Haber

Sami Kohen’in ardından: 63 yıl arayla ilk ve son köşe yazıları

Sami Kohen, ortaokul yıllarında tanıştığı daktiloyu 75 yıl boyunca kullandı. Yaşamının son yıllarında gözündeki sağlık sorunu nedeniyle yazılarını, genç meslektaşlarının yardımıyla söyleşi formunda okurlara aktardı.

Abdi İpekçi’nin davetiyle geldiği Milliyet gazetesinde 1954’ten beri diplomasi ve dış politika yazan, Türk basınını ilk kez dış haberler sayfasıyla tanıştıran Sami Kohen, 93 yaşında hayata gözlerini yumdu. Mesleğin duayen ismini, 63 yıl arayla yayımlanan ilk ve son köşe yazılarını hatırlatarak anıyoruz.

Tedavi gördüğü hastanede dün gece yaşamını yitirdiği açıklanan basın duayeni Sami Kohen, 1928 yılında İstanbul’da doğmuştu. Kohen 1950’de Yeni İstanbul gazetesinde mesleğe başladı. Kohen bu gazetedeyken Babıâli tarihinde bir ilke imza attı ve sayfaların bir bölümünü tamamen dış haberlere ayırıp medyamızın ilk dış haberler editörü oldu.

Kohen Yeni İstanbul gazetesinde çalışırken Abdi İpekçi ile tanıştı. 1952’de askerden dönünce İpekçi’nin yazı işleri müdürlüğü yaptığı İstanbul Ekspres gazetesinde işe girdi. 1954’te İpekçi bu kez Milliyet’in yayın yönetmeni olunca Kohen de bu gazeteye geçti. Hürriyet yazarı Sedat Ergin o günleri şöyle anlatıyor:

  • Milliyet, İpekçi’nin yenilikçi hamleleriyle kısa zamanda kendisini prestijli bir gazete olarak kabul ettirir. Bu ekibin dış haberler müdürü ve köşe yazarı olarak en önemli aktörlerinden biri de İpekçi’nin en yakın çalışma arkadaşlarından biri kimliğiyle Sami Kohen’dir.
  • Haberleşme mecralarının yalnızca yabancı ajans, radyo ve gecikmeli gelen yabancı gazete ve dergilerden ibaret olduğu o yıllarda, gazetelerin dış haber servisleri dünyayı Türk kamuoyuna bağlayan birer köprü işlevi görüyordu. Sami Kohen ve başında olduğu servis, işte bu çok önemli köprülerden biriydi.
  • Kohen’in dış habercilik anlayışına kattığı kayda değer bir unsur, bu alanı yalnızca masa başa bir çeviri uğraşı olarak görmeyip, servisin mensuplarının sahada olması gerektiğine inanması, bunu teşvik etmesidir. Kendisi de her fırsatta sahaya çıkmış, önemli gazetecilik başarılarına imza atmıştır.

1954’ten itibaren Milliyet’in dış haberler servisini yöneten Sami Kohen, sonraki 67 yıl boyunca dış politika haber ve yorumlarına imza attı. Saygıyla andığımız Sami Kohen’in Milliyet’te yayımlanan ilk yazısını ve son yazısını aşağıda okuyabilirsiniz.

Söz Sırası

Turist gözü ile…

30 Eylül 1958 

Geçen hafta Amerikalı bir turisti Dolmabahçe Sarayına götürmüştüm. Sarayın kapısına geldiğimiz zaman kalabalık bir grup gördük. Hepsi de ecnebi idi. (Sarayın kapıları Salı ve Cuma günleri yalnız ecnebilere açıktır). Ellerinde ya bizim gibi Turizm Bürosundan aldıkları bir giriş kartı veya kendi Konsolosluklarından temin ettikleri bir mektup vardı. Fakat kapıdaki memur Saraya sokmuyor. “Müdür… imza” deyip duruyordu. Türkçe bilmeyen turistler tabii bundan bir şey anlamıyordu.

Memura giriş müsaademizi gösterdiğim zaman “Bunu Müdüre imza ettireceksiniz” dedi ve şu izahatı verdi: “Şu yan kapıdan girin. Koridoru geçin. Bir merdiven çıkın. Soldaki ikinci kapıda Müdür diye yazar. Kağıdı imza ettirin. Dostunuz burada beklesin.”

Kapıda bekleyen turistlere yapılacak muameleyi, anlayabildikleri lisanda izah ettim. Çıkıp kağıdı imzalattık. Memur ondan sonra Saraya girmemize izin verdi.

TURİSTLERİN NEFRET ETTİĞİ BU UZUN BOYLU FORMALİTELERE VE KIRTASİYECİLİĞE NE LÜZUM VAR?

EĞER BU İMZA LÜZUMLU İSE KAPIDAKİ MEMURUN TURİSTLERE DERDİNİ ANLATACAK KADAR LİSAN BİLMESİ İCAP ETMEZ Mİ?

***

Turistler Sarayın içine girdikleri zaman hayran kaldılar. Bazıları burasını haklı olarak, Paris’teki Versailles Sarayına benzettiler.

Fakat Sarayın içinde izahat veren en ufak bir levha veya bu işi şifahen yapacak tek bir adam yoktu. Fevkalede güzel ve değerli tablolar, lambalar, masalar, duvar saatleri vs. vardı. Bunların tarihçesi ne idi? Saray hangi devire aitti? Turistlerin meraklarını bir türlü tatmin edemiyordu. Sarayı gezdiren diğer lisan bilmeyen bir memur onlara “Yürü” demekten başka bir şey yapmıyordu. Hele grubun peşinden yürüyen üniformalı iki polisin nazarları turistlerin adeta huzurunu kaçıyordu.

ECNEBİ ZİYARETÇİLERİ TENVİR ETMEK İÇİN ODALARA VE EŞYALARA MESELA İNGİLİZCE VE FRANSIZCA OLARAK LEVHALAR KONAMAZ MI?

***

Dolmabahçe Sarayındaki durumu bazı farklarla diğer tarihi turistik yerlerde görmek mümkün. Mesela Topkapı Müzesinde izahat veren ufak tefek kartlar vardır. Ama bunlar İngilizce olarak yazılmamıştır.

İSTANBULA GELEN ZİYARETÇİLERİN ÇOĞUNUN İNGİLİZCE KONUŞAN TURİSTLER OLDUĞU UNUTULUYOR MU?

Memlekete turisti getirttikten sonra onu memnun etmesini de bilelim.

Merkel’siz Almanya nasıl olacak?

25 Eylül 2021

Merkel dönemi, Almanya’nın yakın siyasi tarihindeki en başarılı dönemlerden biri olarak kayda geçecektir kuşkusuz. Öncelikle bu dönemde Almanya’da istikrar ve refah sağlanmıştır. Almanya, Avrupa’nın en zengin ülkesi olmuş, Avrupa Birliği’nin (AB) lokomotifi durumuna gelmiş, uluslararası platformlarda da faal bir rol oynamıştır. Şansölye Merkel, bu başarılara damgasını vurmuştur. Almanya’nın ilk kadın şansölyesi olan Merkel, güçlü kişiliği, karizması, yaratıcılığı, dengeli ve uzlaşıcı karakteriyle gerçek bir liderlik göstermiştir. Avrupa’nın lider sıkıntısı çektiği bir dönemde Angela Merkel, bu vasıflara sahip güçlü bir önder olarak kendisini kanıtlamıştır. Bu dönem içinde iç ve dış politikada sergilediği başarılı performans, şimdi seçimlerden sonra işbaşına geçecek yeni lidere ve hükümetine bir miras olarak kalacaktır. Bütün mesele, bu seçimler sonucunda ortaya çıkacak olan yeni yönetimin aynı politikaları, benzer istikrar ve uyumla yürütüp yürütemeyeceğidir.

– Peki, açıklanan adaylara baktığınızda, seçimlerin sonucunda nasıl bir tablo ortaya çıkar sizce?

Bu seçimlerin özelliği, bundan öncekilere göre çok daha belirsiz bir hava içerisinde gerçekleşmesidir. Daha düne kadar seçim sonucu üzerine yapılan tahminler ve anketler, iki ana partinin, yani Hristiyan birlik partileriyle (CDU/CSU) Sosyal Demokrat Parti’nin (SPD) neredeyse başa baş gittiğini gösteriyor. Bu durumda herhangi bir partinin ve parti liderinin hükümeti tek başına kuracak çoğunluğa sahip olamayacağı belli. Bunun dışında her şey belirsiz. Çeşitli senaryolardan bahsediliyor. Muhafazakârlar olduğu kadar sosyal demokratlar da bir koalisyon kurarak işbaşına gelebilir. Ancak koalisyon ortaklarının kim olacağı da şimdilik belirsiz. Üçüncü parti durumundaki Yeşiller’in, SPD’nin kuracağı bir koalisyona girebileceği, ama aynı zamanda SPD ile anlaşamazsa CDU/CSU’nun da Yeşiller ile bir ortaklık yapma ihtimali bulunduğundan söz ediliyor. Yeşiller’in geleneksel ortağı liberaller yani FDP olmuştu. Fakat liberallerin de yeterli sandalye sayısına sahip olması gerekiyor. Dolayısıyla bu karışık aritmetik yüzünden, bu koalisyon kurma sürecinin uzaması da büyük bir olasılık. O taktirde Merkel, hükümet kurulana kadar yine görevini sürdürecek.

Bir de unutulmaması gereken, Merkel’in başında olduğu mevcut hükümetin bir koalisyon olması. ‘Büyük koalisyon’ olarak da nitelenen birlik partileri ile SPD’nin ortaklığı söz konusuydu. Bu da ihtimallerden biri elbette. Merkel, ortanın solu ile merkez sağın bir araya gelmesini sağlayabilmişti. Uzlaşıcı olduğundan, bunu da en iyi şekilde yürütebilmişti. Tekrar böyle bir büyük koalisyon kurulabilir mi, o da belirsiz…

Şunu da belirtmekte yarar var… Eğer, Merkel 4 dönem ve toplam 16 yıl iktidarda kaldıktan sonra bir daha seçime katılmama ve hatta aktif siyasetten çekilme kararını vermemiş olsaydı, Pazar günü yine seçilir ve partisini de ilk sıraya taşıyabilirdi. Nitekim bu konuda yapılan bazı anketler, Alman seçmenlerin çoğunun kendisine bu şansı tanıdığını gösteriyor. Fakat Merkel’in kararı kesin oldu. Dolayısıyla bu seçim sonucu da ucu açık bir durumda kaldı.

Merkel’in bıraktığı mirasın nasıl üstleneceği ve yürütüleceği sorusunun cevabı ise, aslında kesin seçim sonuçlarına, kimin kimlerle koalisyon kuracağına, hangi adayın şansölye olacağına bağlı.

Bununla beraber, Merkel’in bıraktığı politik çizginin, yeni şansölye ve hükümetince nasıl yürütüleceği merak konusu. Muhakkak ki, kurulacak koalisyonun izleyeceği politika, partilerin kendi programlarıyla paralel olacaktır. Bu da aslında bazı değişiklikler olabileceğini gösteriyor. Yalnız çok radikal bir değişim de beklenmemeli tabii. Çünkü partilerin her ne kadar belli konularda her partinin kendine has bir duruşu, görüşü olsa da, “devlet politikasını değiştirecek kadar” keskin değildir. Belki kendisini “alternatif” olarak adlandıran (AfD) aşırı sağcı grup dışında… Ancak o partinin de iktidara yer alması pek mümkün görünmüyor zaten. Diğerlerinin tamamı, politikalarını aşağı yukarı Merkel’in çizgisine uygun bir şekilde ayarlayacaktır. Kısaca, “Merkel’siz Almanya,” yine de bir ölçüde Merkel’in çizgisinde kalacak gibi görünüyor…

– Merkel’in gidişinin Türk-Alman ilişkilerine etkisi ne olabilir?

Son zamanlarda Angela Merkel ile Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan arasındaki diyaloğun iyi olması, Türk-Alman ilişkilerine olumlu katkı sağlamıştır. Çünkü iki ülke ilişkileri son yıllarda inişli-çıkışlı bir seyir izliyordu. Hatta bazı konularda iki ülke arasında anlaşmazlıklar da çıkmıştır. Ne var ki, Almanya için Türkiye, Türkiye için Almanya vazgeçilmez ortaklardır.

Merkel’in, her şeye rağmen ülkemize verdiği değer nedeniyle Türkiye ile iyi ilişkiler kurmaya çaba gösterdiği bir gerçektir. Bununla birlikte Türkiye’de, tıpkı diğer ülke liderlere olduğu gibi, bazı dönemlerde Merkel için ‘Acaba dostumuz mu?’ sorusu gündeme gelmiştir. Tabii bu sorunun cevabının, neye göre arandığına bakmak lazım. ‘Dost’ derken eğer Merkel’in Türkiye’nin bazı istek ve görüşlerini aynen desteklemesi kastediliyorsa, böyle olamamıştır elbette. Örneğin Merkel, AB konusunda hiçbir zaman Türkiye’nin tam üye olmasına rıza göstermemiş, karşı çıkmış, imtiyazlı ortaklık gibi bir fikir ortaya atmıştır. Aynı şekilde Kürt hatta göç meselesinde Merkel ile Ankara arasında görüş ayrılıkları çıkmıştır. Dolayısıyla sadece bu yönüyle bakarak Merkel’in dost olup olmadığını sorgulamak pek doğru olmayabilir.

Peki, Merkel’siz Almanya ile bu ilişkiler nasıl yürütülecek? Bu sorunun cevabı, yine, nasıl bir koalisyon çıkacağına ve kimin şansölye olacağına bağlı. Elbette Türkiye ile ilişkilerde bazı problemler çıkabilir. Nitekim gerek SPD’nin gerekse de Yeşiller’in özellikle demokrasi ve insan hakları konusundaki hassasiyetleri, bunlardan biri olabilir. Fakat unutulmamalı ki, hemen hemen tüm partiler, Türkiye’yi önemli bir ortak görüyor ve iyi ilişkiler kurulmasından yana. Dolayısıyla Merkel’siz de ilişkilerin aynı düzeyde olması beklenebilir.

– Son günlerde öne çıkan krizlerden biri de, Asya-Pasifik’te ABD, İngiltere ile Avustralya arasında imzalanan savunma nükleer denizaltı anlaşması sonrası Fransa’nın ortaya koyduğu tepki. Olay, Fransa’nın kendisiyle olan anlaşmasını iptal eden Avustralya’nın yanı sıra diğer iki ülkeyle de ‘küsmesine’ neden oldu? Bu konuda neler diyeceksiniz?

Fransa, Avustralya ile 66 milyar dolarlık denizaltı siparişine ilişkin anlaşmayı ‘yüzyılın kontratı’ diye tanımlıyordu. Fransa Cumhurbaşkanı Macron, bu sayede ülkesinin büyük ekonomik kazancının yanı sıra Asya-Pasifik bölgesindeki nüfuzunun da artacağı yönünde iyimser tahminde bulunuyordu. Fakat Avustralya, bu anlaşmadan çark etti ve kontratı iptal etti. Yani Fransızların yüzyılın kontratı, Fransa için ‘yüzyılın şoku’ oluverdi.

Bunu Avustralya yapmış olsa da, arkasında ABD’nin bulunduğu açık. Bu karar, basit bir ticari anlaşmanın iptalinden ibaret değil. İşin içinde ABD’nin de Asya-Pasifik’teki çıkarlarını ön plana alan askeri, siyasi ve ekonomik faktörler var. Joe Biden yönetimi, Çin’le olan rekabetini ön planda tutarak Avustralya’yı bu anlaşmayı bozmaya ve kendisinin ürettiği nükleer denizaltıları seçmeye ikna ettiğinde, esas amacı şuydu: Çin’in, Güney Çin Denizi’nde askeri açıdan güçlenmesine karşı kendi gücünü de göstermek ve ‘Çin’i çevrelemek.’ Bu amaçla Avustralya ve İngiltere’nin de desteğiyle yeni bir ‘güvenlik paktı’ kurmak istiyor. Bazı gözlemciler bunun amacının ABD’nin Pasifik’te ‘anglosakson ittifakı’ kurmak ve Çin’i frenlemek istemesi olduğunu belirtiyor.

Bu da, Asya-Pasifik’te yeni bir soğuk savaşın zillerini çalıyor. Nitekim Pekin, bunun karşısında çok sert tepki göstermiştir. Ancak bu olayın en önemli etkisi, ABD’nin Avustralya’yı anlaşmayı iptale zorlayarak batı bloğu içinde de bir bölünmeye yol açmış olmasıdır. AB ve Asya’daki birçok ülke bu konuda Fransa’ya destek çıkmış, hatta ABD’nin tutumunu sert şekilde eleştirmiştir. ABD, Fransa’ya Türkçe deyimiyle ‘dost kazığı’ atmakla saygınlığını, güvenirliğini iyice sarsmıştır. Bu, ABD’nin Afganistan’daki fiyaskosundan hemen sonra yaptığı ikinci büyük hata. Dolayısıyla ABD, ‘güvenilir bir müttefik ya da dost’ olma konusunda iyi bir sınav veremedi. Ancak bu durumun, aslında Biden yönetimini pek endişelendirmediği görülüyor. Anlaşılan ABD, hala sadece kendi ‘sert gücüne’ güveniyor.

Fransa da, tüm infialine ve öfkesine rağmen ABD’nin bu hareketine karşılık verememiştir. Geri çektiği elçisini birkaç gün sonra tekrar görevine iade etmiştir. Herhangi bir boykota ve diplomatik ilişkileri kesme yoluna başvurmamıştır. Bu da, Macron’un ABD karşısındaki çaresizliğini gösteriyor. (Söyleşi: Levent Köprülü)

(Sami Kohen, son  aylarda Milliyet’in internet sitesinde kendi imzasıyla yayımlanan köşe yazılarını, sağlık sorunları nedeniyle bizzat yazamadı. Kendisine yöneltilen dış politika sorularını sözlü olarak yanıtladı ve bu söyleşiler yayına hazırlandı. Kohen’in bizzat yazdığı son yazı ise aşağıda.)

Kıbrıs meselesinde nereden nereye gelindi?

27 Nisan 2021

Yıl 1955… Londra’daki Lancaster House Sarayı Kıbrıs’la ilgili “beşli” bir konferansa ev sahipliği yapıyor.

Toplantıya Türkiye, Yunanistan, İngiltere Dışişleri Bakanları (Zorlu, Stefanopulos, Macmillan) ile Kıbrıs’taki iki cemaat liderleri (Dr. Küçük ve Makorios) katılıyor.

Bu, Kıbrıs konusunda yapılan ilk uluslararası konferanstı.

O dönemde Britanya İmparatorluğu Asya ve Afrika kolonilerine bağımsızlık vermeye başlamıştı. Kıbrıs’tan da benzer bir talep geliyordu. İngiliz hükümeti, işte Kıbrıs konferansını tüm ilgili taraflarla adanın geleceğini görüşmek amacıyla topluyordu.

Konferansın başladığı 28 Ağustos günü, ben Milliyet mensubu, çiçeği burnunda genç bir gazeteci olarak oradaydım. Bu benim ilk yurt dışındaki görevim ve aynı zamanda Kıbrıs meselesine ilgimin başlangıcını oluşturacaktı.

Nasıl başladı?

Bugün Cenevre’de gene Kıbrıs meselesiyle ilgili bu kez değişik şekilde BM’nin de katılımıyla “beş artı bir” formatında toplanırken, Londra’daki ilk konferansı ve o dönemde tarafların pozisyonu anımsamakta, diğer bir deyişle, bu meselede nereden nereye gelindiğine bakmakta yarar vardır.

1950’lerde İngiltere, özellikle Rum EOKA terör grubunun kolonyal idareye karşı eylemlerinin de etkisiyle, meseleyi böyle bir konferansa taşımaya karar vermişti. O dönemde Rum tarafı, İngiltere’nin diğer kolonilerine yaptığı gibi, “self-determinasyon” hakkını tanımasını istiyordu. Nitekim konferansta da Kıbrıs Rum-Yunan tarafının masaya koyduğu talep buydu.

Açıkçası, Türk tarafı, sadece Rumların talebine karşı çıkıyor, kendi açısından bağımsızlık yönünde bir şart koşmuyordu. Londra Konferansı’ndan önce Ankara’nın resmi tutumu, zamanın Dışişleri Bakanı Köprülü’nün ifadesiyle “Kıbrıs diye bir meselemiz yoktur” ifadesini yansıtıyordu. Ancak Londra Konferansı’nda Türk heyetinin başında bulunan Zorlu, şu tezi masaya koymuştu: İngiltere Rumların talebini katiyen kabul etmemelidir. Zira bu, adanın Rumlara teslim edilmesi demek olur. Eğer İngiltere çekilecekse, adayı Türkiye’ye devretmelidir. Çünkü İngiltere Kıbrıs’ı Osmanlı İmparatorluğu’ndan almıştır. Şimdi bu hak Türkiye’ye rücu eder.

Tabii stratejik önemi dolayısıyla zaten Kıbrıs’ı bırakmak niyetinde olmayan İngiliz diplomasisi için, taraflar arasındaki bu zıt pozisyonunu geleneksel “böl ve yönet” politikasını sürdürmesi için bir fırsat oluşturuyordu. Londra’daki görüşmeler 5 Eylül’de çıkmaza girince Macmillan konferansı kesti. Ne var ki 6 Eylül’de İstanbul’da Kıbrıs’la ilgili olarak düzenlenen mitingler çığırından çıktı, bilinen dramatik olaylara yol açtı.

‘Ya taksim ya ölüm’

Gelelim bu uzun filmin bundan sonraki bölümlerine. Özetin özetiyle, önemli gelişmeleri şöyle sıralayabiliriz:

Kıbrıs Türk tarafında ve Türkiye’de Kıbrıs davasına sahip çıkma akımı yaygınlaştı ve güçlendi. Adada Türkler örgütlenmeye, silahlanmaya başladı. Türkiye’de Kıbrıs için “Ya taksim, ya ölüm” gibi sloganlar eşliğinde gösteriler, toplantılar düzenlendi. Türk diplomasisi uluslararası platformda sesini duyurmaya çalıştı.

Bunun ardından, en önemli gelişme, yoğun diplomatik çabalardan sonra 1960’ta Kıbrıs Cumhuriyeti’nin bağımsızlığını sağlayan Londra ve Zürih anlaşmalarının akdedilmesi oldu. Böylece, iki toplumu bağımsız Kıbrıs’ın yönetiminde ortak duruma getiren yeni bir statü sağlandı.

Bu olay başta taraflarca memnunlukla ve umutla karşılandı. Benim o günlerde iki tarafla temaslarımdan aldığım bu havaya şüpheyle bakan nadir kişilerin başında o zaman cemaat başkanı olan Rauf Denktaş geliyordu. Yaptığım söyleşide açıkça “Bu iş yürümeyecek, göreceksiniz” demişti. Bunun sebebini de şöyle izah etmişti: “Rumlar adanın tümüne hâkim olmak ister. Ellerindeki olanaklarını kullanıp bizimkileri ezmeye ve bertaraf etmeye çalışacaklar…”

Denktaş’ın öngörüsü çok geçmeden gerçekleşti. Rumlar hakimiyet kurmak için her yola başvurdu. Bu arada 1963 sonunda Erenköy’de giriştikleri katliamla mevcut statüyü çökerttiler, 1967’de Geçitkale ve Boğaziçi köylerine saldırılarıyla da adanın fiilen bölünmesine yol açtılar.

Bütün bu kanlı olayları, çatışmaları, aradaki müzakereleri, gerginlikleri yerinde izleyen bir gazeteci olarak, adadaki Türk halkının çektiği sıkıntıyı ve acıları gördüm.

1967’deki dramatik olaylardan sonra anavatan Türkiye’nin müdahalesini bekleyen Türk gençleri bunun bir türlü gerçeklememesi karşısında toplanıp “Bekledik de gelmedin” şarkısını söylemeleri çok üzücüydü.

Harekât ve sonrası

Türkiye’nin Barış Harekâtı’nı gerçekleştirdiği 20 Temmuz 1974, Kıbrıs için önemli bir milattır. O tarihten itibaren ada Türklerinin kaderi değişmiş, fiili durum yeni bir çığır açmıştır. Nitekim o yıldan sonra diplomasi yoluyla çözüm arama girişimleri yeni realiteyi dikkate almak zorunda kalmıştır.

1976’da bu amaçla Viyana’da yapılan peş peşe altı konferansı izlerken, artık Rum tarafının da Enosis’i gerçekleştirmek veya adanın tümüne hâkim olmak niyetinin bir hayal olduğunu fark ettiğini tespit etmiştim. Makarios bir söyleşimde bana Enosis’in artık “arzu edilen ama gerçekleşmesi imkânsız hale gelen bir hedef olduğunu” belirtmişti.

Bu aşamada Mehmetçik’in kontrolündeki Kuzey bölgesi hızla ayrı ve otonom bir bölge olarak varlığını gösteriyordu. Karşılıklı nüfus hareketi sonucu ada bölünüyor, BM kontrolündeki Yeşil Hat bir sınır oluşturuyordu.

Sahadaki bu yeni durum, diplomasi koridorlarında ve müzakere masasında federal çözümü gündeme getiriyordu. Nitekim, BM gözetimindeki görüşmelerin konusu Denktaş ile Klerides’in de mutabık kaldıkları iki bölgeli, iki toplumlu federal sistemin detaylarıyla ilgiliydi. Bu arada 1983’te bir sabah çok erken bir saatte Denktaş’ın Meclis’i toplantıya çağırıp KKTC’yi ilan etmesi büyük sürpriz olmuştu. Ne var ki bu bağımsızlık dış dünya tarafından tanınmadığı gibi, Kuzey’deki Türkler ambargolarla cezalandırıldılar.

Kıbrıs’taki yeni gerçek nihayet BM Genel Sekreteri Kofi Annan’ın ismini taşıyan planı gündeme getirdi. Ama referandumda Rumların sabotajı bu federal çözümü de suya düşürdü. Onu izleyen süreçte yapılan tüm görüşmelerin akamete uğramasına neden oldu.

Aslında bu uzun süreçte, federal çözüm son umuttu. Karşılıklı anlayışla gerçekleşmesi tüm tarafların yararına olacaktı. Ama ne yazık ki olmadı. “Son durak”tan sonra yollar ayrıldı: Türk tarafı için artık “iki devletli çözüm” yegâne seçenek oldu. İlk Kıbrıs konferansından 66 yıl sonra, şimdiki konferansla gelinen nokta budur…

Cenevre’den ne çıkar?

Bugün Cenevre’de başlayacak olan Kıbrıs Konferansı “beş artı bir formatında, gayri resmi görüşmeler” diye tanımlanıyor. BM’nin gözetiminde, Türkiye, Yunanistan, İngiltere, Kıbrıs Rum ve Kıbrıs Türk temsilcilerinin katılımıyla düzenlenen bu görüşmelerin amacı, ileride yapılacak esas konferans gündemini ve parametrelerini belirlemek, neyin müzakere edilip edilemeyeceğine karar vermektir. Yani bir nevi “görüşme için görüşme” egzersizi yapılacak.

Kıbrıs Türk ve Rum taraflarının Cenevre’de savunacakları tezler belli: Türk tarafı, eşit egemenlik temelinde “iki devletli” çözümün müzakere edilmesini isteyecek, yıllardır konuşulan federasyonun gündemden düşmesinde ısrar edecek. Kıbrıs Rum-Yunan tarafı ise esas konunun federasyon olması gereğini savunacak, adada ayrı bağımsız bir devletin kurulmasına şiddetle karşı çıkacak.

İki tarafın bu temel pozisyonları konusundaki ısrarlı duruşları, Cenevre’deki “gayri resmi” görüşmelerden de bir sonuç çıkmayacağı kanısını veriyor. Buna rağmen tüm taraflar, Cenevre’de diplomasiye gene bir şans tanımak zorunluluğunu da hissediyor.

Son günlerde yapılan “gayri resmi” temaslardan sızan bilgiler, iki zıt tezi uzlaştırabilecek bir “orta yol” önerisinin gündeme gelebileceğini gösteriyor. İngiltere’nin hem Türk tarafının “egemenlik” şartını, hem Rum tarafının “federal sistem”le ilgili görüşünü belirli ölçüde karşılayan bir formül üzerinde durduğu söyleniyor.

İngiliz diplomasisinin ürettiği bu yeni plan taslağının içeriği ve özellikle detayları çok önemli. Şimdiye kadar tüm müzakereler “detay” denilen temel konulara takıldığı için sonuçsuz kalmıştır.

Cenevre görüşmeleri bu bağlamda “son test” olabilir…

ABDİ İPEKÇİ 90 YAŞINDA: ‘BUGÜN ARAMIZDA OLSA KARDEŞÇE SORGULARDI’

Journo

Yeni nesil medya ve gazetecilik sitesi. Gazetecilere yönelik bağımsız bir dijital platform olan Journo; medyanın gelir modellerine, yeni haber üretim teknolojilerine ve medya çalışanlarının yaşamına odaklanıyor, sürdürülebilir bir sektör için çözümler öneriyor.

Journo E-Bülten