birbirlerini hem de dünyanın büyük bir kısmını yok edebilecek güce ulaştığını, bu nedenle kimsenin bu silahları kullanmayacağını ve ölümcül bir çatışmadan kaçınacaklarını öne sürüyordu.
Soğuk Savaş döneminde ABD, Çin, Rusya, Fransa ve İngiltere’de nükleer silah bulunmaktaydı. Bu devletler dışında herhangi bir devletin nükleer güce sahip olması büyük bir tehlike yaratacağı için 1953 yılında ABD Başkanı Eisenhower, BM Genel Kurulu’nda küresel düzeyde nükleer faaliyetlerin denetlenmesi amacıyla bir girişim başlatılması gerektiğini ifade etti. Böylece Uluslararası Atom Enerjisi Kurumu’nun (IAEA: International Atomic Energy Agency) ilk adımları atıldı.
Resmi olarak 1957’de kurulan Atom Enerjisi Kurumu, nükleer bilim ve teknolojinin barışçı amaçlarla kullanılması ve planlanmasında üye ülkelere destek sağlıyor, dünya genelinde nükleer faaliyetlerin güvenli şekilde sürdürülmesi için “Nükleer Güvenlik Standartları” hazırlıyor.
IAEA‘in en önemli faaliyetlerinden biri, 1968 yılında Nükleer Silahların Yayılmasının Önlenmesi Antlaşması’nı (NSYÖA) tesis etmek oldu. Artık birden fazla devlette nükleer silah olduğuna göre, nükleer silah yönetiminin düzenlenmesi gerekiyordu. Atom Enerji Kurumu altında, halihazırda nükleer güce sahip olan ülkeler dışında hiçbir ülke nükleer başlıklı silahlar üretmemeyi kabul etti ve böylece nükleer silahların tüm dünyaya yayılması engellendi. Antlaşmaya göre halihazırda nükleer silah bulunduran devletler de bunları zamanla azaltacaktı.
Sonraki yıllarda IAEA, nükleerin barış ve enerji üretimi için kullanılması adına ülkelere destek sağlayan bir BM kurumuna dönüştü. Günümüzde de ülkelerin nükleer santrallarını denetleme görevi görüyor. Bu faaliyet alanı, 1986 yılında Sovyetler Birliği Ukrayna’sında Çernobil Nükleer Santrali kazasının yaşanmasından sonra daha da önem kazandı.
Bu arada Nükleer Silahların Yayılmasının Önlenmesi Antlaşması yapılsa da buna uymayıp nükleer başlıklı füzeler geliştirmeye çalışan ülkeler de oldu. İsrail, Pakistan, Hindistan ve Kuzey Kore anlaşmayı imzalamadı ve şu an nükleer silahlara sahipler. Buna ek olarak başta ABD olmak üzere Batılı devletler İran’ın uzun yıllardır uranyum zenginleştirmesi yaparak nükleer başlıklı füzeler yaptığını iddia ediyor. Bu alanda tartışmalar hâlâ sürüyor.
Dünya Ticaret Örgütü (DTÖ veya WTO)
Sovyetler Birliği’nin 1988-1991’de dağılmasıyla birlikte Soğuk Savaş biterken Batı kapitalizminin neoliberal politikaları güç kazandı. Küreselleşmenin de hızlandığı 1995 yılında ortaya çıkan Dünya Ticaret Örgütü, dünya ticaretini bu doğrultuda düzenlemeye başladı. Gümrük kuralları ve uluslararası ticarette haksız rekabet gibi konular WTO‘nun gündemindeydi.
WTO, mal ve hizmet üreticilerine, ihracatçılara ve ithalatçılara yardım ederek dünya ticaretini kolaylaştırmak ve ticaret kapasitesini artırmak amacını güdüyor. Özellikle 2001 yılında Çin’in WTO’ya kabulü küresel ticaret için büyük bir adım oldu. Bugün 164 devletin üye olduğu WTO, liberal dünyada uluslararası şirketlerin oluşmasına da büyük bir katkı sağladı.
Uluslararası ilişkiler teorisindeki “serbest ticaretin ülkeleri demokratikleştireceği” ön kabulüyle ABD önderliğinde WTO’ya kabul edilen Çin, örgüte kabulünün ardından büyük bir büyüme ivmesi yakaladı. Bugün bilindiği üzere Çin, dünya ticaretini domine eden ülkelerden biri. Fakat bu arada Çin’de gözle görülür bir demokratik değişim yaşanmadı.
Dünya Ticaret Örgütü, üye ülkelere üç temel konuda sorumluluk yüklüyor. Bunlar:
- Pazara Giriş Sağlama İlkesi
- Ayrımcılık Yapmama İlkesi
- Şeffaflık İlkesi
Bu ilkelere uymayan ülkelere, Dünya Ticaret Örgütü uyarı veya yaptırımlar uygulayabiliyor.
Bugün örgütün en büyük sorunu, gelişmekte olan ülkelerle gelişmiş ülkeler arasındaki ticaret engelleri olarak görülüyor. Üreten gelişmiş ülkeler ihracatlarını daha da arttırmayı hedeflerken henüz gelişme aşamasındaki ülkeler, kendi iç pazarlarını korumak istiyor. Bu durum ticarette bir ikilem yaratıyor çünkü henüz tam sanayileşememiş ülkeler tamamen dış pazara açıldığında yerli üretim zarara uğruyor.
Bu nedenle gelişmekte olan ülkeler yüksek gümrük politikalarıyla muhafazakâr bir politika uygulamaya çalışırken, gelişmiş ülkeler de bu ülkelere baskı kurarak ticaret engellerini kaldırmalarını talep ediyor. Özellikle 2015 yılında Nairobi’de yapılan WTO zirvesinde Çin ve Hindistan iç pazarlarındaki korumacı politikalardan vazgeçmek istemedi. Bu durum şöyle bir ikilem yarattı: Çin ve Hindistan gibi ülkeler diğer ülkelere ihracat yaparken dış ülkelerden ithalatı sınırlandırdı, böylece diğer ülkeler bu pazarlara giriş yapamadı. Başka bir deyişle Çin, serbest piyasa kurallarını kendi çıkarlarına kullamakla suçlandı. Bu nedenle ABD ve Batılı ülkeler, özellikle Çin’in ticaret politikasını eleştiriyor.
Batılı devletler ticaret engellerini aşmak için ticaret yapacağı ülkelerle direkt olarak anlaşma yapmaya gitti ve bu ticaret anlaşmaları kurumsallaştırıldı. Böylece ABD ile Çin arasında “Ticaret Savaşları” denilen çevreleme politikası başladı. Bu politikaya göre ABD, Çin’in etrafındaki ülkelerle özel anlaşmalar yaparak Pekin’i ticari olarak kuşatıp diplomatik baskı yaratmaya çalışıyor. Her ne kadar bu politika günümüzde hafiflemiş olsa da Dünya Ticaret Örgütü’ne yönelik soru işaretleri varlığını sürdürüyor.
İLGİNİZİ ÇEKEBİLİR: