Kitap

Sadece dekor değil: İyi bir kitaplık nasıl kurulur?

Türkiye'de bugünlerde televizyonların canlı bağlantılarında da, sosyal medya yayınlarında da, Zoom gibi uygulamalar üstünden yapılan telekonferanslarda da arka planda sık sık kitaplıkları görüyoruz (soldaki kolaj). ABD'li aktör Brad Pitt de komedi programı Saturday Night Live'ın geçen haftaki bölümündeki bir skeçte kitaplık önündeydi (sağda).

“Evde Kal” günlerinde, canlı bağlantılarda kişisel kütüphaneler fazla “görünür” olunca tartışma başladı. Gösteriş mi, mecburiyet mi? Hızla kutuplaşmaya dönen tartışmaya çok dokunmadan 10 adımda ilerleyelim: Bu kitaplıkların iyisi kötüsü olur mu? Olursa nasıl olur?

Kutuplaşma artık milli sporumuz. Bunu bir defa kabul edelim. Öyle “yüzde 50’yi evde zor tutuyorum” kutuplaşması da değil sadece. Biz artık ulus olarak çelişkilerin keskinleşmesinin beklenmediği noktalarda da kutuplaşabiliyoruz.

Yemek yazarı, gurme Vedat Milor, çok takipçili Twittter hesabında bunu mükemmelen göstermişti. Bu ülke, “menemen soğanlı mı soğansız mı olmalı” sorusunun etrafında kutuplaşabildi. Böyle bir mevzu tabii ki ki tartışılır, bu soru gayet de “mis” gibi bir sorudur. Ama tartışırken, soğanlı/soğansız tercihinin karşı taraftaki insanların hayatını tanımladığını söylediğinizde, bunu hele bir üstünlük meselesi haline getirdiğinizde, ortaya bir mikro-kutuplaşma gündemi çıkar.

Şimdi bu “Evde Kal” günlerinde bir başka mikro-kutuplaşmamız var. Malum, kimse televizyon stüdyolarına gidemediğinden canlı bağlantıların sayısı arttı; görüntülü podcast’ler var, eh, sıkıntıdan Instagram’dan yapılan yayınlar da var. Göze çarpan bir ortaklık (özellikle televizyon yayınlarında) evdeki kitaplığın, kişisel kütüphanenin önünde konuşmak. Bol kitaplı yayınlar yapılıyor şu sıra. Önde COVID-19 gündeminden bahsedilirken, arkadan koca koca ciltler akıyor.

Ama işte sosyal medya bir gayya kuyusu. Küçümseyen tespitler de bir yerlerden zehirli oklar gibi yağıyor: “İnsanlar kitaplarını milletin gözüne sokmak, ‘okuyom ben ya’ diyebilmek için kitaplıklarının önünde konuşuyorlar.”

Sonrası kutuplaşma. Diğer tarafın da eli armut toplamıyor elbette: “Evlerinde iki raf dolusu kitabı bile olmayanlar, kitabı olanlara çamur atmayı pek seviyor.”

Görgüsüzlük suçlamalarıyla süregiden bir kapışma. Sonu yok bunun.

* * *

Kendi adıma, bir itirafta bulunmak isterim (ki Twitter’da bu gündem hakkında kendimce atıp tutarken de bulunmuştum): Ben bu yayınlardaki kitapları, görüntü netse, tek tek inceliyorum. Zaten birinin evine, ofisine gidince de bir kitaplık görürsem, ne var ne yok bakıyorum hemen. Bu yüzden kitaplık önünde konuşulması çok hoşuma gidiyor. Anladığım kadarıyla yalnız da değilim.

Tartışma süredursun, bu yayınlar esnasında birçok kişisel kütüphane görmüş oldum. Bazıları çok düzenliydi; kitaplar birer asker gibi dizilmişlerdi. Bazılarında denetimli kaos hüküm sürüyordu. Bazı kitaplıklar epey renkliydi, bazıları sıradandı. Bence hepsi iyi görünüyordu. Önlerinde duranları da iyi gösteriyorlardı (“Zaten amaç da bu” diyenlere: İyi görünmek kötü bir şey değildir.)

Gelelim kitaplıkların kendini gösterme yollarına… Esas mayınlı alan aslında burası. Kimi kitapseverler için, az önce tarif ettiğim kutuplaşmadan çok daha tartışmalı bir konu bu. Herkesin kendi yolu ve formülü var. Bir kişisel kütüphane neler içermeli, nasıl dizilmeli, nasıl görünmeli ve onunla nasıl ilişki kurulmalı? Her birimiz iddialıyız. Her birimiz ABD’li efsanevi kütüphaneci, kitap raflarına artık evrenselleşen sistemi getiren Melville Dewey gibi bir formül öneriyoruz. Bazı formüller öne çıkıyor, bazıları sadece bize kalıyor.

Kütüphanelerin piri Arjantinli yazar Jorge Luis Borges ise, evlerdeki kişisel kütüphanelerin piri herhalde İtalyan yazar Umberto Eco’dur. Bakın ne güzel demiş Eco: “Kitap tıpkı kaşık, çekiç, tekerlek veya makas gibidir. Bir kere icat ettikten sonra daha iyisini yapamazsınız.”

Ama bir kitaplığı daha iyi kılabiliriz. Madde madde ilerleyelim.

İllüstrasyon: Alexander Kislov

1. Tahtaya önce Dostoyevski’leri yazanlar

Önce genel öneriler. Notos Öykü’nün 10 numaralı sayısı (Haziran-Temmuz 2008) bu konuda rehberimiz olacak (Bu nefis sayı evinizde yoksa, hiç dışarı çıkmadan da edinebilirsiniz, örneğin Google Play’de bulunabiliyor ve elektronik ortamda çok rahat okunabiliyor). Orada Murat Belge’ye “iyi bir kütüphanede bulunması zorunlu kitaplar” sorulmuş. Doğru isim, geniş cevap. Buyurun:

“Mesela bütün Dostoyevskiler olmalı. Sonra Rus edebiyatını sayınca, Tolstoy, Gogol, Turgenyev gibi sayı tamam oluyor. Bunlardan da kitaplar olmalı. Faulkner’in ‘Ses ve Öfke’sini sayabilirim. Shakespeare mutlaka olmalı. Macbeth, Hamlet gibi. Sonra Marx, Descartes mutlaka bulunmalı. Orhan Pamuk’tan ‘Benim Adım Kırmızı’yı çok severim. Onun ‘Yeni Hayat’ı pek sevilmez ama, Türkiye’nin demiryolundan karayoluna geçişini anlattığı için o kitabı da severim, o da bulunabilir. James Joyce’dan Dublinliler de kitaplıkta bulunabilir. Márquez de sayılabilir.”

2. Mark Twain ölçeği

Aynı dosyada şair Şavkar Altınel, “‘iyi kitaplık’ diye bir şey olamayacağını işin başından kabul ederek” meseleye farklı ve ilginç bir yerden yaklaşmış:

“Bir kitaplık kendi içinde ‘iyi’ olamaz, yalnızca sahibi ve kullanıcısı için ‘iyi’ olabilir. Mark Twain, iyi bir kitaplığın Jane Austen’ın yapıtlarına yer vermeyerek kurulabileceğini, böyle bir kitaplığın, başka hiçbir kitap içermese bile, Austen’inkileri de içermeyeceği için gene de iyi bir kitaplık olacağını söyler.”

Bence sağlam bir fikir veriyor.

3. AnaBritannica olmadan olur mu?

Eski kitaplıkların demirbaşlarını hatırlayalım. Ansiklopediler. Doksanlı yılların başında gazetelerin müthiş bir rekabet içine girerek verdikleri ve bu sayede rekor tirajlara ulaştıkları ansiklopediler mesela. Sabah’ın Meydan Larousse’u, Hürriyet’in Temel Britannica’sı, Milliyet’in Büyük Larousse’u. Ya da bu ansiklopedilerin kuponsuz versiyonları. Hele fasikül fasikül biriktirilen, Şampiyonlar Ligi gibi bir kadronun hazırladığı, muazzam AnaBritannica. Sonra nostaljik ‘Hayat Ansiklopedisi.’ Okumaya yatkın çocukların gönlünü fetheden “Walt Disney – Bilgi Dünyasına Yolculuk” serisi. Rengârenk sırtlı yedi ciltten mürekkep “Altın Bilgi Ansiklopedisi” (Neden Niçin, Bu Nedir, Bu Nasıl Çalışır, Ne Nerededir, Kim Kimdir, Ne Olacağım, Bugün Ne Oldu). Atilla Özkırımlı’nın “Türk Edebiyatı Ansiklopedisi.” Sonra sözlükler, antolojiler, yıllıklar…

Nitelikli kitaplıklar bunlarla kurulurdu. Şimdikilerde hiçbiri yok. Yerine ne var peki: Wikipedia ve Google. Aynı şey mi? Kanaatim eskinin daha üstün olduğu ama başka bir tartışmanın konusu bu. Şimdilik bir not: Canlı bağlantılarda “eski tüfeklerin” kitaplıkları bunlarla doluydu. Görmek iyi geldi.

Harvard Üniversitesi’nin Widener Kütüphanesi’nde Britannica ansiklopedisi raflardaki yerini Wikipedia çağında da koruyor. Fotoğraf: Emre Kızılkaya, 15 Eylül 2019

Boyut da önemli işlev de

Hacimle devam edelim. Kitaplıklarda ne görünür? Elbette hacimli kitaplar. Ama bu sadece fizikle ilgili bir mesele değil. Ayrıca bu sadece benim gibi başkalarının kitaplarına bakanları teskin etmek için değil, kitaplığın sahibi için de geçerli bir mesele. Bu bir manzara meselesi. Sonuçta pencerenin önünde akan sokak gibi, karşı taraftaki çatılar gibi bir manzara bu da. Her gün baktığınız manzara. Bazen iç açan, bazen içinizi kapattığını kendinizin bile anlamadığı bir manzara.

Bakmak istemezseniz bile gözünüz hacimli kitaplara takılır. Zamanları, nesilleri, ekolleri birleştirerek tahmin etmeyi denersek, bizdeki okumuş yazmışların kitaplıklarındaki manzara üç aşağı beş yukarı şudur: Yan yana sıralanmış “Yüzüklerin Efendisi” üçlüsü (Metis’in o nefis koyu yeşil sırtlı serisi), İletişim Yayınları’nın lacivert sırtlı “Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce” tuğlaları ve Remzi Kitabevi’nin Şevket Süreyya Aydemir serisi (“Tek Adam,” “İkinci Adam,” “Suyu Arayan Adam” ve “Menderes’in Dramı”). Bir de güncel bir not: Yayınlardan anlaşıldığı üzere cemiyetimizin yıldızı Tanıl Bora’nın 2017’de İletişim’den yayımlanan kitabı “Cereyanlar.” Türkiye’de siyasi, toplumsal ve düşünsel hareketleri, yani tüm cereyanları hakkıyla inceleyen ve okura yeni ufuklar açan bir kitap bu. Bora için ömürlük bir emek, bizler için de evladiyelik. Kendi kütüphanenizde yer açmanızı öneririm.

Zurnanın zırt dediği yer

Kıyamet burada kopuyor işte. Kitabı bol okurlar arasındaki düşük volümlü tartışmadır: Kitapları nasıl dizmeli? Göze hoş gelsin isteyenler, yayınevlerini beraber dizer. Bunların ‘aşırılıkçıları’ kitapları renge göre dizenlerdir. Tematikçiler pragmatist yaklaşır. Alfabetikçiler de doğrusu ‘fazla’ pragmatisttir. Bir de kitapları kendi kafasındaki uzak yakın ilişkileri gözeterek dizenler vardır ki, onlar biraz anarşisttir. Ama herkes bir şekilde “dizer.” En azından bir defalığına dizer. Kitaplığı olup da kitapları belli bir formül gözetmeden yerleştireni ben hiç görmedim, gören olduğunu da sanmıyorum.

Turuncu en sıcak renktir

Dizim işlerine girdiğimizde yayınevleri renkleriyle öne çıkar ve söz konusu kitapsa turuncu en sıcak renktir. Yan yana dizilmiş, raflar boyu uzayıp giden, turuncu sırtlı Penguin klasikleri. Baharın ilk çiçekleri gibi kendilerini hemen gösterirler. İlk onlara bakarsınız. Bir kitaplığı daha çok hareketlendiren, mesafeyi kısaltan az seri bulunur.

Bu tür sırtlar, yayınevlerinin alametifarikası sayılır. Can Yayınları’nın eski “beyaz” kitapları mesela (Şimdi sınırlı sayıda kitabı öyle basıyorlar). Bu kitapların birbirleriyle alakaları olmasa bile herkes onları yan yana dizmek ister. Böyle söylemek tuhaf ama o kitaplar da sanki yan yana gelmek ister. Yapı Kredi Yayınları’nın “yüksek” siyahları sonra. Doğan Kitap da uzun boyuyla, kendine yakın olanlarla beraber durmayı sever. Metis ise yan yanayken sakin ama renklidir (Bu renklerin arasında, Roberto Bolaño’nun ‘Vahşi Hafiyeler’i uzaklardan seçilir). Ya da örneğin Altan Öymen’in Türkiye’nin yakın geçmişini kendi gözünden anlattığı beş artı iki ciltlik (artılar 2015’e ve Adana’ya yandan çıkışlar) külliyatı kitaplığa hoş bir belgesel havası katar. Kırmızı Kedi’nin sarı Saramago’larını da saymalı sonra…

Kitap sırtından bahsedeceksek, logoları da anmalı. Bir nevi hayvanat bahçesine giriyoruz şimdi. İletişim’in stilize kirpisi, Metis’in sevimli gözlüklü kargası, Oğlak’ın yine gözlüklü keçisi/oğlağı, Kırmızı Kedi’nin adı üstünde kırmızı kedisi, Ayrıntı’nın dinozoru, Telos’un sol kanadı/kolu yukarıda, yumruğu sıkılı, yine gözlüklü baykuşu, Kolektif’in fili… Hayvanların dışında: Can’ın kendini çok iyi gösteren kalpleri… Sonra İthaki’nin kayığı. Daha ne çok var. Ama hep aynı sonuç: Her logo kendi türdeşiyle yan yana durmak ister.

Yangından ne kurtaracaksınız?

Sırada hayati bir soru var. Üstelik bu sorunun cevabı bir açıdan kitapları nasıl dizmek gerektiğini de içeriyor: Yangından hangi kitaplarınızı kurtarırsınız?

Müteveffa yazar Umberto Eco, Fransız yazar ve sinemacı Jean-Claude Carrière ile söyleştiği nefis eser ‘Kitaplardan Kurtulabileceğinizi Sanmayın’da bu soruyu da yanıtlıyor:

“Kitaplar hakkında o kadar iyi konuştuktan sonra, son otuz yılda yazdığım her şeyi ihtiva eden 250 gigabaytlık sabit belleğimi söküp alırdım diyeyim size. Ondan sonra, hâlâ imkânım varsa, eski kitaplarımdan birini kurtarmaya çalışırdım elbette, ille de en pahalısını değil, daha çok sevdiğimi.” (Can Yayınları, Çev: Sosi Dolanoğlu)

Demek ki en sevdiklerinizi bir araya koymanız gerekiyor. Gerektiğinde hemen alıp çıkabilmek için. Umberto Eco tavsiyesi.

Kibar ve seçkinler için seyyar kütüphane

Bir de işin fiziki kısmı var. Kitaplığın kendisi nasıl olmalı? Notos Öykü’nün dosyasında Oğuz Demiralp kendi tercihini şöyle yazmış:

“Camlı kütüphaneleri hiç istemem. Neymiş! Kitapları tozdan korumak içinmiş. Sürekli hareket eden kitaplar toz tutmaz ki! Kitapları biblo konumuna düşüren kitap koyma mobilyalarından nefret ederim. Kitaplar canlı durmalı o raflarda. Raflar değil kitaplar göze batmalı. Kitaplar süs eşyası gibi durmamalı, yaşamalı, her an yerlerinden alınmak için can atmalı.”

Bir küçük malumatfuruşluk notu sıkıştıralım araya. Kitaplığın en tuhaf hallerinden biriyle, seyyar olanlarla ilgili. Az önce sözü geçen ‘Kitaplardan Kurtulacağınızı Sanmayın’da Jean-Claude Carrière anlatıyor:

“XVIII. yüzyılın sonunda aristokratlar, bir yerden bir yere giderken, küçük valizlerde seyahat kütüphaneleri taşırlardı. Cep kitabı boyutunda, otuz kırk cilt halinde, kibar ve seçkin bir insanın bilmeyi kendisi için görev bellediği ne varsa yanlarından ayırmazlardı. Bu kütüphaneler, gigabyte olarak hesaplanmıyordu tabii ki ama meselenin özü tartışma götürmezdi.”

Hiç okuyanla okumayanın mekânı bir olur mu?

İşin bir de maliyet kısmı var. Kitapların kendi maliyeti malum ama buna razıyız zaten. İşin kitaplık kısmı da Ikea’yla, düşük bütçeyle çözülebiliyor. Bir de hesaplanmayan maliyet var. Sanırım kitaplık kutuplaşmasında da bu maliyetin izleri var.

Notos Öykü’nün dosyasında yazar Faruk Duman bu meseleyi güzel anlatıyor:

“Kitapla meşgul olmayan için, bu nesne elbette ölü bir şeydir. Toz alır, yer kaplar ve alan daraltır ki çocuklar böylece koşup oynayacak yer bulamaz. Bir kitaplık, salonunuzu çepeçevre sarıyorsa eğer, raf eni en az yirmi santim olsa size epey pahalıya patlar ve nenin önünde oturduğunuzu bilmiyorsanız sizi iki metrekareden eder. Az bir alan değildir bu da. Bilirsiniz, okumayanın mekânı ne kadar geniş olsa o kadar iyidir, zira o, görebildikte kurtulur korkularından.”

Bunların hepsini okudunuz mu?

Bir de zengin kitaplıkların sahiplerinin hep karşılaştığı şu soru: Bunların hepsini okudunuz mu? Bazen naif bir sorudur bu, soran kişi bilmek ister gerçekten; hatta belki kitapların sahibine hayran olmuştur. Ama çoğunluk için bu soru biraz “gıcıklık” içerir. “Ne yani gösteriş mi yapıyorsun” tonunda… Hani işte bu mikro-kutuplaşmanın bir yarısı gibi.

Aldığı kitapların tümünü okuyamayan, Japonların bunun için icat ettiği sözcükle ‘tsundoku’ya saplanan herkes adına söz yine Faruk Duman’da: “Gerçek bir kitaplık henüz okunmamış kitaplardır biraz da. Onların yüzü suyu hürmetine kitaplık, kitaplıktır.” Bir de kitaplığın evren olması bahsinden hareketle mevzuyu manzaraya getiriyor ki Duman, sözleri bir şekilde sanırım tartışmayı da noktalıyor:

“Kitaplık bir evrendir. Evin duvarlarını, ki elbette kişisel kitaplıklarımızdan söz ediyorum burada, sonsuzca açar ve bakmasını bilene tadına doyulmaz bir manzara sunuverir.”

Eh, kimileri için bu manzara da çok şeydir. Hatta bazen her şeydir.


İLGİNİZİ ÇEKEBİLİR – GAZETECİLİK KİTAPLARA MI GÖÇ EDİYOR?

Yenal Bilgici

Gazeteci. Dergilerde ve gazetelerde muhabirlik, editörlük, haber müdürlüğü yaptı. 2019 yılında, tarihçi Prof. Dr. İlber Ortaylı’yla ‘Bir Ömür Nasıl Yaşanır’ isimli bir kitap çıkardı. Kitaplarıyla beraber evden eve yıllarca dolaştı. eskiusul.blogspot.com 'da ikamet ediyor.

Journo E-Bülten