Gusto Seyahat

Roma: Şenlik, yeme ve yaşama kültürü

İlk Roma seferimi 20 yıl önce yapmıştım. Turla gitmiştik ve harala gürele koşturmacadan dolayı şehirden pek bir şey anlamamıştım. Bu kez akıllanmış olarak gittim. Şehri tek başıma ve yayan dolaştım.

İlk izlenimler: Roma tarih kokuyor. Roma yaşıyor. Roma yiyip içiyor. Roma yemyeşil. İstanbul’a hiç benzemiyor. (Oysa 20 yıl önce ne çok benzetmiştim)

Roma’nın ortalık yerinde dev alışveriş merkezleri yok, yollarda hayvan gibi cipler yok (tam tersine, arabalar kibrit kutusu gibi, park etmesi kolay oluyormuş), birbirini her an dövmeye hazır öfkesi burnunda insanlar yok, gerilim yok, koşturmaca yok, yaya geçitlerinde yayaların üstüne langır lungur araba sürenler yok.

Bunların yerine milyon tane kafe, bar, pizzacı, dondurmacı, pastane, şarküteri var. Bol bol tarih var. Ortalık fokur fokur turist kaynıyor. Herkes yiyor içiyor, her köşeden müzik taşıyor…

Roma’ya gelmemin ana nedeni, yeme-içme ve gündelik hayat konusunda sondajlar yapmaktı.

Roma’nın Sultanahmet’i Campo Di Fiori’de, Trastevere’de, İspanyol Merdivenleri’nin bulunduğu Spagna’da, bu meydandan Panteon’a çıkan caddelerde ve ara sokaklarda, meşhur Trevi Çeşmesi ve civarında, Vatikan bölgesinde, Nazionale Caddesi’nden Kolezyum’a çıkan sokaklarda bol bol dolaştım, şehrin sesini dinledim, insanları gözledim.

Son 5 senedir azılı bir kahve tiryakisi haline geldiğim için, Roma’da ilk işim kahve dükkânlarını teftiş etmek oldu. İster kıyı kenar mahalle olsun, ister şehir merkezi, her yerde süper kahve yapıyorlar. Gözüme kestirdiğim her kahveciye girip, hepsinde birer espresso denedim. Özel bir adres diyenlere, Panteon civarındaki (tam olarak Sant’Eustachio) Tazza D’Oro’yu öneririm.

Cafe Greco’ya uğramadan da dönmek olmaz. İspanyol Merdivenleri’ne çok yakın. 250 yıllık (hatta daha fazla) bir pastane. Sırf tarihi değeri için bile girip oturulur (Sonra da, bizim artık tarih olan Beyoğlu kafelerimize, Emek Sineması’na, Narmanlı’ya ağıt yakılır. Ardından, betonarme olmuş Taksim Meydanı ve kışla haline gelmiş tek kültür merkezimiz için ağlanır).

Bu arada, Bialetti cezvede kahve yapmaya takık durumda olanlara müjdeyi vereyim. Roma’da bu cezvelerin fiyatları gayet uygun. Giden, almadan dönmesin.

Yeme içme konusunda ilk söyleyeceğim şey şu: Burada herkes ‘organik’ besleniyor. Yediğiniz her şey, olması gerektiği gibi. Süt süt gibi, zeytinyağı zeytinyağı gibi, ekmek ekmek gibi. Bizde satılanlar gibi, asıllarının sanayi tipi kopyası değiller yani.

İyi beslenme ile insan mutluluğu arasında çok ciddi bir etkileşim olduğuna inanıyorum. Ve bizim ülkede son 20 yılda insanların iyice çıldırmasını, bol miktarda sanayi tipi beslenmeye bağlıyorum. Yediğimiz ekmekten tutun, ektiğimiz tuza ve bol bol kullandığımız sirkeye kadar, her şey ‘çakma.’ Roma’da ise çakma hiçbir şey yok. Her şey doğal, her şey mutfakta üretiliyor.

Bir yemeği iyi yapan şey sizce nedir? Aşçının ustalığı mı? Hayır! Bir yemeği iyi yapan şey, kullanılan malzemenin kalitesi, tazeliği ve o yemeği pişirenin yemeğe kattığı ‘sevgi’dir. Gülmeyin. Anne yemeklerinin tadının unutulmaz oluşunun sırrı budur. Roma’da durum bu. Yemek sektöründe daima doğal, lezzetli malzemeler kullanıyorlar ve işlerini severek, bilerek yapıyorlar.

Sıradan bir sandviçe, pizza dilimine bile, en sızmasından nefis zeytinyağı damlatarak, fark yaratanların şehri burası.

Bizde pek kullanılmayan adaçayı, fesleğen, hindiba gibi bitkileri pizzalarda ve yemeklerde bol bol kullanıyorlar. Sarımsak, beyaz şarap vazgeçilmezleri. Zeytinyağları olağanüstü.

Burada hemen bir küçük paragraf açmak lazım. Türkiye’de son yıllarda beslenme konusunda büyük bir bilinçlenme var ve insanlar sanayi tipi beslenmenin tehlikelerine uyandılar. Ancak ne acıdır ki, çözüm yok. Çünkü Türkiye’de iyi beslenmek ‘çok pahalı’ bir iş. Organik gıdaların yanına yaklaşılmıyor (zaten onların ne kadar organik olduğu konusunda da hayli kuşkuluyum!).

Bu durumda, nüfusun büyük çoğunluğu, sanayi tipi beslenmek zorunda. Bu da çeşitli hastalıkları, asabi durumları ve mutsuzluğu getiriyor. İyi beslenip hayattan keyif almak, sadece parası olanın tekelinde bizde. Ama Roma’da işler böyle değil. Az gelirlisi de, çok gelirlisi de iyi besleniyor. Mideler ve bağırsaklar mutlu olunca, insanlar da huzurlu oluyor.

Roma’da çok iyi şarküteriler var. Tavsiye üzerine gittiğim ‘Roscioli’ bunlardan biri. Campo di Fiori’ye yakın. Hem şarküteri hem lokanta olan Roscioli’de yer bulmak çok zor. Her dakika tıklım tıkış. Çünkü her şeyleri çok lezzetli.

Acı haber şu: Roma’da her şey çok pahalı. Sıradan bir pizza 40 TL’den başlıyor. Makarnalar da öyle. Sadece peynir ve şarap fiyatları, aşağı yukarı bizdekine denk geliyor gibi.

Enginar kullanımının enginliği çok ilgimi çekti. Enginarı hem pizzalarda, hem yemeklerde bol bol kullanıyorlar. Pazarlarda kırmızı renk ‘beybi enginar’lar var. Bizde zeytinyağlı yemeği bilinir sadece (Ege’de kuzu etlisini de yaparlar, o ayrı). Roma’da ise genelde kızartıyorlar.

Bunun dışında (bizde hiç kıymeti bilinmeyen, zaten pek de bulunmayan) sakatat yemekleri çok.

Ve tabii ki ana yemek, makarna. Benim makarnayla aram pek olmadığı için, denemeye girişmedim. Ama tattığım kadarıyla, bizdeki makarna denilen şeyle alakası olmayan, muhteşem şeyler bunlar.

Ve dondurma. Roma demek dondurma demek. Hepsi taze meyvelerden, hepsi hakiki dondurma.

Tiramisuyu da unutmamak lazım. Muhtelif yerlerde denedim, hiçbiri boş çıkmadı.

Sonuç olarak, Roma’da yeme içme işinde büyük kalite var.

Tarihine de diyecek söz yok. Panteon’da, Kolezyum’da saatlerce dolanabilir ve hiç bıkmaz insan. Trevi Çeşmesi’nde, Spagna Meydanı’nda, hardal rengi binalarla dolu daracık sokaklarında, Teveri nehrini kesen köprülerinde, dünyanın tüm dertlerini unutabilir.

Tek fıst ettikleri nokta, hediyelik eşya. Hayatımda bu kadar tapon hediyelik eşya satan başka şehir görmedim. Gerçekten iyi, farklı olan hediyeliklerin ise yanına bile yaklaşılamıyor, o derece pahalı. Onlar da genelde deri mamulleri. Bir de muhtelif Pinokyo ürünleri satan dükkanlar var. Kapıda bir marangoz ustası tahtaları kesip biçiyor, taze taze vitrine sürüyorlar. Hediyelikte başka da bir numara yok.

Eskiden Roma pazarlarının ayakkabıları meşhurdu. Her gidene ısmarlanırdı. Artık tarih olmuş. Her yer Çin malı dolmuş, dünyanın her tarafında olduğu gibi. Birkaç pazar dolaştım ama yiyecek dışında dişe dokunur bir şey bulamadım.

Bu arada, Roma pazarları ile yakından ilgilenenler Roma’daki yeme-içme elçimiz Elvan Uysal’ın bloğunda bu konuda cidden çok faydalı ve ayrıntılı bir yazı bulabilirler.

Neslihan Acu

İstanbul'da doğdu, 1995'ten bu yana İzmir'de yaşıyor. Boğaziçi Üni. Mühendislik Fak. mezunu. Gazeteciliğe İzmir Life dergisinde röportajlar yaparak başladı. Medyatava'da üç yıl medya yazıları, Yeni Asır'da dört yıl köşe yazıları yazdı. Yayımlanmış yedi romanı var: Meltem K'yı Kim Öldürdü, Kadından Donkişot Olmaz, Ne Güzel Bir Hiçlikti Aşk, Kuzgunun Şarkısı, Artık Ayrılsak Diyorum, İyi Tanrının Çocukları, Z Yalnızlığı.

Journo E-Bülten