Journo’da ‘freelance çalışanlarla’ ilgili okuduğum ilginç bir yazı bana konunun başından itibaren basitçe anlatılması gerektiğini düşündürttü.
Çünkü 1970’ler ya da 80’lere kadar çeşitli ülkelerde darbe ve savaşlarla sömürülen kaynaklar, bugünlerde outsource, borsa, araştırma kuruluşları ve teknolojiyle alt-üst ediliyor. Çok daha kolay, çok daha kansız. Bugünün mottosu “küçük güzeldir.”
‘İşçi sınıfının erdemi kanaatkâr olmaktır’
Devlet yönetimi konusunda tarih boyunca pek çok kişi, pek çok kitap ya da makale yazdı. Bunların ilklerinden olan Platon’un “Devlet” adlı eserinde ideal devletin nasıl olacağı belirtilmiştir. Bu devlette insanlar üç sınıfa bölünmüştür; çalışanlar (işçiler, çiftçiler, zanaatkârlar), bekçiler (askerler) ve yöneticiler. İşçi sınıfı çalışıp üretimde bulunarak devletin maddi ihtiyaçlarını karşılar. Bekçiler toplum içinde güvenliği ve dışarıya karşı devletin varlığını korur. Yöneticiler ise devleti yönetir. Bu toplumda her sınıfın bir erdemi vardır. İşçi sınıfının erdemi “kanaatkâr olmak”, bekçi sınıfının erdemi “cesaret”, yöneticilerin erdemi ise “bilgelik” olarak verilir.
Basitçe böyle tanımlanan sistem yüzyıllar içinde evrilse de, 20. yüzyıl civarına kadar fazla değişmediği görülüyor.
Tarım döneminde ‘Bey’in (ya da kral, ya da prens vs) çalışanları var. Bunların hakları beyin kendilerini koruması (kale duvarları içine katılmalarına müsade etmesi) ve beslemesi ile sınırlı. Bu dönemde kendi hakları için savaşan pek göremiyoruz. Sadece birkaç isyankâr efsanesi var. Robin Hood ya da Zorro gibi.
Sanayi devrimi başladığında, durum vahim hale geliyor. 19. yüzyılın ikinci yarısında hızlanan sanayileşme ile birlikte 15-20 saatlere varan işgünü ve aç-susuz çalıştırılma koşullarına tepki olarak da ilk sendika oluşuyor.
Ondan sonraki dönem bir sendika-sermaye evrimleşmesi olarak tanımlanabilir. 1970’lere kadar gelen döneme bakarsanız, sendikaların giderek talepkâr olduğunu, büyüdükçe güçlerinin daha fazla farkında olduklarını görüyoruz. Buna karşın sermaye genellikle belaltı vurmuş. Sendikaları bölmeye ya da satın almaya çalışmış. Örneğin ABD’li ünlü sendikacı Jimmy Hoffa hakkında (taşımacılık işkolundaki Teamsters‘ın başkanıydı) para aldığı iddiaları vardı. Günün birinde esrarengiz bir şekilde ortadan yok olan Hoffa ‘sarı sendika’ kavramının da önemli bir temsilcisi olarak tanımlanır.
1970’li yıllarda işçi örgütleri gücünün zirvesine ulaştı. 1970-1980 arasında Türkiye’de 1.400 grev meydana geldi. (Kaynak: Özgürlük Dünyası) Dünyanın her yerinde çok büyük grevler gördük. Bu grevler hayatı felç edebiliyordu. 1990’lardaki ‘İstanbul Çöp Grevi’ni hatırlatalım (taşeronluk bize daha geç geldi, o nedenle bizim grevler 90’larda da sürüyordu). İstanbul kocaman bir çöplüğe dönmüştü.
‘Küçük güzeldir’ trendi
Sendikaların böylesine güçlenmesi ve işçi sınıfı bilincinin yükselmesi devam ederken, sermaye sınıfından karşı adım, bir ekonomistin kitabı sonrasında geldi. ‘Outsourcing’, İngiliz ekonomist E. F. Schumacher’in 1973’de tam da petrol krizi ve küreselleşmenin başlangıcında yayımladığı kitabı ‘Small is Beautiful’un yorumlanmasıyla geldi. “Bigger is Better” yani “Büyük daha iyidir” ifadesinin tersi olan “Küçük güzeldir”in şirketlere uygulanışı, örneğin yemekhanelerin önce yemek şirketine dönüşmesi, sonra dışarıdaki bağımsız bir yemek şirketinden satın alma yapılanmasını yani ‘outsourcing’ ya da Türkçesiyle ‘taşeronluk’, yapılanmasını getirdi.
Bu kitap, esas şirket için ‘core business’a odaklanma, diğer işleri fatura karşılığı satın alma felsefesini anlatıyor, şirketlerin küçültülmesi, ‘küçük’ kâr merkezlerine bölünmesi ve esas işlere odaklanmasını tavsiye ediyordu. Bu da, örneğin işçilerin yemeğinin hazırlanması gibi yan işlerin dışarıdan alınması, böylece örneğin patateslerin bozulması sonucu oluşan zararın üstlenilmesinden kurtulmak ve bütçeye belli bir rakam koyabilmek anlamına geliyordu.
Yemek yapan şirket ise, ‘core business’ı olan yemek pişirme konusunu geliştirebiliyor, daha ucuza mâl edebiliyordu. Ne kadar faydalı değil mi?
Ama ‘outsourcing’in asıl faydası, işçileri bölmesiydi. Böylece şirketler, büyük ve bir araya geldiğinde önemli bir tehdit (grev-yüksek gider-risk) anlamına gelen işçi yüklerinden kurtuluyor. Daha küçük ve manevra kabiliyeti yüksek şirketlerden alım yaparak tasarruf edebiliyor ve büyüyebiliyordu. Bu durum rekabeti de yanında getirdiğinden, bir sürü küçük şirket arasından en uygun fiyatı verenden alım yapılabiliyordu.
Küresel sermaye nasıl palazlandı?
1980’lerde “Küçük (şirket) güzeldir” ya da “Kâr merkezleri” gibi farklı sözcüklerle anlatılan bu gelişme firmaları rahatlattı, şirketlerin hacmini küçültürken, kazançlarını tam tersine katladı ve böylece dev sermayelerin doğmasına ve devamlı büyümesine neden oldu.
Öyle ki, Forbes’in 2015 verilerine bakarsanız, en zengin 400 Amerikalı listesindeki kişilerin toplam varlığı, 2,34 trilyon dolar olmuş. Sayfadaki bilgi diyor ki; listenin en altında yer alan kişinin varlığı 1,7 milyar dolar ve bu rakam bir önceki yılın en alttakinin rakamından 150 milyon dolar daha yukarıda imiş. Listeye giren-çıkan olsa da, toplam varlık rakamı kriz yılları dâhil her sene % 10-12 civarı yükseliyor.
Peki ama nasıl? Bu tarafta para yükseliyorken, nerede aşağıya düşüyor?
Cevap şu; Vietnam savaşı karşıtı bir ailenin kızı olan 41 yaşındaki Kanadalı gazeteci Noami Klein’ın 2000’de yayınlanan ve önemli bir harekete yol açan kitabı “NO LOGO“, ‘outsourcing’in Kuzey Amerika’daki etkilerini detaylı bir şekilde anlatıyor.
Kitapta Intel ve Adidas’ın da aralarında olduğu üç firma tarafından yapılan başvuru ile 1980’de ülke içine, 1985’te ülke dışına açılan ‘dış hizmet alımı’ dalgası ile daha önce ortalama 2000 dolar maaşla yapılan işlerin, ülke içinde 500 dolara yaptırılmaya başlandığı ve 1985 sonrasında ise örneğin Burberry pardösülerin ya da Nike ayakkabıların üretiminde Endonezya gibi fakir ülkelerde ayda 2 dolar maaş alan çocuk işçilerin kullanılmaya başlandığı anlatılır.
Çünkü bu ülkeler için düşük gelir 0 (sıfır) dolarlık gelirden iyidir ve ‘gelişmiş ülkelerden iş almak’ para kazanmak anlamına gelir. Oysa bu operasyon gelişmiş ülkelerin vatandaşları açısından tam tersini ifade eder, yani fakirleşmeyi.
Özellikle 1985’de ilkinden çok daha fazla sayıdaki Amerikan şirketinin baskısı ve lobi çalışmaları ile Amerikan Kongresi’nden geçirilen ‘offshore outsourcing’ ile Kuzey Amerika’daki işler, Uzak Doğu’ya, daha düşük işçi ücretlerinin olduğu ülkelere kaydı.
Klein, Kuzey Amerika’daki çalışanların sekiz yıl sonra yani ancak 1988’de bu yeni gelişmenin farkına vardığını ve sokaklara dökülerek “Where is My Job” (Benim işim nerede?) diye bağırdığını, pankart açtığını anlatır. Wall Street protestocularının ya da Seattle ve Cenova’da sokakları dolduran G8 karşıtlarının tohumu o günlerde atılmıştır.
Bu aynı zamanda bugün ‘küresel sermaye’ olarak adlandırdığımız ‘sermayenin küreselleşmesi’ yolundaki parasal hareketlerin başlangıcını oluşturuyor.
Olayı kısaca özetlersek; Kuzey Amerika’da 1980’lere kadar yükselen çalışan hakları (2. emeklilik, lojman, araba, sağlık sigortası vs.) ve paralelindeki sendikalaşma, şirketlerin üstüne çok önemli bir yük getirmeye başladığında, üstelik bu yük ‘büyük bir risk’i de taşımaya başladığında, yani artık karşılanamaz duruma geldiğinde, Amerikan sermayesi ‘outsourcing’i icat etti.
Küresel sermayenin ABD vatandaşına hayrı yok
Küresel sermayenin Amerika’da konuşlandığı görülmesine karşın, yukarıda da “İşim nereye gitti” ifadesiyle de belirttiğimiz gibi, ABD bugün artık küresel sermayenin kendisi değil, küresel sermaye tarafından yönetilen bir unsur. Ulus devletlerle, küresel sermayenin çarpıştığı ve dünya üzerinde bugün 180 civarında olan devletin 2000’lere kadar bölünmesinin hedeflendiği ifadelerini internette her yerde rahatlıkla bulabilirsiniz.
Amerikan sermayesi, kazandığı parayı kendisine ayırıyor, Amerikalılara fazla pay düşmüyor. Ülkemizde de sık sık vergi ödememesi ile tartışılan Google’ın, kazandığı paranın vergisini kendi ülkesi olan Amerika’ya da ödemediğini, vergi cenneti bir adada işlem yaptığına dair makaleleri ve de açılan soruşturmayı hatırlayacaksınız. Ya da Apple’ın “Amerika’ya değil, Çin’e yararın var” suçlamalarına karşı kendisini savunmak için, ürünlerini taşıyan kuryeleri ve elemanlarına bakan sağlık personelini dâhil ederek “514 bin çalışana istihdam kazandırıyorum” açıklaması yapması da bunun bir parçasıydı.
Yani, küresel sermayenin başlangıç tarihini 1980 olarak verebiliriz. Popüler felsefeci Slavoj Žižek son kitabında, bugünün insanının 1800’lerde elde ettiği insan haklarının üzerine yeni bir şey koymadığı iddiasında bulunuyor. Galiba haklı.
Trans-Pasifik anlaşmasının anlamı
Bu da konuyla ilgili ufak bir not olsun: Amerikan vatandaşlarının bilinçli olanlarının bugünlerde şikayet ettiği bir konu da, “Trans-Pasific Partnership” olarak adlandırılan TPP anlaşması. Bunun dünyanın gizemli örgütlerinden birisi olan Bilderberg toplantılarından çıkan bir sonuç olduğu Julian Assange tarafından ortaya konmuştu.
Olay şu; eskiden 3 kuruşa çalışan Çin, Hindistan gibi ülkeler şimdi gelişti hem 3 kuruşa çalışmıyor, hem de kendileri de teknoloji geliştirmeye başladı. (veya bazı yorumlara göre kopyaladılar) Bu nedenle de TPP daha önce iş verilmeyen, daha fakir, Vietnam türü ülkelere kayma kararı anlamına geliyor.
Freelance neden yaygınlaşıyor?
Dış hizmet alımı büyük şirketleri rahatlatan bir formül olmakla birlikte, taşeronluk yapan firma için bir risk durumunda. Yanısıra teknolojinin gelişmesi de yazının başında belirttiğimiz ve yazıda görüleceği üzere dünyanın öbür tarafından eleman bulma olanağı yaratıyor. Bütün bu faktörler yan yana gelince, yani eski-klasik şirket yapılanmasından vazgeçilmesi, teknolojinin olanakları ve teknolojinin iş modellerini değiştirmesi sonucu gelirin azalması (örneğin gazetecilikte) freelance çalışma düzenini dayatıyor.
Bu arada günümüz çalışanlarının bilinç düzeyinden de bahsetmek lazım. Örneğin, IBM Türkiye’deki sendikalaşma çalışmaları sırasında, çalışanların bir kısmının “ben işçi değilim ki, neden sendikalı olayım” diye sorması, birlikten güç doğacağının farkında olmaması bu bilincin düzeyini gösteren bir işaret.
Trump neden kazanıyor?
Konuyla ilgili değil ama bir de bunu anlatalım. Trump kazanıyor çünkü Amerikalıların pek çok konuda sıkıntısı var. Bunun başında da bu TPP dahil, işlerini dünyanın diğer taraflarına kaybetmeleri var. Göçmen karşıtı olayların da temelinde ‘ekonomik durum’ var.
Dedik ya; düz Amerikalı da bu olayın mağduru. Tabii sadece bunun değil, 1990’larda Amerikan borsalarında yapılan değişimler de (başka bir yazıda anlatırız), vatandaş Amerikalıyı çökertti. Örneğin, emeklilik fonlarının borsaya yönlendirilmesi ile özellikle dot-com krizlerinde emeklilik güvencesini kaybedenler var. 2008 krizinde evlerini kaybedenleri de biliyorsunuz.
Buradan da ‘Wall Street Occupiers’ konusunu hatırlayalım. ABD gibi dünya lideri kapitalist bir ülkenin vatandaşları neden bu ‘antikapitalist’ protestoyu yaptı? 1970’li yılların, sokaklarda “Kahrolsun komprodor sermaye!” tadında pankartlar ya da sloganlarla dolaşan ve ABD’yi protesto eden gençleriyle, 2010’larda Wall Street önünde işgal eylemi yapanlar aynı şeyi düşünüyorlardı; “Cebimdeki para, benden habersiz nereye kayıyor?”
Ne kadar ironik! Amerikan vatandaşlarının dünyanın öbür ucunda ilgilenmedikleri sorunlar (ilgilenenler de vardı, haklarını yemeyelim), 30-40 yıl sonra gelip onları da vuruyor. Asıl globalleşme bu olsa gerek.
Wall Street protestocuların pankartları arasında en vurucu olanlardan birisi şöyleydi:
“Dear % 1
We Feel Asleep
For a While
Just Woke Up
Sincerely
% 99″
Türkçeye tercüme edersek:
“Sevgili % 1
Biz bir süre için uyumuştuk.
Ancak artık uyandık
Sevgiler
% 99″
Peki bu % 1 ve % 99 nedir? Wall Street protestocuları kendilerini çoğunluk ve % 99 olarak tanımlıyor. Karşı çıktıkları grup, yani % 1, onları fakirleştirdiklerini iddia ettikleri kişi/gruplar ve bunlar genellikle ‘Wall Street’ olarak vücut buluyor. Yani Wall Street’te işlem yapan borsacı ya da orada oynayabilecek büyüklükteki şirketleri kastediyorlar. Forbes listesindekiler gibi.
Bugün sorarsanız çoğu kişi ‘Küresel sermaye nedir?’ konusunda açık bir tarif yapamaz. Çoğu zaman ABD olarak tarif ediliyor ya da borsa spekülatörlerinden (veya eskiden gelme inanışlarla Yahudilerden ya da Soros’dan) bahsedilir. Oysa bugün ABD ile küresel sermaye aynı şey değil. Sadece küresel sermayenin konuşlandığı yer ABD. İşte bu nedenle de Amerikan vatandaşları Wall Street işgalcileri haline geldi.
Sonuç olarak, taşeronluk dediğimiz olay ve teknolojinin gelişimi, iş modellerini ve istihdamı değiştiriyor ama bunun bir denge içerdiği söylenemez. Nereye gider bilemiyoruz ama Žižek ve Chomsky demokrasi tanımının değişmesi gerektiğini söylüyor.
Ama kısa dönemde değişen çalışanlar olacak gibi görünüyor. Artık robot çağındayız ve robotlar çok daha verimli, çok daha ucuz vs. diye değerlendiriliyor.
Ben de yazıyı büyük bir ustadan önemli bir şarkı ile bitirmek istiyorum. San Francisco vali adaylığı sırasında California Teknoloji Enstitüsü’nü ziyaret edip, çimenler üzerine ‘kızlı-erkekli’ yayılan öğrencileri eleştiren Ronald Reagan’a ithaf edilen bir şarkıdır bu. John Lennon’a ait.