Film Haber

Festival filmi yönetmenleri: Biz de seyredilmek istiyoruz

Dünyada ödüller alarak vizyona giren, Türkiye’de ise bir kez bile perde görmeyen filmler, bizim filmlerimiz. Anlatılan bizim hikâyemiz...

Filmlerin yurt dışı festivallerde yarışması haber değeri taşıyor, doğal olarak “Türk filmi Cannes’da” ya da “Locarno’dan büyük ödül” gibi gururlu başlıklarla duyuruluyor alınan başarılar. Bu filmlerin bir çoğu da politik ya da toplumsal, bir şekilde Türkiye panoraması sunuyor ama bu ülke hikâyelerini asıl muhatapları, yani Türkiye’de yaşayanlar, ya hiç göremiyor ya da çok kısıtlı bir kitle, kısa bir zamanda yakalamaya çalışıyor. Son yıllarda sayıları artan, tüm dünyada “Yeni Türkiye Sineması” diye izlenen, ödüller toplayan onca film nerede? Türk seyircisiyle buluşamayan ya da çok kısıtlı bir çerçevede vizyon bulabilen festival filmi yönetmenleri sinema gösteriminde tekellere muhtaç kalmadan, dijital imkânlardan da yararlanarak yeni bir gösterim yolu bulunması gerektiğini söylüyor.

‘Geleneksel gösterim modelleri ölüyor’

Gürcan Keltek, Meteorlar adlı uzun metraj belgeseliyle birçok festivale katıldı, Locarno, Dokufest gibi festivallerde ödüller kazandı. ‘Meteorlar’ bu yılsonunda İngiltere’de ve Almanya’da gösterime girecek, Amerika’da biri MUBI ve Filmatique olmak üzere iki ayrı platform üzerinden ‘video on demand’ (VOD) izlenebiliyor. Güney Amerika ve Benelüks ülkeleri (Belçika, Hollanda, Lüksemburg) için de görüşmeler sürüyor. Yönetmenin aldığı karar doğrultusunda film Türk seyircisi ile vizyonda buluşmadı. Keltek, bu kararın arkasındaki sebepleri şöyle anlatıyor: “Sansür, politik iklim ve film ortamının genel ekşiliği sebebiyle filmi Türkiye’de göstermeme kararı aldım. Filmi ürettiğiniz ülkede göstermemek çok zormuş bunu anladım. Beni çok etkiledi bu durum. Ama şurası kesin, hybrid belgesel ya da essay belgesel diye adlandırabileceğimiz türde bir filmdi bu ve yurtdışında gördüğümüz ilgiyi alakayı burada göstermeyecekleri kesindi.”

Yasadışı download sorunu

Gürcan Keltek, büyük perdede izlenmesi için filmler yaptığını söylese de kendi üretimleri için dijital platformun tek yol olduğunu düşünüyor: “Büyük perdede görülmesi gereken, ritmini ve ses örgüsünü buna göre tasarladığım filmler yapıyorum ama şu an filmlerimin gösterimi için dijital platform tek yol gibi görünüyor” diye başlıyor sözlerine Gürcan Keltek ve devam ediyor: “Ama yasadışı download’un bu kadar normalleştiği bir ülkede bu nasıl yapılır bilemiyorum. Şu an görünen durum şu; bağımsız filmler genel olarak gişe yapmıyor ve belli bir kotada kalıyorlar, temel sorun burada yatıyor. Diğer yandan Cinemaximum gibi tekellerin bu bilet fiyatı politikaları gerçekten bir skandal, nasıl bu kadar pahalı bilet satarlar, akıl alacak iş değil.”

‘Festival yönetmenleri sansüre boyun eğmiş görünüyor’

“Film üretiminde deneysel açılımlara yer varken seyirciyle buluşma noktası sanki fazla klasik bir alanda tıkandı gibi. Seyirciyle buluşma konusuna ne kadar kafa yoruyorsunuz?” diye sorduğumuzda Keltek bizi şöyle yanıtlıyor: “Geleneksel gösterim modelleri tüm dünyada ölüyor. Filmleri gösterecek yeni alanlar gerekiyor; kütüphaneler, müzeler, ofisler, depolar… Türkiye sinemasına özel bir dijital platform muhteşem olur, ama torrent yerine üyelik ücreti ödeyecek bir seyirci var mı emin değilim. Festival yönetmenleri kendileri can derdinde, bu konuya kafa patlattıklarını hiç sanmıyorum, orada da kendi alternatifleriyle sürdürdükleri agresif bir yarış var. Ayrıca festival yönetmenleri sansüre tamamen boyun eğmiş görünüyorlar. Ama bugün alternatif sinemanın gösterim alanlarının daralması ile ilgili yurtdışında herhangi bir Avrupa ülkesinden bir yönetmenle ya da dağıtımcı ile konuşun size benzer şeyler söyleyecektir. Global bir durum bu. Bizim ülkemizde buna ek olarak bir de zihniyet problemi var.”

‘Sinema geleneksel bir anlatım biçimine dönüşebilir’

Banu Sıvacı, Güvercin filmi ile 2018 İstanbul Uluslararası Film Festivali’nde Seyfi Teoman Özel Ödülü’nü, Sofya Uluslararası Film Festivali’nden de En İyi Yönetmen Ödülü’nü kazandı. Güvercin diğer festival filmlerinden biraz daha şanslı, 21 Eylül’de vizyona girdi. Yine de vizyon kopyası ve süresi kısıtlı elbette. Gösterim olanaklarıyla ilgili “Bu sorun yalnızca sinemanın sorunu değil. Tüketimin tamamen reklama dayalı olmasının bunda etkisi büyük. Seyirci bir filme o film iyi reklam edilmişse gidiyor. Kendi çabasıyla köşede kalmış bir filme giden seyirci sayısı oldukça kısıtlı” diyor Banu Sıvacı. Sesini duyuramamış olmanın bir filmin kötü olduğunu göstermeyeceğini söyleyen Sıvacı, çok duyulmuş olmasının da iyi bir film izleyeceğinizi garantilemediğini vurguluyor. Öncelikle sinemanın bu eğriden kurtulmasını dileyen Sıvacı; “Bağımsız sinema vizyon sırasında da destekler bulabilse, o süreçte bu kadar yalnız bırakılmasa belki sonuç farklı olurdu” diye de ekliyor. Banu Sıvacı, bu olumsuz tabloya rağmen Başka Sinema, Kurmaca Film gibi dağıtımcıların bağımsız filmlerin seyirciyle buluşmasında etkisinin büyük olduğunu söylüyor.

‘Kolay tüketme, hızlı sindirme, az sabretme’

Festivallerden ödüller toplayan, dünya basının ilgisini ve takdirini çeken filmlerin seyircisiz kalmasını ise değişen alışkanlıklara bağlıyor: “Dünyada giderek kolay tüketme, hızlı sindirme, izlenilen sürelere daha az sabretme yaygınlaştı. Bu hız ve yozlaşma yeni bir dönemi başlatabilir. Sanatın araçları değişebilir. Sinema geleneksel ve eski bir görsel anlatım biçimine dönüşebilir” diyor. Sıvacı, bugünkü hızlı tüketim eğiliminin ticaret dünyasıyla uyum sağladığını söylüyor: “Hızlı ve üzerine çok düşündürmeden tüketilen bu ürünler elbette ticari çıkarları olan oluşumların işine geliyor. Sanki birbirini tamamlıyorlar. Ama ben seyirciye ne verirseniz onu izler diye düşünenlerdenim. Bazı salonlara bakıyorum, seyircinin seçeneği kalmamış, dört salonda aynı film oynuyor, kalan iki tanede de benzer türde filmler var. Çeşitlilik yok. Bu tavrın seyirciye haksızlık olduğunu düşünüyorum. Dilerim Türk sinemasının dünya festivallerindeki başarılarının ardından vizyon sırasında da yalnız bırakılmadığı bir döneme gireriz.”

‘Yapımcım ‘Filmi yaparken izleyiciyi düşünmedin, değil mi?’ dedi’

Didem Pekün, en son Araf adlı orta metraj deneysel belgesel filmiyle 37. İstanbul Uluslararası Film Festivali, Ulusal Belgesel Yarışması finalistleri arasındaydı. Genelde 40-45 dakikalık videolar üreten Pekün, filmlerinin dağıtımının önemli bir kısmını mail üzerinden talep edenlere cevap vererek kendi üstleniyor. Pekün filmlerinin yüzde 90 oranında yurtdışında gösterildiğini de belirtiyor: “Dünyada da bizimki gibi filmleri dağıtan çok az distribütör var. İngiltere’de LUX, Almanya’da benim de anlaşmalı olduğum Arsenal. Ama Arsenal’in bile aktif dağıtıma geçecek maddi imkânı yok.”

‘Sansür sadece yasak değil, dolaşıma girememek de sansür’

Pekün seyirciyle buluşma konusundaki engellerin sadece gösterim mekanı bulmakla sınırlanmadığını, çok yönlü olduğunun da altını çiziyor: “Kadıköy Sinematek, Başka Sinema, Yeşilçam Sineması dışında alternatif olarak sayabileceğimiz, Burak Çevik’in kurduğu FOL var. Bu platformlar yeterli değil elbette. Sadece arz talepten öte bir de bu işin göz ardı etmememiz gereken bir sansür ve kontrol kısmı var. Sansür sadece yasak demek değil, bazı durumlarda filmlerin dolaşıma girememiş olması da demek. Sinemaların sahipleri belli, TV’lerin belli, bizim filmlerimize destek mekanizmaları da belli, yani yok sayılacak derecede kısıtlı destekler bunlar. Mesela belgesel için bağımsız bir tek Yeni Film Fonu var – yani kısıtlandığımız noktalar çok yönlü.”

Didem Pekün sektörün kanıksanmış beklentileriyle yeni şeyler denemek isteyen sinemacının ikilemini ortaya koyan bir anekdot aktarıyor: “Araf’ı kastederek, ‘Daha geniş bir izleyiciye nasıl hitap ederim diye düşünmedin, değil mi Didem?’ diye sordu yeni yapımcım Laszlo Jozsa geçenlerde. Filmci olarak geniş izleyici kitlesi hedeflemek istiyorsanız takip etmeniz gereken bazı anlatım formülleri ve konular olmalı demek istiyor aslında. Ama denemelere gidiyorsanız o zaman geniş seyirci kitlesini değil aksine “Filmde nasıl risk alırım?” sorusunu düşünüyorsunuz. O zaman kitleniz de bu risk alan filmleri takip eden kitleye iniyor ki bu durumda çok daha ufak bir izleyici grubundan bahsediyoruz.”

‘Gösterim sorunu dijital olanaklarla çözülür’

Bülent Öztürk, Mavi Sessizlik filmi ile 2017 İstanbul Uluslararası Film Festivali’nde 3 ödül birden kazandı. Film ayrıca Karlovy Film Festival’den de ödülle döndü. Mavi Sessizlik yönetmenin yaşadığı Belçika’da gösterime girdi ancak aktardığına göre Türkiye’de vizyon yolları kapalı.

Öztürk, kısıtlı gösterim imkânı bulan ya da hiç gösterim yüzü göremeyen filmler için dijital çağın olanaklarından yararlanmak gerektiğini söylüyor: “Tutucu bakış açısıyla bu sorunu çözemeyiz. Bu konuda çok inovatif olunmalı. Sinemaya aşık biri olarak tabii insanların filmimi sinemada izlemesini isterim ama bu mümkün olmuyorsa dijital ortamlarda çözümler düşünülmeli ve bir an evvel hayata geçirilmeli.”

Yönetmen seyirciyle buluşamama konusunda söylenen “festival filmlerinin doğası böyle” deyişine tepkili: “Festival filmi böyledir diye bir şey yok. Yapılan, çekilen birçok festival filmi Türkiye’yi, bu topraklarda yasayan insanları ve onların ilişkilerini anlatan, gösteren yapımlardır. Ve bunlar çok kıymetli çalışmalar. Evrensel dilde yapıldığı için de dünyanın başka bir yerlerinden karşılık buluyorlar. Bu filmlerin bizim insanlara ulaşmaması çok üzücü…”

‘Sansür iktidardan değil sektörden geldi’

Yönetmen Kürt meselesine odaklanan filmine yönelik sansürün beklediği bir şekilde devletten değil, sektörün içinden geldiğini söylüyor: “Şaşırtıcı olsa da şu ana kadar filmimizin karşılaştığı politik bir sansür olmadı. Ne çekerken ne de yayınlamak istediğimizde resmi bir engellemeyle karşılaşmadım. Yanlış anlaşılmasın, Türkiye’de devlet tarafından uygulanan bir sansür yok demek istemiyorum.  Yaşanılan zorlukların son derece farkındayım. Ama benim kişisel yaşadığım tecrübede engel ve sansür daha çok sektördeki bazı yapımcılardan geldi. Bu yapımcılar 2017’deki İstanbul Film Festivali’ni terörize ettiler, “Bu film Türk filmi değil” diye. Bu arada zaten şu an Türkiye’de hiçbir yerde kayıtlı değil benim filmim, Türkiye sineması arşivlerine girerseniz Mavi Sessizlik filmi yokmuş gibi görünüyor. Bu filme En İyi İlk Film, Onat Kutlar Ödülü verilmiş, en iyi senaryo dâhil dört ödül almış. Dünyanın çeşitli saygın festivallerinden davetiye almış. Öncellikli şikâyetim filmimin yarışmaması için İstanbul Film Festivali’nin baskı altına alınmasıyla ilgili. Sevindirici olan ise tüm baskılara rağmen festival yönetiminin oldukça sağlam durması ve kesinlikle geri adım atmaması oldu.”

Bülent Öztürk’ün eleştirilerini yönelttiği bir diğer konu ise Kaan Müjdeci inisiyatifiyle başlatılan Alternatif Ulusal Film Yarışması’na yönelik: “Alternatif Ulusal Film Yarışması gecen yıl bir itiraz kültürü olarak çıktı. Şüphesiz ki, Türkiye’nin içinde bulunduğu acımasız iklimde bu tarz organizasyonlar oldukça anlamlı ve kıymetli. Ama itiraz kültürü olarak çıkan bir yapılanmada bürokratik engellemelerin ve şekilcilik anlayışının olmamasını ya da en aza indirgenmiş olmasını beklersin. Geçen yıl belki ben filmi göndermek için biraz geç kalmış olabilirim ancak bu yıl da Mavi Sessizlik’in yarışmaya alınmayacağını öğrendim. Türkiye’nin en ağır sorunlarından birine, Kürt sorununa, bir Kürt yönetmen olarak ajite kültürüne dayanmadan,  bir JİTEM subayının hikâyesiyle yaklaşıyorum filmde. Bu filmi almazsan ve böyle bir filmin izleyiciyle buluşmasına yardımcı olmayacaksan nasıl muhalif olacaksın?”

‘Sinemacıya yollar tıkayıp nasıl üretim beklersin’

Öztürk, filminin Türkiye’de vizyona girebilmesi için uğraşmış ama tüm çabaları sonuçsuz kalmış. Yönetmen bu konuda kırgın: “Bazı dağıtımcılarla İstanbul’da toplantı da yaptık ama bir yerde kesiliyor görüşmeler. Bir süre sonra cevap bile gelmiyor maillerimize. Filmi beğenmedik deyin, çok uzun bulduk deyin ama en azından iş disiplini gereği cevap verin. Çok şaşırtıcı ve yakışıksız buluyorum bu tavrı. SİYAD kendi yönetmenliği gereği film vizyona giremediği için otomatik olarak filmi dikkate almıyor. Bunun hiç adil olmadığını düşünüyorum. Ayrıca bir sinema yazarı bile “Bu Mavi Sessizlik filmi neymiş?” diye hiç merak etmiyor mu? Yüzde yüz ülke topraklarından filizlenmiş bir hikâyeyi izleyiciye ulaştırmaya çalışan bir sinemacıya bütün yollar tıkanırsanız, sonrasında ondan nasıl bir üretim beklersiniz?”

‘İnsanlara izletmeyeceksek niye film yapalım?’

Ozan Takış, şimdilik iki kısa filme sahip genç bir yönetmen. Uyanış ve Şekire Pembü dünyada birçok festivalde yarıştı ve ödül kazandı. “Filmlerimin hepsi dünyada vizyona girdi ancak hiçbiri Türkiye’de vizyona girmedi. Mesela Şekire Pembü İspanya’nın Radio City International Short Film Festivali’nde İnsan Hakları Özel Ödülü aldı. Uyanış filmimin Cannes Film Festival’inin kısa film bölümünde prömiyeri oldu. Ardından Danimarka’nın Monthly International Film Festivali’nde En İyi Kısa Film Ödülü aldı, hâlâ festival süreçleri devam ediyor. Bana isim, şan şöhret lazım değil, seyirciyle buluşmak, filmlerimi çekerken destek alabilmek yeterli. Benim için de “Türk Yönetmen Cannes’da” diye manşet attılar mesela, fakat sonraki filmimde belediye bir günlük setim için masa sandalye vermedi.”

‘Bağımsız filmin de gişe kaygısı olur’

Takış yöneltilmesi gereken sorunun “Festival filmlerinin bir alıcısı olması lazım, peki bu alıcıyı nasıl yaratırız?” olması gerektiğini söylüyor: “’Bir bağımsız filmin gişe kaygısı olmaz’ diyorlar. Bağımsız bir filmin gişe kaygısı olur, ortada para harcanarak yapılmış bir film var, yapımcılar var. Bir daha film çekmek için bu filmin bir şekilde satılır olması gerekiyor. Bu ortam yaratılmadan bir daha nasıl bağımsız film çekeceğiz? Her yönetmen filmini daha çok insana izletmek ister, birine izletmeyeceksek niye film yapalım, kendi kendimize izleriz. Yapmamız gereken tek şey Türkiye sinemasının marka değerini artırmak ile ilgili olabilir, özellikle uluslararası film festivalleri artmalı ve insanları film festivallerine teşvik etmeliyiz. Eğitim kalitei yüksek sinema okulları ve atölyeleri kurulması gerekli, uluslararası film festivallerine halkımızı teşvik edici şeyler yapılmalı. Sinemanın bir ülkenin gelişiminde çok büyük yararı var. Bu arada şunu eklemek istiyorum yoksa içimde kalacak: İletişim Fakültesindeki Radyo Televizyon ve Sinema bölümündeki Sinema, iletişim fakültesinden çıkarılmalı, güzel sanatlar bünyesine alınmalı ve yetenek sınavı ile öğrenci alınmalı, herhangi bir taban puanı olmaksızın.

Ozan Takış, sektördeki Cinemaximum tekelini eleştiriyor ve bu tekelin kırılması için izleyicinin daha talepkâr olması gerektiğini söylüyor: “Bağımsız filmlere halkımız destek verirse o zaman bir talep oluşur, gerekirse Cinemaximum’u arayıp festival filminin birini neden gösterime sokmadıklarını sorsunlar, biz seyirci olarak bu filmleri izlemek istiyoruz desinler. Ya da devletin buna bir şekilde müdahale etmesi gerekli, haftada en az bir bağımsız filmin en az 200 salonda dağıtılması için zorunluluk getirilsin. Şu an Cinemaximum inanılmaz büyük bir tekel. O filmi dağıtmak istemediği zaman sizin filminizi sokabileceğiniz salon sayısı 30’u geçmiyor.”


Dr. Vitrinel: Bütün filmler birbirinin aynı, çöküşe gidiyoruz

Emel Altay

Marmara Üniversitesi İletişim Fakültesi Sinema Televizyon bölümü mezunu. Bir süre dizi setlerinde sanat yönetmeni asistanlığı yaptı. Dergi sektöründe 6 yıl muhabirlik ve editörlük alanlarında dirsek çürüttü. Mart ayında karşılaştırmalı edebiyat yüksek lisansı sevdası ile işinden ayrıldı. O günden beri çeşitli mecralara kültür sanat odaklı içerikler üretiyor.

Journo E-Bülten