Dosya

Röportaj sanatı ve yavaş gazetecilik: Kelimelerle bir görüntü çizmelisiniz

Harran Fikret Otyam Kütüphanesi'nde, röportajlarıyla da tanınan ünlü ressamın bir tablosunun önünde kitap okuyan çocuk. Fotoğraf: Sezgin Yalçıner
Yaygın bir anlam kayması sonucunda “söyleşi” ile eş anlamlıymış gibi kullanılan röportaj, aslında bunun çok ötesinde bir gazetecilik türü… Türkiye’de Yaşar Kemal ve Fikret Otyam, dünyada Hemingway gibi büyük ustalar gazeteciliğin bu zor türünün en iyi örneklerini verdi. Derimizi kalınlaştırdığımız, vicdanımızı unuttuğumuz, ruhumuzun kabuk tuttuğu, yapay zeka ve teknolojiyle dört bir yandan kuşatıldığımız bu çağda, edebiyat ile gazetecilik arasında röportaj türüyle kurulan bağı gazetecilik öğrencilerinin röportajlarına sık sık yer veren İstanbul Aydın Üniversitesi Haber Ajansı’nın Genel Yayın Yönetmeni Kayıhan Güven ve “Yavaş Gazetecilik” kitabının yazarı Doç. Dr. Barış Bulunmaz ile konuştuk.

Nikos Kazancakis’in başyapıtının kahramanı Aleksi Zorba, “Yağmur yağarken insanın kalbi acı çeker” der. Zorba bunun nedenini şu cümlelerle açıklar: “Taşların, çiçeklerin, yağmurun söylediklerini bir bilseydik! Belki bağırıyorlardır, bağırıyorlardır bize de işitmiyoruzdur. Nah işte, tıpkı bağırdığımız halde, onların da bizi duymadığı gibi. Dünyanın kulakları ne zaman açılacak patron? Ne zaman gözlerimiz açılacak da göreceğiz patron?”

Eli kalem tutan kaç kişi yağmurun, taşın, çiçeklerin de bir derdinin olabileceğini dert eder. Kaçımız yağmurun, taşın, çiçeklerin insan evladına bağırabileceğini işitir. Hızın kutsallaştırıldığı, teknolojinin bu kadar geliştiği, yapay zekayı konuştuğumuz yeni dünyada insanı, ağacı, taşı, çiçeği ne kadar anlayabiliyor, ne kadar konuşabiliyoruz? Eli kalem tutan gazetecilerden kaçı, Yaşar Kemal’in yaptığı gibi gerçeğin ve yaşamın özüne ulaşabilmek için üç aydan uzun bir süre kaçakçılarla birlikte kaldın mesela?

Karşımızda olup biten şeyleri anlayabilmemiz için edebiyata sırtımızı yaslamamız gerektiğini söyleyen Kayıhan Güven, “Bir insanı yazdığınız zaman, bir kuru haberden daha fazlasını yazarsınız röportajda” diyor.

Kayıhan Güven: Röportaj öncelikle bir tanıklıktır

Röportaj ve edebiyat üzerine neler söylersiniz? Aralarında bir bağ var mı?
Röportaj tanıklık olmadan yazılamayan bir yazıdır. Mutlaka tanıklık yapacaksınız. Yaşar Kemal’den başlarsak eğer, o röportajı besbelli edebiyat olarak görmüş. Edebiyatın tanımına baktığımız zaman işin içine kurgu girer. Edebiyat nedir? Okuduğunuz zaman kafanızda bazı şeyleri canlandırdığını, edebiyatçınızın da sizi buna ittiği bir şeydir ama gazetecilikteki röportaj gerçekten yola çıkar. Tam bir gerçek olması lazım, yani tanıklık edecekseniz. Her şey gerçek olacak ama roman öyle değildir. Roman çok başka bir şeydir. Kurgu üzerine kuruludur.

Röportajın haber veren bir tür olduğunu söylüyorum. İçinde “kim, ne, nerede, neden, nasıl” ögelerinin olduğu… Fakat şöyle bir ayrımı da var röportajın; röportaj bakan, gören, yansıtan bir yazıdır. Yani kelimelerle görüntü çizmektir. Yani yazdığınız zaman okuru oraya götürdüğünüz bir yazıdır. Canlandırmaya yönelik bir yazıdır. Onun için röportaj konusu içinde betimlemeler çoktur, ama -bunu Yaşar Kemal de söyler- kendinizi öne çıkarmayacaksınız röportaj yaparken. Röportaj bir var olma yazısı değildir. Onun için edebiyat yazısı da değildir. Kendinizi öne çıkarmayacaksınız, siz arkada kalacaksınız. Sonuçta bir haber yazısı bu.

Yaşar Kemal bana şöyle demişti: “Ben röportajlarıma romanlarım kadar iyi hazırlanırım.” Oturup konuştuk. Yaşar Kemal röportajlarını okursanız eğer; bütün bu tanımlara uyduğunu görürsünüz. Dehşet röportajları vardır. Bugün okunmalı. Anadolu’nun o tozlu yolları, Çukurova’nın o günkü durumu. Bu sözünü ettiğim 1950-1960 arasıdır. Bodrum’u yazar. Bodrum’daki vurgun yiyen balıkçılar, süngerciler, kaçakçılar, bugünün zengin adamlarının dedeleri yahut ondan daha önceleri. Bütün  bunları anlatır Yaşar Kemal. Aynı zamanda Yaşar Kemal, Sait Faik’e rastlar, onu da yazar. Röportajda her şeyi yazarsınız. Ama bunu yazmasını öğrenmek ve eğitimini almak lazım.

‘Edebiyat, şiir, resim, müzik ve gazetecilik birbirine bağlı’

Ara Güler “20’li yaşlarımın başında klasik kitapları okumuştum” diyor. Ben Ara Güler’in iyi fotoğrafçı olmasını, klasikleri erken okumasına bağlarım. Karşınızda olan şeyleri eğer klasik okumuşsanız anlayabilirsiniz. Bir aşkı anlayabilirsiniz, bir hüznü anlayabilirsiniz, bir güzelliği anlayabilirsiniz. Başka türlü anlayamazsınız ki… İyi müziği de öyle! Müzikle edebiyat birbirine bağlı şeylerdir. Şiir okuyan bir insanın Beethoven dinlemesi farklıdır, ama şiirden hiç nasibini almamış biri Beethoven zaten dinlemez. Hepsi birbirine bağlı şeyler. Edebiyat, şiir, resim, gazetecilik hepsi birbiriyle bağlantılı şeyler. Ben de bunu, röportajı ısrarla yapıyorum. Ha ne kadar etkili olur, çok zor bir konu. Hele Türkiye’nin bulunduğu şimdiki kültürel donanımlar çerçevesinde tabii ki zor. Ama direniyorum.

Olayları, insanları, doğayı her şeyi yazarsınız. Bir insanı yazdığınız zaman, bir kuru haberden daha fazlasını yazarsınız röportajda. Gözünüzde canlandıracaksınız. Sait Faik’i üzerindeki kirli trençkotuyla… Konuşması. Bakışı. Ses tonu… Bu tabii üslubu gerektiriyor.

‘Türkçenizin çok iyi olması gerekiyor’

Türkçenizin çok iyi olması gerekiyor.  Edebiyata sırtınızı yaslanmanız gerekiyor. Ancak öyle yazabilirsiniz. Yeni bir yazarın, gazetecinin iyi bir röportaj yazması zordur. Onun için benim uyguladığım bir sistem var. Özellikle yazın çocuklara diyorum ki: “Benimle çalışmak isteyenlerin uyması gereken kurallardan biri iyi röportajları okumaktır.” “Ne yapacağız” diyorlar. Diyorum ki: “Geleceksiniz. Masaya oturacaksınız. Günaydın dedikten sonra ilk yapacağınız iş çayınızı alıp o gün için birkaç sayfa röportaj okumak olacak.”

Okuduğunuz metin, yazar-röportajcı Ernest Hemingway’den de olabilir, Sait Faik’ten, Yaşar Kemal’den de… John Dos Passos’dan da olabilir. Röportajı okurken dikkat edilmesi gereken önemli noktalardan bazıları: Nasıl başlıyor röportaja, ilk paragrafı ne? Betimlemeleri nasıl? Haberde ele aldığı konuların kronolojisi nedir? Gazetecilikte ne kadar uzunlukta yazacağınız da önemlidir, biliyorsunuz.

Bütün bunları da yaza yaza öğrenirsiniz. Yazmadan hiçbir şey öğrenemezsin… Ve tabii ki fotoğrafları öykülemek. Fotoröportaj denilen bir şey var. Çocuklar bunları yaptıktan sonra kuru haber de iyi yazar, renkli haber de iyi yazar.

‘Röportaj masa başında yazılmaz’

Röportajın akraba türleri de var. Bu akraba türlerinden biri, dergi yazısı olarak da geçer. Dergi yazısı röportaja çok benzer ama siz dergi yazısını masaya oturarak da yazabilirsiniz, hiçbir aykırılığı yok kuramsal olarak, ama röportajı yazamazsınız. Röportajda sizden istenen tanıklıktır. Şöyle bir şey de var: Yüzde yüz tanıklık değil de, yüzde seksen. Balık avını yazıyorsunuz, ama yazının içinde kuru haber olarak bu sene az balık yakalandığından da söz edebilirsiniz; çünkü bir şey anlatıyorsunuz orada, balıkçılığın durumunu anlatıyorsunuz. Bütün mesele neyi, nerede kullanacağınıza bağlı.

Röportaj konusunda Alman kitaplarına baktığımızda derslerde “Röportaj yazısına nasıl girilir” anlatıyorlar. Bir, “sahneyle gir” diyor. “Tren biraz sonra kalkacak. Koşuşturmalar almış başını gitmiş. Tren sesleri duyulmakta. Koşuşturmalar dinmiyor. Sonra hareket memuru bağırıyor, çağırıyor. ‘Artık binin treni hareket ettiriyorum.'”

Sonra yazıda konuşan insanlardan birinden bir alıntı yap. “Biraz sonra Münih’e gideceğiz. Ben Yozgat’ın Alaçatı Köyü’nden geliyorum. Bir maceraya girdik biz. Bakalım nasıl olacak? Hepimiz trende yer bulabildiğimiz kadar girdik.”

Sonra kontrast bir giriş: “Bir tarafta süslü kadınlar, bir tarafta köylü kadınlar. Koşuşturup duruyorlar. Tren yolcuları bunlar. Parfüm kokusu ile tezek kokusu birbirine karışmış.” Kitap bunları söylüyor. “Böyle böyle gir. Bunları arayın, bunları yazınıza koyun.”

‘Yaşar Kemal ve Fikret Otyam röportajda atbaşı gider’

Derslerinizde hangi röportaj yazarlarını işliyorsunuz?
Derslerimde kendi yazdığım röportajları örnek veriyorum ama çok can sıkıcı olmasın diye senede 3-4 tane Yaşar Kemal’in, Fikret Otyam tabii ki! Yaşar Kemal ile atbaşı giden bir röportajcıdır Fikret Otyam. Fikret Otyam’ı kimse görmemezlikten gelemez! Bir de Aydın Engin ağabey kitap yazdı.

Şimdi şöyle bir durum var: Siz bir iş yaptığınız zaman üniversitede bunların yayımlanması lazım. Öğrenci yayımlanmamış yazı sevmiyor! YouTube kanalında bir şeyler yaptığınız zaman “Vayy” diyor, “500 bin izleniyorum ben” diyor. Bakıyoruz, izleniyor hakikaten. Bu zamanda kimseyi tutamıyorsunuz ancak o zaman bir şeyler yapmaya başlıyor çocuklar. Ben de MİHA’yı kurup (Marmara İletişim Haber Ajansı) bu işlere başlayınca gittim, Cumhuriyet Dergi’ye teklif ettim. “Biz böyle şeyler yapıyoruz, yayımlar mısınız?” diye. “Yayımlarız” dediler.

Çok türlü konularda röportaj yaptık. Kültür konusunda, şehircilik konusunda, yemek konusunda… Sonra Anadolu yolculuklarına başladık. Karadeniz sahilleri dolaşıldı. İstanbul’dan trenle Kars’a iki defa gittik. Çukurova’ya gittik, Yaşar Kemal’in köyüne götürdüm çocukları. Yaşar Kemal’in arkadaşlarını tanıdılar, çünkü Yaşar Kemal Kürt ve büyüdüğü köy Türkmen köyü. Bunu gördüler, tanıdılar, bildiler. Güneydoğu’ya gittik. Mardin’e Deyrul Zeferan’a, Midyat’a… Bunların hepsini gördüler. Yemeklerini yediler, insanları ile tanıştılar, seslerini duydular, sularını içtiler. Çok şey gördüler.

‘Bir şeye dokunmadan onu tam olarak anlayamazsın’

Trakya’ya her sene gideriz Çingene Bayramı’na. Ege’yi dolaştık, gördüler. Gezdiğimiz, gördüğümüz, dokunduğumuz, sularını içtiğimiz, yemeklerini yediğimiz yerlerin insanlarını tanıdık, bildik. Dağın, taşın, insanların hikâyelerini dinledik. Korkularına, sevinçlerine, heyecanlarına tanıklık ettik, röportajlarını yaptık. Bir şeye  dokunmadan, onu tam olarak anlayamazsın. E anlayamadığın bir şeyi de ne yazabilirsin, ne de eleştirebilirsin. Hiç de sıradan şeyler değil bunlar.

Benim tek hayalim kaldı şimdi. Bu röportajları İngilizceye çevirmek. En son Göbeklitepe röportajımızı İngilizceye çevirdik. Ben beş yıldır Göbeklitepe deyip durdum, kimse beni anlamadı. Sonradan Göbeklitepe’nin önemi kavranınca anladılar mevzuyu. Göbeklitepe yazısını Aydın Üniversitesi Gazetecilik Bölümü Başkanı Olcay Uçak yazdı. Sonra dedim ki, bu yazı bizde kalmasın, tüm dünya okusun, Göbeklitepe dünya çapında bir yer. Yaptığımız şeyler elimizde kalsın istemiyorum. İnsanlar okusunlar. Bir de öğrenci arkadaş şimdi yaptığı işi anlamıyor, ancak beş sene sonra, on sene sonra anlayacak önemli şeyler yaptığını.

Röportaj yaparken, hikâyesini işleyeceğimiz bir insan olabilir, doğada diğer canlılar olabilir… Dokunmamız, hissetmemiz, suyunu içmemiz, göz göze gelmemiz gerekiyor öyle mi?
Tabii. Suyla ilgili bir şey anlatacağım. Mardin yolcuğunu biz beş sene önce yaptık. Şimdi anlıyorlar tabii Mardin’in ne kadar önemli bir şehir olduğunu. Mardin’de manastırda dolaşıyoruz. Çocuklar susadılar. Bizi orada, Süryani bir delikanlı dolaştırıyor. Cok güzel bir kilise. Süryani delikanlı, “Arkadaşlar, bu içtiğiniz su yağmur suyudur” dedi. Kimse içmedi. Çocuklar şaşırıp kaldılar. Halbuki tertemiz su. Mis gibi. Genel kültür açısından size söylüyor. Böyle şeyler yaşıyorsunuz işte! Süryani kültüründe Süryani uluları manastırın duvarına gömülür. Duvarı kırıyorlar, ulu insanı kıyafeti ile iskemleye oturtuyorlar, uluyu kapatıyorlar. Adını yazıyorlar taşın üzerine. “Niye böyle” dedik. “Hazreti İsa’yı bekliyorlar” diyor.

‘Gazeteci her şeyi görmeli, ders çıkarmalı, uygulamalı’

Gazeteci her şeyi görmeli, ondan ders çıkarmalı. Yoksa sınıflarda ne olacak?.. Sınıflarda birçok şeyi görmüyoruz tabii. Haber etiğidir filan. E güzel! Uygula! Bunları yerinde gör! Fotoğraf çek…

Kars’a gittik. Bir yazın, bir kışın. Kışın dolaşıyoruz. Kars kalesi çok güzeldir. Tepede. Kaledeki bekçi çocuk geldi yanıma. Dedi ki: “Hocam size bir soru soracağım!” “Buyurun” dedim. “Siz buraya gelen kaçıncı üniversitesiniz?” “Ne bileyim ben. Bu bilinecek bir soru değil ki” dedim. “Zorlayın kendinizi” dedi. “Dünyada bir sürü üniversite var” dedim. “Siz gelen ikinci üniversitesiniz” dedi. “Birinci kim geldi? Beni zorlama Allah’ını seversen” dedim. “Peki, ben size söyleyeyim” dedi, “Harvard Üniversitesi geldi.”

Dünyanın en ünlü üniversitesi bizden önce Kars’a gitmiş. Kars’ı dolaşıyor. E Harvard Üniversitesi mezunları başkanlar biliyorsunuz? Demek ki Amerika aptal değil! Öğrencilerini başkan olmadan önce dolaştırıyor. “Burası Ermenistan. Burası Kürtlerin yaşadığı yer. Burası Arapların oturduğu, burası petrolün çıktığı yer” diye dolaştırıyor. Bütün bunlara tanıklık ediyorsunuz.

‘Dönüşte biz aynı kişiler değildik’

Birkaç  kere Kars’a gittiğinizi belirttiniz. Eminim her gittiğinizde başka bir şey öğrenmişsinizdir, değil mi?
Tabii, hoca da öğreniyor. Bir tek öğrenci öğrenmiyor ki. Kars yolculuğu yaptık biz. Gece yarısı saat 12’de tren Kars’a vardı. Kış. Tren garında görevli olan biri, “Hocam siz nereye gideceksiniz bu saatte” diye sordu. Hakikaten gideceğimiz yer de yok. ‘Tamam ben size yer ayarlıyorum’ dedi. Geceleyin biz orada kaldık. Sabahleyin aynı görevli “Artık kalamazsınız” dedi ve devam etti: “Çünkü oda bizim devlet demiryolları görevlilerinin misafirhanesidir. Ben onları çıkardım, akşam sizi yerleştirdim odaya.”

Böyle bir güzellik yaşıyorsun. Çok ilginç. Allah allah biz büyük şehirde bunları unutmuşuz. Adam görevlileri çıkartıyor, onlar da hayır demiyorlar ve siz yatıyorsunuz. Sabahleyin uyanıyorsunuz. Sarıkamış’ı dolaşıyorsunuz. Cağ kebabı yiyorsunuz. Çok şey görüyorsunuz, çok şey kokluyorsunuz. Evine davet ediyorlar sizi. Tezek kokuları içinde. Alışık olmadığınız bir koku tezek kokusu. Bütün bunları yaşıyorsunuz. Orada bunları görüp yetişen gazeteciyle, bütün bunları bilmeyen gazeteci arasında çok fark var. Onun için hep şöyle demişimdir: Dönüşte biz aynı kişiler değildik hiç.

Barış Bulunmaz: Gazetecinin işi, kelimeleri dans ettirmek

Hasan Kalyoncu Üniversitesi’nden Doç. Dr. Barış Bulunmaz’ın, Birsen Çetin ile birlikte yazdığı “Yavaş Gazetecilik: Geçmiş mi Gelecek mi?” adlı bir kitabı var. Bulunmaz, gazetecilik ile edebiyat arasındaki ilişkinin, Türkiye’de ilk çıktığı yıllarda daha edebî, anlamlı, derinlikli, okuyucuya dokunan, paylaşımcı, hayata tek taraftan bakmayan tarzda ele alındığını anımsattıktan sonra “umutsuzluğa yer olmadığını” vurguluyor.

Siz aynı zaman iktisatçısınız. Sanatın her alanına ilginizin olduğunu biliyorum. Bir gazeteci birçok disiplinle niçin bağ kurmalı?
Analitik düşüncenin aslında bir sosyal bilimci için çok büyük bir avantaj sağlayacağı tam da bu nokta aslında. Derinliği sağlayabilmek önemli. Şöyle bir derinlikten bahsediyorum: Çok iyi bir sosyal bilimci, çok iyi mühendis, çok iyi bir avukat olabilirsiniz ama çok iyi bir iletişime sahip olmanız lazım. İletişim burada çok merkez noktada. Bunu mesleki anlamda bir iletişimci olduğum için söylemiyorum. Bir sosyal bilimci ile bir gazetecinin, iletişimcinin diyelim geniş anlamda, sosyal bilimlerin diğer alt disiplinleriyle ilişkisini mutlaka kurabilmesi lazım.

Çemberi biraz daha daraltalım. O gazetecilik kimliğini yan disiplinlerle etkileşimli hâle getirmek lazım. Bu etkileşimden şunu kastediyorum; Tabii ki bir iktisatçı kadar ekonomik terimlere, ekonomik öngörüye sahip olması gerekmez. Ama bir ekonomik veriyi yorumlayabilecek, ekonomi hakkında analiz yapabilecek ve hayatın içindeki alışverişe, tüketim alışkanlığına yerleştirilebilecek bilgiye sahip olması lazım çünkü haber yapıyor.

‘İletişimin farklı disiplinlerle ilişkisi göz ardı edilmemeli’

Sanatla ilgili baleyi, operayı, bir heykeli yorumlarken en azından barok kültürünü, bir Fransız, bir İngiliz, bir Rus edebiyatı ile ilgili ilişkisini, sanatçıların içinde yaşadıkları dönemdeki zorluklarını, arka plandaki sosyolojik ve toplumsal  ortam hakkındaki analizleri doğru yapabilmesi lazım ki, haberin okuyucuya etki edebilmesi daha anlamlı olsun. Onun için iletişim alanının farklı disiplinlerle ilişkisini göz ardı etmemek lazım.

İletişim Fakülteleri gazetecilikte yaratıcılığı teşvik ediyor mu?
Gazeteciliğe Giriş derslerinde üzerinde durduğum iki konu: Yaratıcılık ve güven. Güveni inşa etmek çok zordur ama yıkılması çok kolaydır. Diğer taraftan yaratıcılık çok önemli. Her gün onbinlerce yazı yazılıyor. Her gün yeni filmler çıkıyor. Yeni şarkı sözleri yazılıyor… Yani sanata dair, iletişime dair diyelim aslında, birçok yenilikle karşı karşıya kalıyoruz. Ama bugün siz üç yazı okuduysanız, niye o üç yazıyı okudunuz? Çünkü size etki etmiş. O yayınevinden, o yazarın kitabını niçin aldınız? Burada bir saat, iki saat beni beklerken niçin 25-30 sayfa okudunuz? Çünkü burada bir yaratıcılık var. Kitap ile sizin aranızda yaratıcı bir bağ kurulmuş. Onun için gazetecilik, yaratıcılık ve edebiyat nosyonunu ortaya koyabilmek oldukça önemli.

‘Çok iyi ve çok zor bir nesil geliyor’

Yeni nesil gazeteciler “bla bla bla” veya eski nesil gazeteciler “şu şu” gibi genellemeler yapmanın çok doğru olmadığını düşünüyorum. Çok iyi bir nesil geliyor, bir taraftan da çok zor bir nesil geliyor. Zor tarafı; çok kolaycı çünkü bilgiyi çok çabuk harcıyor. Nesneyi tüketmek gibi, bilgiyi de çok çabuk harcıyor. Geçerliliği ve güvenilirliği olmayan bilgiyi doğruymuş gibi algılayıp, zincirleme işleyişle, doğrulanmamış bilgiyle bilgi üretmeye çalışıyor.

İyi dediğim kısım ise şu: Haberin değerliliğini ve bilginin değerliliğini ortaya koyanlar, teknolojiyi çok doğru kullanarak stabil, reaktif ve sabit bir kimlikten çok daha dinamik, aktif, proaktif bir kimliğe büründüler. Bilgiyi çok hızlı dönüştürüyorlar, bu bilgiyi dönüştürürken multimedya özelliğinin tamamını kullanıyorlar. Ve bundan bir içerik üretiyorlar. Bu ürettikleri içerik çok daha geniş kitlelere, çok daha ucuz maliyetli, çok daha dönüştürülebilir bir şekilde… Teknolojinin uçsuz bucaksız deryasını doğru kullananlar kesinlikle bizden çok daha başarılı olacaklardır.

İlk gazeteciler edebiyat kökenliydi

Sadece konvensiyonel tarafta kalırsak, bu taraftaki hıza yetişmemiz mümkün değil. Dünyanın en güzel köşe yazısını yazın, dünyanın en güzel haberini yapın, yaptığımız haberi daha geniş kitlelere ulaştırabilmenin öncelikli yolu yeni medya teknolojilerini kullanabilmek. Siz kendi idealinizden asla vazgeçmeyin. Ancak başarıya ulaşabilmenin yolu teknoloji ve yeniliği kullanabilmek.

Gazetecilik ve edebiyat arasında nasıl bir bağ var?
1440’li yıllar. Gutenberg matbaayı buluyor ve yazılı kaynaklar daha geniş  çevrelere ulaşma imkanı sağlıyor. Bizim topraklarımıza 288 yıl sonra matbaa geliyor. Çok geriden başlıyoruz. Bunu koyalım bir kenera. 288 yıllık geriden başlayan bir yarış var. Buradan gazetecilik ve edebiyata gelmeye çalışacağız. İlk gazetelere bakıyoruz. 1600’lü yılların başı… Fransa’da, Almanya’da ilk gazete örneklerine rastlıyoruz. Bize bakıyoruz. 1828. Yazılı eserlerin çoğaltılmasını 300 yıl geriden başlattık. İlk gazetecilere bakıyoruz, edebiyatla haşır neşir olan insanlar. Edebiyatta önemli insanlar gazete çıkarmaya başlamışlar. Şiirle, romanla, hikâyeyle çok etkileşimliler.

İngiltere’de muhalefet gazeteciliği diye bir kavram ortaya çıkıyor. Aslında şunu görüyoruz: Gazetecinin tanımı, haberi veren kişi, haberin ne olduğu, olgu, olay ve haber üçlemesi… Daha geniş tanımıyla kamuoyunu bilgilendirmek, bilinçlendirmek ve bir kamuoyu oluşturmaya çalışan kişi gazeteci. Çok değerli bir meslek. İşin nesnelliğini hiç bozmayalım. Bu nesnelliğin yanına öznelliği koyabildiğimiz ölçüde başarılıyız. İşte burada edebiyat devreye giriyor.

Bir gazetecinin işi kelimeleri dans ettirmek. Ama bunu etik değerlerden ve gerçeklerden asla taviz vermeden yapmalıyız. Çünkü öbür türlü şaklaban olursunuz. Altyapısı doldurulmamış bir bilgi sadece iki sözle kendini ifade edebilir. Altyapısı doldurulmuş bilgi ve zenginlik sizi cok daha farklı noktalara götürebilir. İşte gazetecilik ve edebiyat ilişkiside burada.  Yani sizin yaptığınız bir haberle bir hikâye yaratabilmeniz lazım.

‘Hikâyen yoksa ortaya bir şey çıkaramazsın’

Bugün Dostoyevski’nin Suç ve Ceza kitabını ya da Yeraltından Notlar kitabını okumayan, Victor Hugo’nun Sefiller kitabını okumayan, Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nü okumayan, bu romanlardaki genç delikanlının yaşadığı aşk acısını anlamazsan, romandaki kahramanın endişeleriyle kendi endişelerini belirli bir yere koymazsan, yani bir hikâyen yoksa kelimeleri dans ettirmek dediğim yazı diline de, gazeteciliğin o en temel, en güçlü yanı olması gereken yazı ve kelime ortaklığından bir şey ortaya çıkaramazsın.

Gazetecilik ile edebiyat arasındaki ilişki, Türkiye’de gazeteciliğin ilk çıktığı yıllarda gördüğümüz şekliyle daha edebî, daha anlamlı, daha derinlikli, daha okuyucuya dokunan, daha paylaşımcı, hayata tek taraftan bakmayan, insanları ayırmayan, dar kalıplar üzerinden hayata bakmayan edebi tarzda ele alınıyor. Mevlâna’nın çok sevdiğim bir sözü vardır: “Kahverengi dallarda pembe çiçekler açıyorsa umutsuzluğa yer yok…” Gerçekten onun için umutsuzluğa yer yok.

Hikâyemiz olmalı! Edebiyatla gazetecilik ilişkisi, yazdığınız yazının derinliği, içeriği, kamuoyu, bilgi, dönüşüm, paylaşım bunların hepsiyle iç içe giren, anlatımı zenginleştiren bir yol. Görünenin çok daha dışından bakmaktır önemli olan.


İLGİNİZİ ÇEKEBİLİR – BİR YAŞAR KEMAL RÖPORTAJI

Yağmur Kaya

Serbest gazeteci

Journo E-Bülten