Söyleşi

İnci Ertuğrul: Yeni bir TV yayıncılığı modeli benimsenebilir

İnci Ertuğrul, koronavirüs günlerinde dahi canlı yayınları sürdüren az sayıda programdan biri olan Gerçeğin Peşinde’yi sunuyor. “Meslek hayatımda en zorlandığım dönemi yaşıyorum. 30 yıldır bu sektördeyim ve geride bıraktığım 1.5 ay sanki 15 yıllık çalışmaya bedel” diyen Ertuğrul ve program ekibiyle, salgının televizyonculuğa etkisini konuştuk.
Ertuğrul’a göre salgın sonrasında “yeni bir televizyon yayıncılığı modeli” benimsenebilir. Ekibinden Berkay Demirel ise “TV programları uzun süre seyircisiz devam edebilir” diyor. Bu arada Türkiye çapındaki salgın önlemlerinin olumlu bir sonucu olarak kayıp insan vakalarının azaldığını da öğrendik.

Yayın yapısı gereği televizyon kanallarının evden yürütülebilecek işleri, gazetelere kıyasla daha az. Bu nedenle COVID-19 küresel salgınının medya sektöründe en çok etkilediği alanlardan biri televizyon.

Birçoğu stüdyoya konuk ve izleyici alarak yapılan gündüz kuşağı canlı yayınları bu olumsuz etkiyi daha da sert hissediyor. Yaşananlar, medya sektöründe işsizliğin salgın süreci gerekçesiyle daha da artabileceğini endişesini körüklüyor.

Türkiye’de ilk vakanın tespitiyle birlikte yayına ara vermek zorunda kalan programlardan biri de Star TV ekranlarında yayımlanan Gerçeğin Peşinde oldu. İki haftalık aradan sonra tekrar izleyiciyle buluşma kararı alan programın sunucusu İnci Ertuğrul ve ekip arkadaşlarıyla, tekrar ekranlara dönme motivasyonlarını ve dönüşen TV yayıncılığını konuştuk.

COVID-19 pandemisi ile başlayan karantina süreci, televizyon dünyasını ve sizin programınızı nasıl etkiledi?
Son günlerde en sık duyduğumuz cümle; “Hiçbir şey eskisi gibi olmayacak.” Bu yayıncılıkta da böyle. Pandemi sürecinde en çok etkilenen alanlardan biri televizyon dünyası. Çünkü televizyonculuk doğası gereği evden yönetilecek bir yapıda değil. Gündemi takip eden muhabirler sahada, pek çok farklı noktada haber peşinde koşuyor, röportajlar yapıyor, kameramanlar görüntü çekiyor. Tüm bunları seyirciye aktaran bir sunucu, kameramanlar, kamera arkasında bir stüdyo ve reji var. Dolayısıyla tüm bu alanlarda çalışan ve süreçleri yöneten kalabalık bir ekip var. Ve bu insanlar aslında kendi hayatlarını da riske atarak işlerine devam ediyorlar.

‘TV yayınları durursa toplum psikolojisi çöker’

Evlerine kapananlar ne olup bittiğini öğrenmek için televizyon karşısına geçiyor. Bu kritik süreçte hem dünyada olup biten tüm gelişmeleri insanları paniğe sevk etmeden, hem de onları dikkatli olmaya çağırarak yayıncılık yapmak gerekiyor. Çünkü televizyon yayınlarının durması psikolojik olarak toplumu bir çöküş sürecine ve beraberinde bir paniğe sevk edebilir. Bunun yanında dünyada yaşanan teknolojik gelişmeler, televizyon yayınlarının bir kısmına olumlu bir katkı da sundu. Gazeteciler konuklarına dijital platformlar vasıtasıyla evlerinden bağlandılar. Aslında süreç, uzun süredir konuşulan dijital dönüşümü de beraberinde getirdi, bir zorunluluk hâliyle…

Bizim programımız da koronavirüsten en çok etkilenen programlardan biri oldu. Tamamen gerçek insan öykülerini ekrana yansıttığımız için her gün Türkiye’nin dört bir yanından gelen konuklarımızı stüdyomuzda ağırlıyoruz. Konuklarımızın ulaşımı ve konaklamasından biz sorumluyuz. Karantina süreciyle birlikte seyahat yasağı geldi ve bunların çoğundan vazgeçmek zorunda kaldık. Hem konuklarımızın birbirlerine bulaştırma riski var, hem de kanal çalışanlarına. Bu yüzden birtakım tedbirler almak gerektiğini fark ettik ve kanal yönetimiyle yaptığımız istişareler sonucunda programa bir süre ara verdik.

‘İlk defa seyircisiz yayın yaptım, kendimi çok yalnız hissettim’

Tam da diğer kanallardaki gündüz kuşağı programları ara vermişken, sizin tekrar başlama motivasyonunuz neydi?
Aslında programa ne kadar ara vereceğimizi ben de bilmiyordum, çünkü bütün dünya COVID-19 nedeniyle bir bilinmezi yaşıyordu. Bir süre koymadık, çünkü o süre içerisinde programa başlayamasak bu sefer seyriciden başka sorular ve yorumlar alırdık, onların endişelerini çoğaltabilirdik.

Türkiye’de ilk vaka tespitinden sonra gündüz kuşağında seyircili programlar arasında stüdyoya seyirci almayı bırakan ilk program biz olduk. Çünkü yaklaşık 60 kişilik bir seyirci grubumuz var ve hepsi belli bir yaş grubunun üzerinde insanlar. İstanbul’un farklı semtlerinden, farklı sosyal hayatları ve sosyal çevreleri olan insanlar her gün Star TV’ye geliyorlardı.

Stüdyomuz Doğuş Grubu’nun kendi binası içerisinde ve yüzlerce çalışanın olduğu iş merkezi. Hem kendi konuklarımız, seyircilerimiz, hem de çalıştığımız kurum açısından risk oluşturmamak adına, önce programa seyircisiz devam etme kararı aldık. Bizim formatımızdaki programlar için seyircilerin varlığı çok önemlidir. İlk defa seyircisiz yayın yaptım ve stüdyoya girdiğimde kendimi çok yalnız hissettim. Meğer seyircilerimiz programa enerjileriyle ne çok katkı sunuyorlarmış.

‘Bu süreçte kesinlikle kimseyi işten çıkarmadık’

Tüm bunlara rağmen mesleğe ilk başladığımda bana öğretilen “ne olursa olsun yayın devam etmeli” anlayışı, programa tekrar başlamam için beni motive eden şey oldu. İki haftalık aradan sonra stüdyomuzu kanal dışına taşıdık ve daha küçük bir stüdyoda, daha küçük bir ekiple programımıza kaldığımız yerden devam ediyoruz. Üç saatlik bir canlı yayın ortaya koyduğumuz için fiziki olarak işe gelmek zorundayız ama [ofisteki] çalışan sayımızı neredeyse yarıya düşürdük, arkadaşlarımızın bir kısmı evden çalışmaya devam ediyor. Bu süreçte kesinlikle kimseyi işten çıkarmadık.

İşe gelenler için de gereken fiziki tedbirler almaya çalıştık. Sosyal mesafemizi koruyoruz ve konuk sayımız normalde 10 kişi iken şimdi bir ya da iki konuğumuz oluyor. Canlı bağlantılarla yayını götürmeye çalışıyoruz. Aslında sahip olduğumuz imkânların çoğundan (hem teknik hem de çalışma şartları) yoksun bir durumda işimizi en iyi şekilde yapmaya çalışıyoruz.

“Bulduğumuz kayıp çocuklar ‘İyi ki devam ediyoruz’ dedirtti”

Zor olmuyor mu bu süreçte her gün üç saatlik bir canlı yayın çıkarmak?
Tüm bunların yanında meslek hayatımda en zorlandığım dönemi yaşıyorum. 30 yıldır bu sektördeyim ve geride bıraktığım 1.5 ay sanki 15 yıllık çalışmaya bedel diyebilirim. Çünkü bunun çok farklı yükleri var. Tüm tedbirleri almış olsak bile sonuçta ben de insan olarak hayatımdan endişe ediyorum. Evde beni bekleyen bir kızım var ve tüm tedbirlere rağmen ona hastalık bulaştırma endişesi taşıyorum.

Ailemle görüşmeyi kestim, aylardır yanlarına gidemiyorum. Onlar da programa devam ediyor olmamdan dolayı endişeli. Buna rağmen mesleki bir hassasiyet olsa gerek; insanları bir araya toplayan, ailelerin hem eğlence hem de haber alma aracı olarak ağırlığını koruyan televizyon yayınlarının devam etmesinden yanayım. Çünkü bu kadar olağanüstü değişikliklere gidilmesi ekran karşısındaki seyircinin de paniğe kapılmasına sebep olur. Zaten bu düşüncelerle biz programımıza kaldığımız yerden devam ettik. Bu dönemde buduğumuz kayıp çocuklar ve gençler de, “İyi ki devam ediyoruz” dedirtti.

‘Kayıp başvurularında bir düşüş var’

Koronavirüs tedbirlerinin artmasıyla kayıp vakalarında bir azalma oldu mu? Konu bulmakta zorlanıyor musunuz?
Konu bulmakta zorlanmıyoruz ama programımıza yapılan kayıp başvurularında koronavirüs öncesine göre bir düşüş var. Sokağa çıkma yasakları evden kaçma niyetinde olanlar için engelleyici bir unsur olabilir.

Konu bulmanın ötesinde kişilere erişim açısından sıkıntılar yaşıyoruz. Şehirlerarası seyahat yasağı olması sebebiyle ekipteki arkadaşlarımızın şehir değiştirmesi kolay olamıyor. Hatta bazen muhabir arkadaşlar, kendileri çekiyor, sunuyor ve yayına yine kendileri bağlanıyor.

Bu süreç aslında zor durumda kalındığında insanların nelerin üstesinden gelebildiğini de göstermiş oldu. Ve sanırım kalabalık program ekipleri ve büyük binalardan yapılan yayınlar yerine, teknolojinin sağladığı imkânlarla tekil yayıncılığın yaygınlaşmasına da vesile oldu.

‘Televizyonun büyük kitlelere ulaşma gücünden faydalanıyoruz’

Yıllar geçmesine rağmen çözülemeyen cinayetleri çözüyor, günlerce bulunamayan kayıpları buluyorsunuz? Bunu nasıl başarıyorsunuz?
Doğru kullanıldığında televizyonun çok büyük bir gücü var. Özellikle bizim formatımızdaki programlar için televizyonun gücü asla yadsınamaz. Yıllardır çözülemeyen cinayetleri çözmemizde, bulunamayan kayıpları bulmamızda televizyonun büyük kitlelere ulaşabilme gücünden faydalanıyoruz. Hem seyircilerimizden gelen ihbarlar hem de kolluk kuvvetleri ile olan dirsek temasımız konuları çözüme kavuşturmamızı sağlıyor.

Kolluk kuvvetleri çalışmaların ne kadar titizlikle sürdürüyor olsa da ülke genelinde anında bir arama yapma imkânına sahip değiller. Ama biz televizyon ekranında bir fotoğrafı paylaştığımızda Türkiye’nin en ücra köşesindeki bir insan bile bunu görüp hemen bildiğini bizimle ya da kolluk kuvvetleri ile paylaşıyor. Böylece yıllardır aranan bir kayıp dosyasını çözüme kavuşturuyoruz.

‘Programımızı sosyologlar ve aile bakanlığı yetkilileri izlemeli’

Gerçeğin Peşinde programının toplumda nasıl bir karşılığı var? Topluma nasıl bir fayda sağlıyorsunuz?
Biz aslında topluma ayna tutuyoruz. Çünkü anlattığımız her şey gerçek ve bizim hikâyelerimiz. Her birimiz farklı şartlarda yetiştik, farklı eğitimler aldık, farklı sosyal ortamlarda büyüdük, değişik düşünce ve inanç yapılarına sahip olabiliriz ama hepimiz bu ülkenin bir bireyi, bu toplumun bir parçasıyız. Bu hikâyeler bizim ailemizde, komşularımızda, yakın ya da uzak tanıdıklarımızda veya tanımadıklarımızda yaşanan hikâyeler. Dolayısıyla sırtımızı dönüp gidemeyiz.

Yaşananlar hepimizi etkiliyor. Bu nedenle programımızı özellikle politikacılar, sosyologlar ve aile bakanlığı yetkilileri izlemeli. Çünkü toplumun içinde bulunduğu durumla ilgili net fotoğraflar var programda. Toplumda hangi sıkıntı daha ön planda, buna dair gözlem yapılmasını sağlayan bir program.

Ben bir sosyolog değilim ama bir programcı olarak toplumda yaşanan değişimi, aile gibi değerli kavramlardaki çözülmeleri çok net gözlemleyebiliyorum. Bu yüzden programımızın, toplumsal çözüm odaklı politika üretenlere kolaylık sağlayacağını düşünüyorum. Bireysel bir hikâyeden toplumun geneline ayna tutmuş oluyoruz. İşlediğimiz ibretlik konular, izleyicilerimizin bilinç kazanmasına katkı sunuyor. Bu da bizim başarı karnemiz olan reytinglerimize yansıyor.

Sarsıcı konular odağında bir televizyon haberciliği haberciliği yapıyorsunuz. Bu durum sizi zorlamıyor mu? 
Gerçeğin Peşinde Star TV’de, yani özel bir kanalda yayınlanıyor ama yaptığımız programın içeriği gereği biz kamu hizmeti yapıyoruz. 30 yıllık meslek hayatım boyunca her gün ekran karşısına bu bilinçle çıktım. Fakat profesyonel olarak bu işi yapıyor olmama rağmen insanların yaşadıklarını fazla içselleştiriyorum ve bir insan olarak çok etkileniyorum.

Yıllar önce psikolojik olarak yıprandığım bir dönemde bu formatta çalışmaya ara verdim ve farklı işler yaptım. Ama sonra bu programların doğru işlendiğinde nasıl güzel sonuçlar alabildiğini bildiğim için teklif geldiğinde yeniden aynı formatla ekrana döndüm ve seyircilerle buluştum.

Tek bir çocuğu bulmak, tek bir kadının şiddet gördüğünde ne yapacağını bilmesine ve hayatta kalmasına katkı sağlamak, anne babalara çocuklarının geleceği için fikir vermek ve bir ufuk açmak bile bütün bu sürece değer diye düşünüyorum. Çünkü aile sıcaklığını hissetmeden, aile sevgisini yaşamadan hayata eksik başlayan çocukları gördüğümde gerçekten büyük üzüntü duyuyorum ve acı çekiyorum.

Televizyonun dönüşümü bildiğiniz gibi değil: Doğru bilinen yanlışlar

‘Televizyonun ilk yıllarında yaptığımız programları çok özlüyorum’

Basın ve medya sektöründe birçok değişimi yakalayan bir gazetecisiniz. Televizyonun ilk yılları ile kıyasladığınızda böylesi bir değişimi hayal eder miydiniz?
Benim mesleğe başladığım dönemde Türkiye’de yayıncılık TRT tekelindeydi, henüz özel yayıncılığa izin verilmemişti. Dolayısıyla bütün bu değişim sürecine şahitlik etmiş biriyim. Gerek kamu yayıncılığını, gerek özel televizyon yayıncılığını yakinen bilen biriyim. Özel radyoda çalışan ilk kişilerden biriyim. 30 yıl öncesine dönüp baktığımda böylesi bir değişimi, dönüşümü hayal bile edemezdim.

Ama şunu üzülerek söylemek durumundayım: Eskiden çok daha dolu içerikli programlar hazırlanırdı. Farklı insanların bilgisini, uzmanlığını yansıtacağı içerikler oluşturduk ve ekran başındaki izleyenler hem eğlenir, hem bir şeyler öğrenip kendilerine katkı sağlayabilirlerdi. Evet, televizyon özel sektör açısından baktığımızda ağırlıklı olarak bir eğlence aracı ama bizim gibi genç nüfusa sahip ve gelişme sürecinde olan ülkeler için eğlence özelliğini tek başına bıraktığımızda o kısırlık ekran başındaki seyirciyi olumsuz etkileyebiliyor. Televizyonun ilk yıllarında yaptığımız programları çok özlüyorum.

‘Geleneksel medya yeni medyaya karşı kan kaybediyor’

Peki geleneksel medya ile yeni medya arasındaki rekabeti nasıl yorumluyorsunuz?
Geleneksel medya, yeni medyaya karşı kan kaybediyor. Her geçen gün dijitalleşen ve teknolojik yeniliklerin yaşandığı dünyada okuyucu ve izleyici alışkanlıkları da hızla değişiyor. Akıllı televizyonlar ve akıllı cihazların yaygınlaşmasıyla birlikte, yayın akışını dayatan bir ekranı izlemek istemiyor insanlar.

Pek çok yeni mecra ortaya çıktı. Sosyal medyanın, hayatımızı böylesine etki altına aldığı bir dönemde, geleneksel olan her şeyin dönüşmesi de kaçınılmaz. Artık gazetelerden okumuyoruz dünyadaki gelişmeleri. Haberleri sosyal ağlar üzerinde takip ediyoruz ve gazete manşetleri Twitter’da atılıyor. Haber içerikleri çok manipüle edici bir hal aldı. Bilgiye ulaşmak kolay ama gerçek bilgiye ulaşmak zor. Ancak belli bir bilince sahip bir medya okuryazarı olabilirsek gerçek haberi, manipüle edilen haberden ayırabiliyoruz.

‘Yeni bir televizyon yayıncılığı modeli benimsenebilir’

Bunun yanında özellikle yeni nesil televizyon izlemiyor, belli gibi platformların sunduğu içerikleri tüketiyor. Genç izleyici kitlesini yeni mecralara kaptıran televizyon kanalları uzun süredir bu sorunla mücadele ediyor. Eskisi kadar yüksek maliyetli işler yapma şansı yok.

Televizyonların reklam pastasından aldığı payın büyük bir kısmı artık yeni medya mecralarını kaydı ve geleneksel televizyonculuk anlayışıyla çalışanların gelirlerinde bir azalma oldu. Hem bununla mücadele etmek, hem kaliteli içerik üretmek, hem de seyirciyi ekran başında tutmak büyük bir açmaz. Bu süreçten biraz daha sadeleşerek çıkacak televizyonlar.

İLGİNİZİ ÇEKEBİLİR – KARANTİNADA HABER NASIL İZLENİYOR? 

Fakat karantina günlerinde şunu gördük: İnsanlar gün içerisinde farklı iletişim kanallarını seçseler de, telefonlardan ve bilgisayarlardan değişik içerikler izlerseler de akşam saatlerinde yine “aile” dediğimiz kavram ağırlıklı olarak ekran karşısında buluşuyor. Bu da televizyonun hâlâ diğer alanlara göre daha güvenilir ve daha güçlü olduğunu bize gösteren bir unsur. Belki de koronavirüsten sonraki “yeni normal” dediğimiz süreçte yeni bir televizyon yayıncılığı modeli benimsenebilir. Mesela dizi bütçeleri daha düşük olabilir.

‘Hiçbir zaman mesleğime küsme noktasına gelmedim’

“Gazetecilik zor meslek ama vazgeçmek de zor” der hep duayen gazeteciler. Keşke başka bir meslek seçseydim dediğiniz zamanlar oldu mu?
Hepimizin meslekte hayal kırıklıkları yaşadığını anlar oluyor. Emek verip karşılığını alamadığımız, anlaşılmadığımızı düşündüğümüz ya da yaptığımızın asıl yapmak istediğimiz şey olmadığını düşündüğümüz anlar. Zaman zaman küstüğüm oldu ama hiçbir zaman mesleğime küsme noktasına gelmedim. Zaten böyle olsaydı 30 senedir bu sektörde barınamazdım.

Ben radyodan gazeteciliğe, spikerlikten program sunuculuğuna ve mesleki tecrübelerimi aktardığım öğretim görevliliğine kadar bu sektörün her alanında çalışmış biriyim. Bu açıdan çok yönlü işler yaptığımı söyleyebilirim, bundan da büyük haz duyuyorum. Geriye dönüp baktığımda, üniversiteyi bitirdiğim yıl hukuk fakültesi okumak istemiştim, bunu yapmadığım için pişmanım. Uzun yıllardır da kafamın bir köşesinde peşimi bırakmayan bir hayalim var. Sanat tarihi okumak ve bir yerde bir kazı çalışmasına dâhil olmak hayalim. Ömrüm olursa sanat tarihi okumayı istiyorum ve plan yapmam ama hayallerimi seviyorum.

‘Bu süreçte işsiz kalmak hepimizin endişesini arttıracaktı’

Şimdi de İnci Ertuğrul’un ekip arkadaşlarına kulak verelim. İnsanların hayatına dokunan haberlerin toplumsal faydasını tecrübe ettiğini belirten, haberci kökenli Uygulayıcı Yapımcı Cavit İlhan, koronavirüs sürecinde deneyimlediği yayıncılığı şöyle özetliyor:

“Gerçeğin Peşinde’nin formatı gereği acı veren insan hikâyelerini ekrana taşıyoruz. Bize başvuran ve programımıza katılan konuklarımız da acılarına çare olmamızı istiyorlar. Programa ara verdikten sonra yarım bıraktığımız konularımız ve bizden yardım bekleyen insanlar vardı. Bunun baskısını çok hissediyorduk. Diğer yandan da kalabalık bir ekiple çalışıyoruz ve bu süreçte işsiz kalmak endişelerimizi daha da arttıracaktı. Üzerinde uzun uzadıya düşündük ve riskli olmasına rağmen önlemlerimizi alıp tekrar başlama kararı aldık. Programa başladık başlamasına ama koronavirüs hareket alanımızı oldukça kısıtladı. Mesela bir muhabir ve kameramanımız, bulundukları Mersin’den iki ay çıkamadı. İstanbul’daki muhabirlerimizi de karantina nedeniyle şehir dışına gönderemiyoruz. Bu yüzden araştırıp çözüme ulaştırmaya çalıştığımız konularda ilerleme kaydetmek oldukça zor oluyor.”

Soldan sağa: Taner Güven, İnci Ertuğrul ve Hasan Kocabey

‘Mersin’deki konuklarımız gelemeyince, ben Mersin’e gittim’

Programda hukuk danışmanı olarak yer alan Av. Hasan Kocabey, koronavirüs sürecinde işledikleri gerçek hikâyelerdeki kahramanları stüdyo konuğu olarak karşılarında göremedikleri için onları analiz etmekte zorlandıklarını ifade ediyor.

Programa konu olan mağdur veya suçluların duygularına inmek için onlarla birebir temas halinde olmak gerektiğini belirten Kocabey şunları söylüyor:

“Bu süreçte Mersin’den 17 yıldır kayıp olan kızlarını bulmamız için başvuran bir aile oldu ve biz onları stüdyo konuğu olarak alamadık. Kaybın yakınlarıyla gerçekleştirdiğimiz canlı bağlantılarda sorularımızı sorduk fakat aldığımız cevapların vücut diline yansımış hâlini gözlemleyemiyorduk. Bu sorunu çözmek için olay yerine gidip olayın kahramanlarıyla yüz yüze görüşmek gerekiyordu. Mersin’deki konuklarımız virüs nedeniyle gelemeyince, ben Mersin’e gittim. Tam tahmin ettiğimiz gibi farklı detaylar yakaladım ve olayın seyrinin çok farklı olduğunu anladım. Bundan sonrası için ihtiyaç halinde, virüs nedeniyle konuklarımız stüdyoya gelemeyecekse, ben programın hukuk danışmanı olarak olayın gerçekleştiği yere gideceğim.”

‘Yaşadığımız tarihi bir süreç’

Adli Tıp Uzmanı olarak programa danışmanlık yapan Dr. Taner Güven yayın sırasında önemli tespitlerde bulunurken günlük dilde herkesin anlayabileceği yorumlarıyla dikkat çekiyor. Programda işlenen bazı cinayet dosyalarıyla ilgili bilgi almak için adli makamların doğrudan kendisini aradığını belirten Güven şu ifadeleri kullanıyor:

“Raporlardaki tıbbi terminolojiyi anlayıp yorumlamak hukukçular ve kolluk kuvvetleri  için bazen zor olabiliyor. Ben arada tercüman görevini görüyorum ve adli makamlardaki teknik raporları inceleyip, halk diliyle yorumunu yaparak katkı sağlıyorum… 15 gün hiç evden çıkmadıktan sonra programa gelirken çok ürktüm. Koronavirüs sürecinde yayına devam etmek, kendine özgü cesaret isteyen bir durumdu. Çalışma süreci içinde stüdyoda seyirci olmaması zorlayıcı ve meydan okuyucu oluyor. Bunun yanında bilgilere istenilen sürede ulaşamamak ve eskiden alıştığımız tempoda çalışamamak zorlayıcı bir durum. Bunların haricinde yaşadığımız süreç tarihi bir süreç. Hayatta kalırsak, yani 2021’i görebilirsek çocuklarımıza, torunlarımıza anlatacağımız bir süreç.”

‘İstihbarat ekibinin yarısı evden çalışıyor’

Senaryosu olmayan gerçek yaşamları ekrana yansıttıklarının altını çizen, işin hem mutfağı hem de belkemiği birimi olan istihbarat ekibinden Kadriye Karademir durumu şöyle açıklıyor:

“Çözüme giden yolda ilk hamle, doğru habere ve yardıma gerçekten ihtiyaç duyan mağdurlara ulaşabilmek. İzleyicimiz de ekrana getirdiğimiz işe, bizimle aynı tutkuyla inandığında konuyu çözmekle ilgili bir derdi oluyor… Koronavirüs gündeminde çoğu mağdurumuzu stüdyoya getiremiyor ve saha koşulları sebebiyle zorlanıyoruz. Operasyonu ekip olarak bir arada yürütmenin önemi büyük. Önlemlerimizi alıp canlı yayına hazırlığımızı mecburen daha az kişiyle ancak olabildiğince birlikte yapıyor haberi ise yine sahada takip ediyoruz.”

“İstihbarat ekibimizin yarısı evden çalışıyor, dönüşümlü olarak görevlerimizi aksatmadan devam ediyoruz. Saha ekibimizin bu zor koşullara rağmen adeta kamp kurduğu olay mahallini, gerek izleyicilerimizden gelen, gerekse kendi araştırmalarımızla elde ettiğimiz yeni bilgilerle yönetmek de operasyonun en önemli ayaklarından birini oluşturuyor. Günün sonunda seyircimiz bu iş ortaklığının karşılığını, birine yardımcı olabilmenin, bir olayın çözümüne katkı sunabilmenin verdiği iç huzuru olarak alıyor.”

‘Koronavirüs sebebiyle stresimiz daha da arttı’

Programın formatı gereği fazlasıyla sarsıcı olaylara şahit olduklarının altını çizen editör Gürkan Öztekin de şu ifadeleri kullanıyor:

“Programa katılmak için başvuran insanların hikâyeleri genellikle kayıplar ve çözülmeyen cinayetler üzerine kurulu. Bizi son derece sarsan olayları çözmeye çalışmak zaten stresli bir işken, koronavirüs sebebiyle stresimiz daha da arttı. Fakat ben 25 senedir bu tarz haberlerin etkilerine maruz kala kala mesleki deformasyon denilen olayı bizzat yaşıyorum. Bu bir yanıyla da benim açımdan iyi. Çünkü her olaydan etkilenirsem bu işi yapamaz hâle gelebilirim. Ama bu benim işim ve hikâye anlatıcılığında duyguyu seyirciye nasıl geçiririm diye olaya bakıyorum.”

‘Eldiven ve maskemi görenler alaycı gülümsemelerle karşıladı’

Gerçeğin Peşinde ekibi muhabirlerinden Mehmet Şahin, yaklaşık iki aydır Mersin’de bulunuyor ve koronavirüs sürecinde sahada çalışmanın zorluklarını bizzat yaşayan bir gazeteci. İstanbul’dan yola çıkarken gerekli tüm önlemleri aldıklarını belirten Şahin, mikrofon süngerini ve tüm cihazlarını sirkeli su ile silip röportaj yaparken mesafeyi korumak adına cihaza uzatıcı bir aparat da taktığını söylüyor.

Cep telefonu ve mikrofon nasıl temizlenir?

Taşıyıcı olduğu takdirde haber yaparken hiç tanımadığı insanlara virüs bulaştırmaktan korktuğunun altını çizen Şahin, koronavirüs sürecindeki tecrübesini şöyle aktarıyor:

“Mersin’e geldiğimizde gereken önlemlerin alındığını görmek içimizi biraz olsun rahatlattı ama haber için gittiğimiz yer; hayvancılık ve çiftçiliğin yoğun olduğu ve Yörük hayatının benimsediği bir köydü. Şehirdeki ‘ciddiyet’ bir yana, eldiven ve maskemi görenler içten içe alaycı gülümsemelerle karşıladı beni ve kameraman arkadaşım Emre’yi. Hatta keçilerin yünlerini kırkan bir köylü abi elini uzatıp ısrarla tokalaşmak istedi. Bizdeki bilincin köydeki insanlarda olmamasına üzüldük. Çünkü biz oraya onların dertlerine cevap bulabilmek gittik, ancak onlar bizim hayatımızla oynadıklarının farkında değildi.”

‘TV programları uzun süre seyircisiz devam edebilir’

Yıllardır televizyon sektöründe çalışan prodüksiyon amiri Berkay Demirel, ekip arkadaşlarıyla beraber program konukları ve programdaki tüm iş süreçlerini yönetiyor. İstihbarattan gelen konuk bilgileriyle harekete geçtiklerini belirten Demirel, İstanbul dışından gelen konukların ulaşımı, konaklaması ve her türlü konforu için ekip arkadaşlarıyla birlikte canla başla çalıştıklarını söylüyor.

Demirel, koronavirüsle birlikte prodüksiyon giderlerine yeni kalemlerin etkilendiğine dikkat çekiyor. Dezenfektan, kolonya, maske, eldiven, siper maske ve koruyucu tulum gibi… Ayrıca çalışma alanları iki gün arayla özel olarak steril edilmeye başlamış.

Programın seyircisiz devam etmesiyle iş yüklerinin azaldığına dikkat çeken Demirel, “Bizim iş yükümüz hafifledi ama seyircisiz stüdyo çok sessiz ve bu hepimizin enerjisine yansıyor. Gündüz kuşağı programlar için seyirci önemli ama sağlık her şeyden daha önemli. Bu nedenle TV programları uzun süre seyircisiz devam edebilir” diyor.


İLGİNİZİ ÇEKEBİLİR – STÜDYOSUZ YAYINCILIK

Nurcan Çalışkan

Koceeli Üniversitesi İletişim Fakültesi Gazetecilik Bölümü mezunu. Gazeteciliğe 2006 yılında Yeni Şafak gazetesinde başladı. TRT Çocuk kanalını kuran ekipte yer aldı ve Haberin Olsun programında çocuk odaklı habercilik yaptı. Ardından dört yıl TRT Haber’de muhabirlik ve editörlük görevini sürdürdü. Aynı zamanda birçok STK’ya gönüllü olarak basın danışmanlığı yapan Çalışkan, gazeteciliğe sivil toplum haberciliği alanında devam ediyor.

Journo E-Bülten