GAZETECİLİK

Muhteşem hikayelerin kahramanıydı: GARBİS ÖZATAY

Fotoğraf uğruna vurgun yiyerek mesleğe başlayan biri şartları zorlamaktan kaçınır mı? Garbis Özatay, hep içinde bulunduğu şartları zorlayarak fotoğraf çekti. O fotoğraflar tarihe geçti. Bir de o fotoğrafların çekim hikâyeleri vardı. Basın tarihimizin sayfalarını oluşturan hikâyeler.

Usta fotoğrafçı (kendisi foto-muhabiri demeyi tercih ederdi) Garbis Özatay, tam da Dünya Fotoğrafçılık Günü’nde, 19 Ağustos’ta bu dünyaya veda etti. Sakin, ağırbaşlı, mütevazı kişiliğinin altındaki incelikli nüktedanlığını bilenler, Garbis Abi’nin mizacına uygun vedasını mutlaka akıllarına getirmiş, büyük ihtimalle “Nasıl da veda edecek günü buldu” demişlerdir.

Bugün, Kadıköy Çarşı’da kimbilir kaç kez birlikte önünden geçtiğimiz Surp Takavor Ermeni Kilisesi’nde düzenlenen törenle son yolculuğuna uğurlandı. Garbis Abi’yi uğurlamak, veda etmek kolay değil. Bir yazıyla güle güle demek, mesleğimizin olmazsa olmazlarından…

2000’lerin başında, Kadıköy henüz bu kadar gözde bir yer değilken Garbis Abi ve Hızır Tüzel ile birlikte vapur arkadaşlığı yapardık. Üç kişilik bu küçük grubun hikâye anlatıcısı Hızır Abi’ydi. Sonra bir gün, “Asıl hikâyeler Garbis’te, biraz da o anlatsın” deyiverdi. Meslekteki ustalardan biri olduğunu ondan sonraki süreçte kavradım.

Rekabeti seven, iyi bir fotoğrafın kokusunu aldığı zaman peşini bırakmayan biri olduğunun işaretleri o hikâyelerde saklıydı. Kararlılık mı yoksa inatçılık mı, ne demeli bilemiyorum ama “o” fotoğrafı çekmek için bütün şartları zorlardı.

90’lardaki meşhur Kardak krizinde, bir balıkçı teknesi kiralayıp o küçükcük adaya çıkan Türk askerlerinin fotoğrafını çektiğini biliyordum. Lakin Hızır Abi’nin “O bir şey değil. Öyle bir fotoğraf çekti ki, Türkiye’yi krize soktu” demesiyle Garbis Abi’nin ağzından Ürdün Kralı Talal bin Abdullah’ın, İstanbul’da Ortaköy Şifa Yurdu Hastanesi’nde kalırken çektiği fotoğrafın hikayesini de öğrendim.

Kral Talal’ın fotoğrafını çekmek için neler yaptı?

Bilenler vardır tabii, hastalığı nedeniyle tahtan feragat eden ya da ettirilen Ürdün Kralı Talal bin Abdullah, 1970’lerde gizli bir şekilde İstanbul Ortaköy’deki Şifa Yurdu Hastanesi’nde kalıyor. Garbis Abi o yıllarda Türk Haberler Ajansı’nda. Şefi de Kadri Kayabal. Üç beş ABD’li fotoğrafçı kralı çekmek istemiş ama yakalanmış ve sınır dışı edilmişler. Garbis Abi ile Kayabal, “Kralın hastanede fotoğrafı çekerdin çekemezdin” diye iddialaşıyorlar.

Kralı’ı görüntülemeyi kafasına koyan Garbis Abi, birkaç kez hastanenin etrafında dolaşıp  bakıyor duruma. Anlaşılıyor ki içeri girmesi gerek, başka yolu yok. Ajans’tan yıllık izin alıp tebdili kıyafet çıkıyor hastanenin sahibi Dr. Asım Onur’un karşısına. İşe ihtiyacı olduğunu, bahçıvan olarak çalışabileceğini söylüyor. Asım Bey de “Tamam” diyor. Bahçıvan olarak başlıyor çalışmaya ama ortada ne Kral Talal bin Abdullah var ne de başka hastalar. Çalışanlara soruyor “Kime hizmet ediyoruz biz” diye. O zaman Kral Talal’ın gerçekten de hastanede kaldığını, ezan okununca odasının balkonuna çıkıp selam verdiğini, bir gören olmasın diye hastanenin karşısındaki mescidin bile kapatıldığını öğreniyor.

Başlıyor planını ince ince dokumaya…

Önce bir teybe ezan sesini kaydediyor. Sonra bu kaydı kralın kaldığı odanın yakınlarındaki bir ağaca yerleştiriyor. Mesai bitip hastanede el ayak çekilince, kralın odasını karşıdan gören başka bir ağaca da kendisi çıkıp beklemeye başlıyor. Teypteki ezan okunmaya başlayınca, Kral Talal bin Abdullah odasından çıkıp selam veriyor, Garbis Abi de asılıyor deklanşöre…

Fotoğraf tamam ama bu fotoğrafı hastaneden nasıl çıkaracak? Ağaçta bekliyor bir süre, ortalık iyice sakinleşince de çıkıyor hastaneden. Gidiyor yıkıyor filmi, kontak baskı alıp Kadri Bey’in masasına bıkarıyor. O fotoğraf sayesinde bütün dünya Kral Talal bin Abdullah’ın Türkiye’de bir hastanede olduğunu öğreniyor. Garbis Abi’nin başarısı büyük. Ödül de alıyor.

Lakin bu fotoğraf diplomatik krize sebep oluyor. Dönemin Dışişleri Bakanı İhsan Sabri Çağlayangil, Garbis Abi’ye bu fotoğrafı çektiği için nahoş bir tavır bile sergilemiş. Ama aynı bakan yıllar sonra, belki de yaptığının yanlışlığını anladığından, Garbis Abi’nin bir ricasını yerine getirmiş:

İran Şahı Rıza Pehlevi, 1970’lerde Türkiye’ye geldiğinde Garbis Abi takip etmiş onu. Çektiği fotoğraflardan birkaçını Çağlayangil’e vermiş Pehlevi’ye ulaştırması için. Çağlayangil de ulaştırmış. Pehlevi çok sevmiş fotoğrafları ve Garbis Abi’yi İran’daki doğum günü kutlamasına çağırmış. Orada da şahın fotoğrafını çekmiş. “Çok kapı açtı çektiğim fotoğraflar” demişti bunun üzerine.

Her zaman itinayla şartları zorlayan bir usta

Grubun en sevdiği hikâye, Garbis Abi’nin kibrit kutusundan fotoğraf makinesi yapıp TBMM’deki basına kapalı oturuma sokmasıydı. Hatta nasıl yaptığını da anlatmıştı. Onun hem fotoğrafın doğasına hakimiyetinin hem de inatçılığının bir başka göstergesiydi bu olay. Söz konusu oturumu gazeteci olarak dinlemek serbestmiş ama görüntü almak yasak. O nedenli içeri fotoğraf makinesi alınmıyor. Garbis Abi de meslektaşları haber atlatacak endişesiyle, kibrit kutusundan fotoğraf makinesi yapıp oturumdan fotoğraf çekmeyi başarıyor. Yasak nedeniyel o kareler kullanılmamış ama kendisinin sınırları nasıl zorlayabileceğinin bir kanıtıdır herhalde.

Fotoğraf uğruna vurgun yiyen bir gazeteci

Gelelim foto-muhabir oluşunun hikâyesine… Yıl 1966, Garbis Abi Yeniköy’de oturuyor. Bir kuyumcu atölyesinde çalışsa da fotoğrafçılıkla ilgileniyor. Ara Güler’le de ahbap. Bir gün  Yeniköy vapuru, “Yeni Galatasaray” isimli motorla çarpışıyor. Garbis Abi bir sandalla açılıp sualtına dalıyor ve batan motorun fotoğrafını çekiyor. Fazla derine daldığı için bu esnada hafif vurgun da yiyor. Kendisini denizden çıkarıyorlar ama onun aklı bu fotoğrafları yayınlatmakta. Ara Güler’e gidiyor. Ara Güler bakıyor fotoğraflara, sağlam bir iş olduğunu anlayıp Hürriyet Haber Ajansı’na yönlendiriyor onu. Fotoğraflar yayınlanıyor. Sonrasında isterse ajansta çalışabileceği söyleniyor. Böylece Garbis Abi 1966’da basına giriyor.

Abdi İpekçi’nin mirası!

Meslekte hep fark yaratan fotoğrafçılardan biriydi Garbis Abi. Zaten bu sayede Hayat Mecmuası’nda çalışırken çektiği fotoğraflar ile Milliyet Genel Yayın Yönetmeni Abdi İpekçi’nin dikkatini çekiyor. Abdi Bey’in “Hayat Mecmuası’nda bir çocuk çalışıyor, onun fotoğrafların beğeniyorum, sorun bakalım Milliyet’te çalışır mı?” demesiyle Milliyet’e transfer oluyor. Ki bu hikayeyi hep gururlanarak anlatır, hatta biraz da Hızır Abi’ye nispet yapardı!

Bizimkisi bir vapur arkadaşlığıydı. Kadıköy tayfası olarak vapurla Sirkeci’ye iner, oradan Doğan Medya Center’a bizi götürecek servise binerdik. Hızır Abi ile ben Radikal’de, Garbis Abi hâlâ Milliyet’teydi.

Onunla çalışan meslektaşlarım Garbis Abi’yi daha iyi anlatacaklardır elbet. Ama şimdi düşününce bir kez anlıyorum ki, giden hikâyeleriyle birlikte gidiyor. Hızır Tüzel’in, Garbis Özatay’ın hikâyeleri aslında basın tarihimizin sayfaları. Onları da bu hikâyeleri de unutmamak gerek.

Etiketler

Olkan Özyurt

2000 yılında Radikal gazetesi kültür-sanat servisinde gazeteciliğe başladı. 2008’de Sabah gazetesine geçerek kültür-sanat sayfasının yönetimini üstlendi. 2012'de hafta sonu eklerine geçti. 10Haber.net’te kültür sanat şef editörü olarak çalıştı. Sinema ile ilgili yazıları ve film eleştirileri Arka Pencere, Empire Türkiye, Sinema dergilerinde yayımlandı.

Journo E-Bülten