Tam 65 yıl önce bugünlerde Orhan Kemal’in “İstanbul’dan Çizgiler” adlı röportaj dizisi Son Havadis gazetesinde yayımlanmaya başlamıştı. Basın tarihimizin bu anlamlı yıldönümünde, daha çok edebiyatçı yönüyle tanınan Orhan Kemal’in, “Gasteci Beğ” olarak portresini hatırlayalım.
Türk edebiyatının çizgidışı kalemi Orhan Kemal, Bursa Cezaevi’nden çıkarken ardında bıraktığı mahpus şair ustası Nazım Hikmet için yazdığı şiirin bir bölümünde şu dizeleri kaleme alır:
26 Eylül 1943
Seni yapayalnız bırakıp hapishanede
bir üçüncü mevki kompartımanda pupa yelken
koşacağım memlekete.
Ve tren bir güvercin gibi çırpınarak istasyona girecek,
gözü yaşlı bir genç kadına
beş senenin ardından
kocasını getirecek.
Orhan Kemal (asıl adıyla Mehmet Raşit Öğütçü), tam da “Nazım Hikmet’e” şiirinde belirttiği gibi 26 Eylül 1943’te memleketi Adana’ya gelir. Cezaevi yıllarında Orhan Raşit ve Raşit Kemali adlarıyla şiirleri, öyküleri dergilerde yayımlanan yazar sonrasında Orhan Kemal adıyla edebiyat dünyasında tanınır.
Cezaevi sonrasında da öyküleri dergilerde yer bulmaktadır. Tek Parti Dönemi’nin anti-komünist tutumunun yanında Orhan Kemal, muhalif bir babanın (Abdülkadir Kemali Öğütçü) oğlu olması nedeniyle de baskı altındadır. Adana’da iş kapıları yüzüne kapanmaktadır. Sürekli takip altındadır.
1940’lar: Adana’da geçici hamalken “kalemiyle geçinmek için” İstanbul’a taşındı
Arada iş bulduğu da olur elbette. Kemal Sülker’e yazdığı bir mektupta şunları anlatır:
- İş buldum. Sicilimin üstündeki yazıyı aynen şuraya alıyorum: TC-Münakalat (Ulaştırma) Vekaleti- Devlet Demir Yolları İşletme Umum Müdürlüğü, Adana Şehir İstasyon – Muvakkat (Geçici) Hamal. Sıra Numarası 1049…. Yukarıdaki resmî yazıyı taşıyan mavi zarfı hayatımın yegâne namuslu vesikası olarak saklayacağım. Asli hamal bile değilim, muvakkat hamal.
Nisan 1944’te hamal kadrosundaki işi bildiren Orhan Kemal, kimi zaman Adana dışında olmak üzere linç girişimlerine, tehditlere, işsizliğe 7 yıl dayanır. 1949’da babasının da ölümüyle Adana’da kalması hem zorlaşmış hem anlamsızlaşmıştır. 1951 yılında da kendi ifadesiyle “kalemiyle geçinmek için” İstanbul’a göç eder.
İstanbul’a taşındığında ikisi roman (Baba Evi, Avare Yıllar), ikisi öykü (Ekmek Kavgası, Sarhoşlar) dört kitabı olan bir yazardır. Ancak üç çocuk babası olarak geldiği İstanbul’da “ekmek kavgası” hayli güçtür. Adana’daki dar ortamdan uzaktır. Geçimini sağlamak için başvurduğu ilk alan, doğal olarak gazeteler olur. Daha önce “İşçi Hakkı” gibi sol-sosyalist yayınlarda roman tefrikası ve öyküleri yayımlanmış, bu sayede Adana’dayken bir çevre edinmiştir.
1952: İlk gazetecilik eseri, sinemacılarla röportaj
Araştırmalarımız Orhan Kemal’in gazetecilik adına yaptığı ilk çalışmanın 1952’de İstanbul Ekspres gazetesi için hazırladığı “Yerli Filmcilerimiz Arasında Büyük Röportajı” olduğunu gösteriyor.
Orhan Kemal bu kapsamda, dönemin önemli yapımcı, yönetmen, dublaj sanatçısı ve oyuncularıyla röportajlar yapar. Konuştuğu isimler arasında Aydın Arakon, Atıf Yılmaz, Naci Duru (Duru Film Sahibi), Temel Karamahmut, İhsan İpekçi (İpekçi ailesi), Turgut Demirağ (And Film Sahibi), Nazif Duru (Atlas Film Sahibi), Osman Seden (Kemal Film Sahibi), Zenne Necdet (Necdet İnce) ve Şakir Sırmalı gibi isimler yer alır. İlk röportaj, 22 Ağustos tarihinde yayımlanır, sonuncusu ise 14 Ekim tarihinde Ferdi Tayfur iledir.
Orhan Kemal’in bu röportaj dizisine bakılırsa o dönemde çoğu sinemacı, ortak bir noktada buluşuyordu: Türkiye’de yeterince nitelikli senarist yoktu. Filmlerin büyük bir kısmının kötü senaryolarla yapıldığından şikâyetçi olan sinemacılar, senaristlerin çoğunlukla roman ve öykü dünyasından geldiğine dikkat çekiyorlardı. Çünkü o dönemde senaryo yazımına en yakın meslek grubunun bu yazarlar olduğunu söylemek yanlış olmaz. Atıf Yılmaz ise bu konuda oldukça net bir ifadeye sahip: “Senaryolarımız berbat. Senaryo yazarlığı çeşitli bir meslek hâline gelmedikçe, filmlerimizin düzelmesine imkan yoktur. Modern hikâyecilerimizin bu işe iltifat etmeleri lazım.”
“Böyle tesirli sendikalarımız olsa, prodüktöre karşı nasıl bir kuvvet olurduk”
Atıf Yılmaz’ın dikkat çektiği bir nokta da meslekî örgütlenme. Her şeyin prodüktörlerin isteğine göre işlemesinden şikâyet eden ünlü yönetmen, Orhan Kemal’e verdiğim demeçte şunları söylüyor:
- Batı memleketlerinde olduğu gibi artist ve rejisörlerin hatta senaristlerin, birer sendika kurarak, hak ve haysiyetleri sermayedara karşı savunmaları lazım. (…) Londra’da sendikanın müsaadesi olmadıkça, değil hariçten artist, ne bir köpek, hatta ne de bir kuş alıp rol verilmezmiş. Düşünün, böyle tesirli sendikalarımız olsa, prodüktöre karşı nasıl bir kuvvet olurduk!
Senaryolar dışında, yapım sürecine dair şikâyetler de dikkat çekiyor. Aydın Arakon, kendi filmlerinin içine sinmediğinden söz ederken, prodüktörlerin para kazanmak için risksiz yollar aradığını, bunun da çıplak kadın sahneleriyle sağlandığını belirtiyor. Naci Duru ise prodüktörlerin yalnızca para kazanmayı amaçlayan yetersiz kişiler olduğunu ve bu kişilerin sinemaya zarar verdiğini ifade ediyor. Özellikle Arakon’un “açık saçık filmler” üretme fikrini eleştiriyor.
Temel Karamahmut ise devletin sinemaya katkı sağlamak bir yana, adeta engel olduğunu söylüyor. Karamahmut, Irak’ta Ortadoğu’nun en büyük film stüdyosunu kurulmuş olsa bile, devletin bu alandaki olumsuz etkisini vurguluyor. Haldun Taner’in de senaryo yazmak için Erman Film’e başvurduğu bilgisi, sinemanın gelişimi açısından önemli bir detay olarak öne çıkıyor. Öte yandan Turgut Demirağ, devletin sinemaya olan desteğinin şart olduğuna inandığını belirtirken tecrübeli yönetmenlerin sayısının az olduğunun altını çiziyor.
Osman Seden ise devletin, özellikle “açık saçık” filmlerle mücadele etmesi gerektiğini savunuyor ve “Şehvet karaborsası yapanlara aman vermemelidir” diyerek bu tür filmlerle ciddi biçimde mücadele edilmesi gerektiğini belirtiyor. Nazif Duru, o dönemde Türk yapımı filmlerin Kıbrıs ve Yunanistan gibi yerlerde büyük ilgi gördüğünü, ancak bu ilginin de aslında Anadolu’da görülen gibi açık saçık sahnelerle ilgili olduğunu ekliyor.

Orhan Kemal’in sorduğu sorular, sinemacıları samimî cevaplar vermeye yöneltirken, aslında bir yandan da bu röportajların sosyal bilimler alanında önemli bir kaynak olabileceğini gösteriyor. Sorularının doğrudan ve derinlemesine oluşu, hem sinemacılara hem de sinemanın gelişimiyle ilgili ciddi bir aydınlanma sağlıyor.
Orhan Kemal’in üslûbu, yazı dili ve röportaj kurgusu o kadar etkileyicidir ki bu dosya iletişim fakültelerinde ders olarak okutulmayı hak eder. Kendisi, röportajların başında şu tespitte bulunur:
- Suç samur kürk olsa kimse sırtına almak istemez, gibi bir söz vardır. Suç demeyelim de, yetersizliğin nereden geldiğini tespit ederken çok cepheli olmaya çalıştık. Daha ilk adımlarda anladık ki, yerli film yalnız sermaye, yalnız reji, yalnız senaryo işi değil; her şeyden evvel devletin himmet ve alâkasını bekleyen çok kapsamlı bir problemdir.
Orhan Kemal’in hazırladığı bu dosya, yalnızca bir dönemin sineması hakkında bilgi sunmakla kalmaz; o dönemin sinemacılarını, onların ruh hâllerini, gerginliklerini ve sinema sektöründeki sorunları da gözler önüne serer. Röportajlar, Orhan Kemal’in Türk sinemasına ne denli önemli bir katkı sunduğunu ve sinemamızın ilk yazı-söyleşi dizisi olarak tarihe geçtiğini gösterir.¹
Türk sinema tarihi yazıcılığının en önemli isimlerinden Nijat Özön, Orhan Kemal’in bu çalışmasını, 1952 yılının Türk sinemasıyla ilgili nadir sayılacak olaylarından biri olarak, Türk Sineması Kronolojisi’nde kaydeder.
1956’dan bir yazı dizisi: Çok Çocuklu Aileler Arasında
Akşam gazetesi 1956 yılında tam da Türkiye’nin yapısına uygun bir sorunu sayfalarına taşır. Çok çocuklu aileler ne yapıyor, nasıl geçiniyor?
Gazete bunun için Orhan Kemal, Oktay Rifat, Melih Cevdet Anday, İsmet Yenisey, Remzi Tozanoğlu’ndan oluşan bir ekibi görevlendirir. Dizinin adı “Çok Çocuklu Aileler Arasında”² olarak duyurulur. Önceleri bir kampanyayla ailelere yardım edileceği de açıklanır ancak yasal mevzuatla ilgili uyarı gelince, isteyen hayırseverlerin bu ailelere ulaşması için gazetenin üzerine düşeni yapacağı sözüyle yetinilir.
Bu dizi kapsamında 25 aileyle görüşme yapılır. Aslında diziye verilen ad biraz kulak tırmalamaktadır. “Çok çocuklu aileler” derken bu durumdaki “yoksul aileler” kast ediliyor. Nitekim görüşmeleri kitaplaştıran Turgut Çeviker’in kitap için tercih ettiği ad ‘Yoksul Evler’dir.
Dizi kapsamında Orhan Kemal, 11 aileyle görüşür. Orhan Kemal’in ortamı, aile fertlerini, dertlerini özlemlerini aktarmasında hiçbir acemilik yok. Romanlarında, hikâyelerinde anlattığı; hatta kendileriyle aynı semtte oturduğu (Orhan Kemal uzun yıllar boyunca Cibali Tütün Fabrikası’nın olduğu mahallede oturur) insanlarla söyleşir.
“Dokuz Çocuklu Kalaycı Mehmet Kırmızılı’nın Onuncu Çocuğu da Yolda” başlığını attığı röportajda okul harçlığı için kesekâğıdı yapan bir çocuğa rastlarız. Baba, ilkokul beşinci sınıfa geçen çocuğuyla övünmektedir. Çocuk, ileride deniz subayı olmak istemektedir. Gecekondu arsası, evkâfa (Vakıflar) aittir. Devletin tapu vermesini beklemektedirler. Gecekondunun tuvaleti, şehir kanalizasyonuna bağlı değildir.
Diğer yandan, çok çocuk meselesi, geçim derdi insanların konuşmak istemediği bir konudur. Orhan Kemal, diyalog kurmadaki ustalığıyla bunu aşıyor. Görüşmenin sonunda Orhan Kemal, öykücülüğün uzantısıyla konuşuyor:
- Hâlâ sıcak, evin içim hâlâ acı acı hela kokuyor, ama geleceğin deniz subayı oralı değil. Oturduğu yerde kesekağıdı imâliyle meşgul.
“Dokuz Çocuklu Erün Ailesi” de ‘sağlam taş duvarlarıyla daha çok camiyi hatırlatan, yüksek tavanlı, metruk bir oda’da yaşamaktadır. Oturdukları mülkün üç gün içinde İstanbul Savcılığı’na teslimi yönünde bir ihbarname almışlardır. Ev bulmaları mümkün değildir. Bulsalar bile dokuz çocuklu aileye kimse ev vermez.
Bu söyleşide dikkat çeken bir nokta da çok çocuklu ailelere kanunen uygulanması gereken yardımın verilmemesidir. Orhan Kemal’in “Peki, altı çocuğu olana maaş bağlarlar sanıyorum. Sizin dokuz çocuğunuz var” ifadesine baba şöyle cevap verir:
- Hangi dala el atmadık ki kardeşim? 949’da dilekçeyle başvurdum otuz liralık yardım için. Yıl 1956, hâlâ verilecek.
Vatan için çocuk yetiştirmek
Orhan Kemal’in görüştüğü ailelerden bazılarının çok çocuklu olmaya bakış açısı aslında bir toplumsal düzeyi de ortaya koyuyor. Yedi çocuklu “Posta müvezzi” Bahri Çetintaş, ‘Gasteci Beğ’in neden çok çocuk yaptıklarına dair sorusunu şöyle cevaplıyor:
- Memleketimin nüfusunu arttırmak, vatanıma asker yetiştirmek için.
Orhan Kemal, ailenin geçim kaynağını, eğlence hayatını sorarak ortaya koyduktan sonra onların askerliğe ne kadar meraklı olduklarını anlatıyor. Subay, pilot ve asker olmak isteyen çocuklar peşi sıra konuşuyor. Ailenin yaşam neşesine de dikkat çekiyor. Söyleşiyi ise şöyle bitiriyor:
- Ne olursa olsun tek odaya sığınmış, bu dokuz kişiyi geçimin zor şartları ezememiş, neşelerini hatta esprilerini silememiş.
Orhan Kemal, ailelerin içinde bulunduğu duruma gazetecilik yoluyla çare arama yoluna da gidiyor. ‘Altı Çocuklu Farisli Ailesi’nde eşi evi terk eden Sabriye Farisli çocuklarına tek başına bakmaya çalışmaktadır. İşsizdir. Onun da çocuk yardımı için yaptığı başvuruya cevap verilmemiştir. Orhan Kemal, şu çağrıyı yapar:
- Hayır sahiplerinden önce belediye, daha doğrusu devlet babaya sesleniyorum. Çapa, Ördek Kasap Mahallesi çıkmaz sokaklarından birinde, altı çocuğunun nafakasını temin için günde adam başına sadece otuz üç kuruş kazanabilen hasta bir anne, şimdi bu otuz üç kuruşu da yitirmiş bulunuyor, haberin olsun!
Dizi boyunca yoksul ve çok çocuklu ailelerle görüşme olunca bir yanıyla bu dikkat de çekiyor. Bazı aileler “Maksadınız sefaletimizi teşhir mi” diye sorar. Orhan Kemal, tesadüflerin hep fakir fukarayı karşılarına çıkardığını belirterek “Oysa zengin ailelerle de görüşmek lazımdı” der.
Fener’de kitap ve kırtasiye dükkanı sahibi sekiz çocuklu Mazhar Tanrıyar’la görüşür. Baba, iş hayatındaki başarısını, gayretini, çocuklarıyla ilişkisini anlatır. “Asıl marifet çocukları dövmeden terbiye etmektir” der. Evi, dükkânı kiradır. Milli Piyango bileti hayali kuracak kadar vakti olmamıştır.
Orhan Kemal, pazar günleri dâhil hayatlarının ayrıntılarını sorar. Yoksul ailelerle yaptığı görüşmelerdeki gibi sorularında hevesli değildir. Zira, röportajı bağlarken adeta İstanbul yoksul dünyası aklının bir kenarında onu çağırıyordur:
- Tanrıyar ailesini saadetleriyle baş başa bırakıp Fener’in hâlâ akın akın işten dönen kadınlı, erkekli, çocuklu kalabalığına karışıyorum.
Yazımızın bu bölümünü öncelikle araştırmacıların gözünden kaçan bir bilgiyi düzeltmekle başlayalım. Orhan Kemal’in ölümünden bir yıl sonra ve ölümünün birinci yılı anısına Sinan Yayınları’ndan çıkan ‘İstanbul’dan Çizgiler’in Ferit Öngören tarafından yazılan önsözünde şu ifadeler yer alıyor:
- Orhan Kemal aşağı yukarı şöyle demişti: Benim bir İstanbul çalışmam var. Sen İstanbul’u çiziyorsun. Bir kitap çıkaralım. Yazıları benden, çizgileri senden. Adı da İstanbul’dan Çizgiler olsun. Var mısın?
- Şimdi altı yıldan da çok bir zaman geçmiş bulunuyor. Buna göre, 1965 kışında konuşmuş oluyoruz. Bana sorarsanız aylardan şubattı. O sabah ayazda, bir istekle ikimiz Mevlanakapı’dan vurup, Kazlıçeşme üzerinden birçok semtleri dolaşarak işe başlamıştık. (…) Çalışmamızın beş yıl süreceğini nereden bilebilirdik; durmalar, yeniden başlamalar ile ancak geçen yıl (1970) bitmiş oldu.
Ferit Öngören, önsözün devamında Orhan Kemal ile gezilerinden ve sohbetlerinden notlar aktarır ve nihayet bizi çizgi ve yazılarla baş başa bırakır. Öngören, bu kitap için Orhan Kemal’in yazdıklarına tanık oldu mu, bilmiyoruz. Ancak, gerçek şu ki Orhan Kemal’in İstanbul’dan aktardığı çizgiler 1965 ve sonrasına ait değil.
27 Mayıs sonrası ve “İstanbul’dan Çizgiler”
Araştırmalarımız bu yazıların 1960 yılı Ağustos’unda “Son Havadis” gazetesinde yayımlanan ve yukarıda bazı kupürleri paylaşılan diziye dayandığını gösteriyor. Üstelik dizinin adı da ‘İstanbul’dan Çizgiler’dir. 1971’de basılan kitaba bu yazılardan sadece birkaçı girmez. Geri kalanlar da bu dizi çerçevesinde yayımlanan yazılardır.
Şimdi 27 Mayıs 1960 Darbesi’nin dumanı başında tüttüğü zamanda Orhan Kemal’in yaptığı çalışmaya bakalım. Orhan Kemal “Başlarken” adlı ilk yazıda 1950’de iktidara gelen Demokrat Parti’nin (DP), Cumhuriyet Halk Partisi’nin (CHP) yapamadıklarını yapma iddiasıyla iş başına geçtiğini ama bunu başaramadığı gibi ülkeyi çok daha kötü bir noktaya (kardeş kavgası) getirdiğini yazar.
27 Mayıs’ın henüz anayasa yapmadığı koşullarda “verdiği oylarla iktidarlar kurup vermediği oylarla iktidarlar yıkan” halkın ülke, anayasa, partiler üzerine fikirlerini almak ve pek tabii İstanbul’un sıkıntılarını aktarma amacıyla kolları sıvar. Yanındaki foto muhabiri Güven Kuyumlu’dur.
İlk yazıda Orhan Kemal, 1962’de yayımlanacak bir romanının haberini verir gibidir. “Gurbet Kuşları” onun ilk konukları olur. İç göçmenlerin İstanbul’a gelişleri ve nasıl iş buldukları ile ilgili konuşur.
Orhan Kemal’in sonraki yazılarından biri Kadıköy’deki Kurbağalıdere üzerinedir. Dereye lağım akmaktadır ve artık balıktan eser yoktur. İstanbul’da bir cinayet işleniyordur. Belediye başkanı gelip mutlaka bu dereyi görmelidir. Orhan Kemal’e göre “Kurbağalıdere, esir pazarında satılmak üzere pis bir ahıra kapatılmış dünya güzeli bir kraliçeye benzer.” Bu kraliçeye gönül veren sandalcı Şaban Atmaca ile derenin bir zamanlar nasıl aktığını konuşur.
Dizinin “Ekmek Partisi” başlığında da İstanbul ahalisinin partilere; Celal Bayar, Adnan Menderes ve arkadaşlarının yargılanmasına dair diyaloglar aktarılır. DP zamanının muhasebesi yapılır sohbetlerde.
Ocak (Vatan Cephesi) nasıl açılır, kim başkan yapılır? Bu çalışmalar nasıl yürümüştür. Peki ya şimdi? Orhan Kemal’in gazeteci kimliği kendini gösterince toplumun darbecilere ve siyasete dair güvensizliği hissedilir. Şu sıralar “Ekmek Partisi” vardır sadece.
Dizinin bir konuğu da Taşlıtarla yani bugünün Gaziosmanpaşa’sıdır. 1950’lerden sonraki İstanbul’a farklı bir kimlik katan ve günümüzde de İstanbul siyasetinin belirleyicisi ilçelerden biri olan Gaziosmanpaşa; işçileri, işsizleri, taşlı yolu, harap evleri ve dertli insanları ile anlatılır. Dizinin en uzun kısmı da bu ilçeye ayrılır. Günlere yayılarak her yönüyle resmedilen ilçeyi Orhan Kemal şöyle aktarıyor:
- Taşlıtarla bu, fakir fukara yatağı. Çalışan insanların kaynaştığı, yaşama savaşı yaptığı yer. Büyük şehrin varoşu. Yarın gene geleceğiz. İşten dönenleri görmek, kabil olursa konuşmak, dertlerini dinlemek için.
İstanbul’dan Çizgiler’de, özellikle o dönem İstanbul’daki konut sorunu anlatılıyor. Tabii, günümüze kadar süregelen emlak mafyası ve rant da… Ev arama derdindeki bir hemşerisiyle ilgilenen Orhan Kemal, İstanbul’da daha uygun fiyata bir ev bulma hevesinin bile nasıl bir rant ve vurgun çarkını meydana getirdiğini aktarıyor.
İstanbul’dan Çizgiler’in en önemli konularından biri gecekondular, geçim sıkıntısı ve şehir yaşamındaki değişim. Kara çarşaflılarla ilgili gözlemler ilginç. Gözlemden fazlası, Orhan Kemal onlarla sohbet ediyor.
Orhan Kemal eserleri gazetecilik eğitiminde de derinlikli incelenmeli
“İstanbul’dan Çizgiler” kitabına alınmamış bir söyleşinin de altını çizmek gerek. İstanbul’un belediye ile ilgili hizmetlerine dair çok şikâyet ve talep de vardır çizgilerde. Bunun üzerine Orhan Kemal 27 Mayıs’tan sonra belediye başkanlığı görevine atanan Tuğgeneral Şefik Erensü ile röportaj yapar. Günlerce süren İstanbul gezilerinden sonra halkın dertlerini belediyeye duyurup duyuramadıklarını da görmek ister. Belediye reisinin Son Havadis’in ve diğer gazetelerin yazdığından haberi vardır. Sorulara verdiği cevaplarda 1950-60 arasındaki DP iktidarının belediyeyi maaş ödeyemez noktaya getirdiğini söyler.³
Orhan Kemal’in farklı yıllarda farklı gazeteler için yaptığı röportajlar ve haberler kendine has bir üslûba sahiptir. Bu çalışmalar yazarlığının uzantısı gibi de ele alınabilir ancak gazeteciliğin unsurları da birebir işlenmiştir. Dikkat çekici olan Türk edebiyatının çok önemli isimlerinin bir dönem bu alanda ürün vermiş olması ve tartışma yaratmış olmasıdır. Yazar eli değmiş bu gazetecilik örneklerinin gazetecilik eğitiminde daha derinlikli incelenmesi gerektiği kanaatindeyim.
(1) Orhan Kemal Soruyor- Röportajlar adlı kitap 2014 yılında Işık Öğütçü tarafından yayına hazırlandı. Everest Yayınları tarafından basıldı. Kitabın diğer yüzünde Orhan Kemal’in kayıp romanı “Uçurum” yer aldı. Orhan Kemal Soruyor- Röportajlar kısmı 2020 yılında “Önemli Not” adlı kitaba eklenerek aynı yayınevi tarafından basıldı.
(2) İlk dipnotta belirttiğimiz husus bu söyleşiler için de geçerlidir. Ancak, Turgut Çeviker 2023 yılında Orhan Kemal’in dışında diziye dahil olan Oktay Rifat, Melih Cevdet, İsmet Yenisey ve Remzi Tozanoğlu’nu da dahil ederek “Yoksul Evler” adıyla bir kitap yayımladı. Kitabın önsözünde bu söyleşilerin daha önce yer aldığı kaynaklarla ilgili herhangi bir bilgi yer almadı.
(3) Bu bölüm için Son Havadis gazetesindeki “İstanbul’dan Çizgiler” ile 1971’de Sinan Yayınları’ndan çıkan “İstanbul’dan Çizgiler” kitabı karşılaştırıldı.
İLGİNİZİ ÇEKEBİLİR:
Suat Derviş: Kadınların yıldızları gönüllerince seyretme haklarını savunan gazeteci
Röportaj sanatı ve yavaş gazetecilik: Kelimelerle bir görüntü çizmelisiniz