Görüş

Sedat Yılmaz yazdı: Artık Kürt medyası var!

ABD'nin Colorado eyaletinde, John D. Rockefeller'a ait kömür madenindeki 1.200 işçi, insanlık dışı çalışma koşulları nedeniyle 1914'te greve başlamıştı. Grevi kırmak isteyen şirketin güvenlik güçleri ve eyalet askerleri, 20 Nisan'da makineli tüfeklerle işçilerin üstüne ateş açtı, 21 kişi katledildi. Şirket, grev yapan işçilerin evlerini de yakmıştı. Ludlow Katliamı'nın ardından dev şirketin tuttuğu halkla ilişkilerci Ivy Lee, Rockefeller'a taktikler verdi. Maktüllerin aileleriyle görüşürken ve işçilerin sorunlarını dinlerken milyarder işadamının fotoğraflarını çektirip ABD gazetelerinde yayımlattı. Rockefeller'a "insani" bir imaj çizen bu hamleyle birlikte kamuoyunun katliamcı şirkete tepkisi dindi.

Yaptıkları haberlerden dolayı bugün demir parmaklıklar arkasında olan Kürt gazetecileri devletin yok hükmünde sayma anlayışını sessiz kalarak onaylayan gazeteciler ve meslek örgütleri yeni bir medyayı doğru temele oturtabilir mi?

Siyasi, iktisadi ve askeri birçok konuda çoklu krizin dışa vurulduğu ve her kesimden olduğu gibi gazetecilerin de çöküşten çıkış ve “yarının medyasını tasarlamak” için kafa yorduğu günlerdeyiz. Biz gazeteciler bu ‘abluka’dan nasıl çıkacağız ve neyi, nasıl yapmalıyız? Bu soruya elbette çoklu teorik, pratik önermelerle, herkes kendi cephesinden yanıt arıyor. Kuşkusuz, dünyanın başka coğrafyalarında da yaşanan bu “küresel ara buzul dönem” tartışılmakta ve yol aranmakta.

Konuyu Türkiye bağlamında konuşacak olursak, kuşkusuz son 18 yılın egemen paradigmasının iletişim, haberleşme, örgütlenme, eğitim ve kültür üzerine kurduğu baskı ve sonuçlarını titizlikle tartışmak gerekiyor. İktidar cephesinden gelen baskı, sansür, yıldırma, tutuklama ve gözdağının yaygınlığı, sorunun taraflarını ve çözüm önerilerini de çoklu kılmaktadır. Dolayısıyla bu yazıda, Kürt medyasından bir bakışla, mesleğimiz içerisinde oluşan sınırlar, otoriteler ve katmanları sadece iktidar cephesinden ele almanın yetersizliği üzerinden tartışmaya katkı sunmaya çalışacağım.

Ancak, Türkiye medyasının yaşadığı yapısal sorunları “şirket-devlet” modeline geçen AKP iktidarıyla sınırlamak kanımca hatalıdır. Zira Amerikalı Ivy Ledbetter Lee’nin, Ludlow işçi katliamını aklamak için dünyaya bıraktığı ilk “basın bülteni,” Türkiye medyasında çok daha öncesinde hayata geçirilmişti. Sarıkamış’ta 90 bin askerin donarak öldüğü gün, “düşmana kahredici darbeler” manşeti atan Babıali basınının gerçeği örtbas etme geleneği o gün bugündür bu topraklarda, Kur’an ayeti gibi itibar görmektedir.

Bakınız, 1990’lı yılların “ana akım” medyasının, “hükümsüz otoritelerin” bir nevi özeleştirisi babında, Burcu Karakaş’ın hazırladığı “Manşetleri Gör Aklını Kaçırırsın: 90’lı Yıllarda Gazetecilik” kitabı, bugünkü çıkmazın ipuçlarını veriyor. Karakaş’a konuşanlardan Ruşen Çakır, o dönem Kürtlerin yalnız kalmasını üç nedene bağlıyor. Çakır, “Medyada Kürt gazeteci sayısının az olması ve Kürt medyasının zayıf olması” şeklinde sıraladığı gerekçeler kısmen doğru olsa da Özgür Gündem ve ardılı gazetelerin hakkını teslim etmemektedir. Hüseyin Aykol’un kayıtlarına göre, bu geleneğin 78 çalışanı ensesinden tek kurşunla vurulmasına rağmen “ana akım” medyada çalışanlardan yeterli mesleki dayanışmayı görmemiş ve meslek örgütlerince de sahiplenilmemiştir. Ülkede yaşanan düşük yoğunluklu savaşta 17 bin 500 faili meçhul cinayet, boşaltılmış 3 bin köy ve bir milyon kişinin zorla göç ettirilmesi, manipüle edildi ve gerçek perdelendi.

Günahlarından yıkanamamış gazeteciler

Dün bunlar yaşanırken, Kürt sorunu konusunda “günahlarından yıkanamamış” dönemin gazetecileri, maalesef bugün bir tekrarın içindeler.

Hatırlayın; Enis Berberoğlu’nun “Şemdinli’de tek başına,” İsmet Berkan’ın “İşte Sur içi,” Nazlı Çelik’in “Yüksekova’da ölümden döndü,” Abdurrahman Veyis Ateş’in “YPG talan etti,” Buket Aydın’ın “Savaş bölgesinde” şovlarını! Egemen paradigmaya çanak tutan, propagandasına aracılık eden ve bize gazetecilik etiğini yeniden hatırlatan Lee tarzı habercilik örneklerini kuşkusuz arttırmak mümkün. Belki dünden farklı olan, medya, iktidar, sermaye ve savaş ilişkisinin tek elde toplanmış olmasıdır.

Bunun en güzel örneği, bir dönem Şırnak’ın Cizre ilçesinde dahi muhabir bulunduran o eski “ana akım medya,” bugünün iktidar ilintili medyası, artık sadece Diyarbakır gibi iki üç Kürt ilinde işlevsiz birer temsilci bulundurmakta. Haberlerin tamamı “iktidar propagandasına” dönüştürülmüş AA üzerinden sağlanırken, farklı bakış ve gerçek habere ihtiyaçları da yok! İçişleri Bakanlığı, Savunma Bakanlığı ve AA yetiyor onlara!

Özetlemiş olduğum süreç, sanırım bugün çıkmazda olan ve çıkış arayan gazeteciler için neden Kürt medyasından doğru bir bakışa ihtiyaç olduğunu da göstermektedir.

Bizim cephede ise “dert bir değil, elvan elvan” deyişinde olduğu gibi, sınırlar ve sansür tek bir katmandan ibaret değil. Sınırları sadece iktidarlar çizmiyor, bazen —bazen değil çoğu zaman— iktidarın karşısında duran, durduğunu iddia edenler de ellerinde silgilerle aynı kervana katılıyorlar. Çakır’ın zayıf gördüğü Kürt medyasının bugün daha güçlü, çeşitli, farklı olması, meslektaşlarımız için neyi değiştiriyor?

İşte yukarıdaki fotoğrafta açık ve net görülüyor. İktidarın gazeteciler üzerine kurduğu baskıyı konuşurken, sözüm ona “muhalif” tarafta bulunanların çizmiş olduğu sınırlar, katmanlar, ötekileştirmeler, yok saymalar, görmezden gelmeler veya çok açık bir şekilde kaynağa sansür uygulanması gerçeğini de konuşmak gerekmez mi?

Emek hırsızlığı yeni değil

Mesela en son 8 Aralık’ta Tele1 televizyonunun “HDP’den ‘böcek tanıtım’ toplantısı” olarak servis ettiği haberde kullandığı görüntü, hâlihazırda beş muhabiri tutuklu, sitesi 27 kez kapatılmış, en az 40 muhabiri “devlet sırrını açıklamak,” “devlet aleyhine haber yapmak,” “devletin bölünmez bütünlüğüne kastetmek,” “örgüt propagandası yapmak” ve tabii ki sarı basın kartı olmamaktan yargılanan Mezopotamya Ajansı’na (MA) ait.

Peki, bu karartma durumu bir istisna mıdır? Öyle olsa iyi tabii, ama değil. Bir çırpıda hiç zorlanmadan 10 ayrı örnek sayabilirim bu konuda. Haber ve fotoğrafın kaynağı çok net olarak belliyken, ikinci üçüncü elden kaynakları zikrederek bir haberi yayımlamak ve bunu neredeyse bir çizgi hâline getirmek nasıl yorumlanabilir ki? Sorulduğunda “editöryel eksiklik” olarak tanımlamak zevahiri ne kadar kurtarabilir? Bahse konu ‘emek hırsızlığı’nın yeni olmadığını bu vesileyle bir kez daha hatırlatmak bir zorunluluk.

“İyi ve doğru” gazeteciliğin sadece ana akım medyadan doğacağına inananlar elbette bu tartışmayı önemsemeyebilir. Bir vakitler Emrullah Efendi’nin, “Mektepler olmasa Maarif’i ne güzel idare ederdim” dediği gibi onlar da “şu Kürt medyası olmasaydı ne iyi olurdu” diye düşünüyor da olabilirler. İyi haberciliğe, hatta kötü haberciliğe bile ihtiyaç duymuyor da olabilirler. Dert etmiyoruz onları yani. Evimiz ayrı yolumuz ayrı! Ama bizim tarafta işler öyle değil; bizim taraf dayanışma ve hakkaniyetle ayakta duruyor ve katmanlı sansür, en temel direğimiz olan etik noktasını zorluyor. Sonucunda hiçbir failin cezalandırılmadığı, onarıcı bir adaletin sağlanmadığı, Roboski Katliamı, Taybet İnan’ın sokaktaki bedeni, Kemal Kurkut’un çıplak infazı ve daha dün Van Çatak’taki helikopterden insanların atılıp öldürüldüğü haberlerini gün yüzüne çıkartan Kürt gazetecileri yok sayacaksak, “bu ablukadan” nasıl kurtuluruz?

Savaş kışkırtıcılığının yeniden yeniden yükseltildiği, hak ihlallerinin tavan yaptığı, her türlü işkence ve kötü muamelenin sıradanlaştığı, kadın ve iş cinayetlerinin yaygınlaştığı bir dönemde ülkenin bir tarafını görmezden gelen, oradan akan haberleri yok sayan ya da ürkerek kaynağını sansürleyen bir medya hâli, yarını tasarlayabilir mi? Ya da yaptıkları haberlerden dolayı bugün demir parmaklıklar arkasında olan Kürt gazetecileri, devletin yok hükmünde saydığı anlayışı sessiz kalarak onaylayan gazeteciler ve meslek örgütleri yeni bir medyayı doğru temele oturtabilir mi?

Göz hizası… Ne yukarıdan, ne de aşağıdan bakmak… Göz hizası… Her şeyden ama her şeyden önce bunu içimize sindirmek, doğal bir refleks hâline getirmek gerekiyor.

Daha çok şeyi konuşup tartışıp yol bulacağımız veya yol yapacağımız zamanda, daha eşitlikçi, göz hizasında kurulan bir ilişkiyle 2016 yılında hayata geçirdiğimiz Haber Nöbeti’ni güncellemek belki tartışmaya ışık tutabilir.

Daha önemlisi samimi ve gerçekçi bir özeleştiriyle artık Kürt medyası ve Kürt gazetecileri eleştiriden muaf tutulmadan var olduğunu kabul etmekle işe başlanabilir.

Bu yazı ilk olarak Türkiye Gazeteciler Sendikası ile Medya ve Hukuk Çalışmaları Derneği’nin Ocak 2021’de yayımladığı “Özgür Basın” dergisinde yer aldı. Tüm yazılara Özgür Basın sayfasından erişebilirsiniz.

Sedat Yılmaz

2002 yılında Dicle Haber Ajansı’nda (DİHA) gazeteciliğe başladı. 2009 yılında Özgür Gündem gazetesinin emek ve ekonomi haber editörü olarak çalıştı. 2013-2016 yıllarında Türkiye Gazeteciler Sendikası'nın (TGS) Genel Mali Sekreteri görevinde bulundu. Mezopotamya Ajansı’nda (MA) mesleği sürdürüyor. Bölgesel eşitsizlik, gelir dağılımı adaletsizliği, yoksulluk, çalışma yaşamı, iş cinayetleri, medya sahipliği/eleştirisi ve iktidar ilişkisi alanlarında çalışıyor.

Journo E-Bülten