Dosya

Buket Aydın vakası: Bir yanımız militarizm, bir yanımız kadın düşmanlığı

Suriye’ye yönelik askeri operasyonla birlikte buram buram militarizm kokan haberler yanımızı sararken sunucu Buket Aydın’ın sınır bölgesinde çektirdiği fotoğraflar gündem oldu. Doç. Dr. Ceren Sözeri Özdal, “İstanbul’da haber sundukları stüdyolarda dahi soru soramayan, gazetecilik yapamayan insanlar çatışma dönemlerinde devleti arkalarına alarak bir imaj çalışmasına girişiyorlar, bir nevi gazeteci olduklarını kanıtlamaya çalışıyorlar” dedi. Çatışma bölgelerinde görev yapan gazeteci Zehra Doğan da “Onlarca çocuğun, insanın ölüm haberini bir şova çevirmesi çok korkunç” ifadesini kullandı. Buna karşın, Aydın’a yönelik eleştirilerdeki kadın düşmanlığı (mizojeni) ve cinsiyetçilik de dikkat çekiyor. Sözeri kadın gazetecilerin özellikle çatışma dönemlerinde erkek meslektaşlarından çok daha ağır şartlarda çalıştığını vurguluyor. Doğan da “Birçok yorum okudum; ‘makyajına bak,’ ‘hoşlandığı adama yollayacak pozlar veriyor,’ ‘kedicik,’ ‘saatinin markası’ gibi yorumlar. Bu yorumlar bana olayın başka yere çekildiğini hissettiriyor. Konu bu mu, bir kadının şekli ve şemailini mi konuşacağız?” diyor.

Suriye’nin kuzeyine düzenlenen ve “Barış Pınarı Harekâtı” adı verilen askeri operasyon daha başlamadan, iktidara yakın yayın organlarında savaş propagandası başlamıştı. Militarist bir dilin egemen olduğu haberler arasında medyanın son tartışması, “Kanal D Haber Başkanı” unvanıyla ana haber bülteni sunucusu Buket Aydın‘ın Suriye tarafından atışlara hedef olan Nusaybin’e gidip çektirdiği görüntüler oldu. Bir yandan Aydın’ın “şovu” eleştirildi, bir yandan da kadın gazetecilerin çatışma bölgelerinde neler yaşadıkları yeniden akıllara geldi. Galatasaray Üniversitesi İletişim Fakültesi öğretim üyesi Doç. Dr. Ceren Sözeri Özdal ve çatışma bölgelerinde bulunmuş gazeteci Zehra Doğan ile bu konuyu konuştuk.

Sözeri ilk olarak çatışma/savaş bölgelerinde gazetecinin görevi ve rolünü değerlendiriyor. “Çatışma ya da barış dönemlerinde her zaman gazetecinin görevi halka doğru bilgileri aktarmaktır” diyor ve devam ediyor:

“Çatışma dönemlerinde gazetecilerin görevlerini yapmaları önünde türlü engeller vardır. Bunlardan en önemlisi can güvenliğidir. Bugün de geçmişte de pek çok gazeteci hatta embedded (iliştirilmiş) olanlar bile savaşta hayatlarını kaybettiler, kaybetmeye devam ediyorlar. Bir diğeri gazetecinin görevini yapmasını engelleyen otoriteler, bunlar savaşın her iki tarafında da olabilir; çünkü propaganda da savaşın bir parçası, hatta en önemli araçlardan biri.”

Ceren Sözeri: Gazeteciliğe en çok ihtiyaç duyulan zamanlar

Can güvenliği endişesi ve sansürün, gazetecilerin onlardan beklenen rolü yerine getirememelerine neden olduğuna işaret eden Sözeri, “Diğer taraftan böyle dönemler gazetecilere/gazeteciliğe en çok ihtiyaç duyulan zamanlar, savaş muhabirliği bu nedenle yıllardır gazeteciliğin en prestijli/gazetecinin kendisini kanıtladığı en önemli uzmanlık alanlarından biri, ancak elbette doğru yapıldığı sürece” diye ekliyor.

Peki, gazeteci savaşta taraf mıdır? “İdeal olan taraf olmamasıdır. Hatta ‘gazetecinin devleti ve milleti olmaz, o yalnızca gerçeğin peşindedir’ en bilinen gazetecilik mottolarından biridir” yanıtını veren Sözeri, gerçekte ise durumun böyle olmadığına işaret ediyor. Gazetecinin de bir dünya görüşü olduğunu ifade eden Sözeri şöyle devam ediyor:

“Gazetecinin çatışma dönemlerinde birden bire bunlardan arınarak habercilik yapmasını beklemek gerçekçi değil. Burada sorulması gereken gazeteciler kendilerini bir tarafa yakın hissetseler dahi kamuoyunu bilgilendirme işlevlerini nasıl sürdürecekler? En basit cevabı temel gazetecilik ilkelerini yerine getirmek, olayları aktarırken çarpıtmamak, sivillerin hayatını tehlikeye atacak davranışlarda bulunmamak, hangi tarafa yakın olursa olsun sadece gerçeği aktarmak ve olabildiğince farklı tarafların görüşlerine yer vermek, haber toplama sürecinde şeffaf davranmak gibi kurallara uymak bile asgari koşulları sağlamaya yeter.”

‘Gazeteci savaşı kışkırtıcı yayın yapamaz’

Gazetecinin propaganda aracı olmaması gerektiğini ifade eden Sözeri, “BM Medeni ve Siyasi Haklara İlişkin Uluslararası Sözleşmesinin 20. maddesi ‘Her türlü savaş propagandası yasalarla yasaklanır’ der ama bunu hayata geçiren devlet olmadığı gibi, TGC Türkiye Gazetecileri Hak ve Sorumlulukları Bildirgesi’nin ‘Gazeteci; şiddeti haklı gösterici, özendirici ve savaşı kışkırtıcı yayın yapamaz’ kuralına da uyan gazeteci bulmak maalesef çok güç. Buna bir de var olan sansürü ve gazetecilerin başlarına gelebileceklerden endişe ettikleri için uyguladıkları otosansürü eklediğimizde ortaya bugünkü manzara çıkıyor” yorumunu yapıyor.

Sözeri medyanın içerisinde bulunduğu durumu şöyle tarif ediyor: “Savaş propagandasına alet olan, soru soramayan, işten atılmamak için sürekli sadakatini göstermek ve dolayısıyla daha çok bağırma ihtiyacı hisseden gazeteciler ve ne olup bittiğini öğrenemeyen bir kamuoyu manzarası.”

O fotoğraflar gazeteciliğin yaşadığı güven kaybını açıklıyor

Ana akım medyadaki kadın gazetecilerin çatışma bölgelerinde çektirdikleri ve paylaştıkları son fotoğrafların gazetecilik faaliyeti olarak kabul edilemeyeceğini belirten Sözeri devam ediyor:

“Önünde durduğu, kendisine fon yaptığı binanın, içinde yaşayanların tarihini ve akıbetini soramayanlara gazeteci diyemeyiz. Aslında o fotoğraflar bence Türkiye’de gazeteciliğin yaşadığı güven kaybını, içinde bulunduğu müptezelliği çok acıklı biçimde açıklıyor. İstanbul’da haber sundukları stüdyolarda dahi soru soramayan, gazetecilik yapamayan insanlar çatışma dönemlerinde devleti arkalarına alarak bir imaj çalışmasına girişiyorlar, bir nevi gazeteci olduklarını kanıtlamaya çalışıyorlar ancak bu haliyle sakillik çok daha görünür hale geliyor.”

Kadın gazetecilerin savaş/çatışma zamanlarında bulundukları koşullara ilişkin konuşan Sözeri, “Özellikle çatışma dönemlerinde erkek meslektaşlarından çok daha ağır koşullarda çalışıyorlar. Bunu TGS Kadın ve LGBT Komisyonu daha önce yayımladıkları raporlarda ortaya koymuştu. Ben de 2016 yılında yine bir çatışma sürecinde Diyarbakır ve Nusaybin’e gözlem için gittiğimde bizzat tanık olmuş ve kadın gazeteci arkadaşlardan deneyimlerini dinlemiştim” diyor.

‘Kadın gazeteciler savaşın travmasını iki kat yaşıyorlar’

Sözeri böylesi dönemlerde ve bölgelerde kadın gazetecilerin yaşadıklarını şu sözlerle aktarıyor:

“Kadın gazetecilere tehdit çoğunlukla cinsel taciz ve cinsel saldırı ile birlikte geliyor ya da doğrudan tecavüz tehdidi ile karşı karşıya kalıyorlar. Yaptıkları haberler nedeniyle gözaltına alındıklarında da benzer süreçler işliyor. 2016’da çıplak aramaya maruz bırakılan kadın gazeteciler olmuştu. Savaşın, çatışmanın travmasını erkek meslektaşlarından daha ağır yaşıyorlar çünkü özel yaşamlarındaki sorumlulukları erkeklerden daha fazla. Daha az sayıda olduklarından dayanışma olanaklarından da mahrum kalabiliyorlar, kimi zaman meslektaş zorbalığına da maruz kalabiliyorlar.”

2015’te sokağa çıkma yasaklarının uygulandığı dönemde Nusaybin ve Cizre gibi çatışma bölgelerinde bulunan, JİNHA’da (Kadın haber ajansı) çalışan Zehra Doğan da bölgede gazetecilik faaliyeti yürütmenin zorluğundan şöyle bahsediyor: “Koşullarımız çok zordu. Hâlâ öyle. Bazen bir haber elimizde günlerce kalıyordu; çünkü elektrik, internet yoktu. Haber merkezimiz de sürekli takip altındaydı. Haber merkezinin olduğu bina polisler tarafından gözetim altında olmasına rağmen sabaha kadar içeride kalıp bizim yaptığınız haberleri geçtiler. Haberi nasıl gönderdik derseniz; bazen duvarları delerek oluşturulan yeni yollardan, bazen de bir jeneratörün önünde…”

Zehra Doğan: ‘Kameramı koyduğum yerden bile taraf olduğunu gösteriyorum’

Doğan haberlerini yaptıkları bölge halkının desteğini anımsatarak “İçinde önemli görüntülerin olduğu hafıza kartını kutsal bir emanetmiş gibi elden ele birkaç mahalle öteye taşıyan halkın önerisini hâlâ hatırlarım” diyor. Geçtiğimiz günlerde Nusaybin’de halka, “Saldırıyı YPG yaptı” dedirtmek istediği iddia edilen gazeteciyi hatırlatarak şunları söylüyor: “Bunu dedirtemeyince plakalarını alıp polise şikâyet etmeye kalktı. Tepki gördü. Bu kez bunu da ‘Gazeteciler bölgede saldırıya uğruyor’ havasında verdiler. Nusaybin’de çalışan gazetecilere sorun o halkın nasıl bir halk olduğunu. Gazetecilere bu kadar değer veren, evinin kapılarını açan, ekmeğini bölen bu halka sanırım yapılan en büyük hakarettir ‘Gazeteciler saldırıya uğruyor’ algısı…”

Doğan gazetecilerin “savaş çığırtkanlığından kaçınmak” gibi bir dertleri olması gerektiğini belirtiyor. Ana akım medyayı bu anlamda eleştiren Doğan, gerçeği görmedikleri, görmek istemedikleri yorumunda bulunuyor. Peki ya tarafsızlık?* Çatışmaya taraf mıdır gazeteci? Ya da savaşa? Doğan “Ben tarafım” diyor ve bunu şöyle açıklıyor:

“Ben Nusaybin’de taraftım. Nusaybin halkının tarafındaydım. Gözlerimin önünde onlarca öldürülen insanı gördükten sonra tarafsız olmak saçmalık. Neyin tarafsızlığı? Onlarca şeyi görmüşken, yaşamışken ‘Ben tarafsızım’ demek ne kadar samimi?  Ben kameramı koyduğum yerden bile taraf olduğunu gösteriyorum.  Mesela barikat örneği vereyim. İki tarafta yoğun çatışma. Barikat tarafı bölen bir sınır. Kameram nerede? Zırhlı aracın yanında mı, yoksa mahallenin içinde mi? Zırhlı aracın yanında durunca mahalleden gelen bir saldırı görülür. Ama kamera doğru yerde olunca işin rengi açığa çıkar. Mahalleye yanaşmış zırhlı araçlar durmadan sivil alanlara ateş ediyor. Bu açı işte yaptığımız haberlerin önemini gösteriyor. Bundan dolayı kamuoyunda ciddi bir duyarlılık oluştu. Cemile Cağırga’nın, Miray bebeğin ve daha yüzlerce insanın polis kurşunuyla öldürüldüğünün gerçekliğini kameralarımızdaki acının doğru yerde olması sayesinde halka duyurduk. Zırhlı aracın tarafında olsaydık, ‘polise ve halka savaş açan bir takım silahlı insanlar’ algısından öteye gidemezdik.”

‘Buket Aydın fotoğrafına gelen yorumlar doğru değil’

Doğan’a Buket Aydın’ın bahse geçen fotoğrafını soruyoruz: “Ne düşündün o fotoğrafı gördüğünde?” Üzücü bir kare olduğunu ifade eden Doğan “Kadının dili bu olmamalı” cevabını veriyor ve Türkiye kadın hareketinin yürüttüğü mücadelenin önemine dikkat çekiyor. Doğan öte yandan fotoğrafa gelen yorumlara da tepki göstererek “Birçok yorum okudum; ‘makyajına bak,’ ‘hoşlandığı adama yollayacak pozlar veriyor,’ ‘kedicik,’ ‘saatinin markası’ gibi yorumlar. Bu yorumlar bana olayın başka yere çekildiğini hissettiriyor. Konu bu mu, bir kadının şekli ve şemailini mi konuşacağız? Esas konu tüm bunlardan öte onun haberleriyle yaratmak istediği algı” diyor.

‘Bizim hiç zırhlı yeleğimiz olmadı’

Doğan şunları ifade ediyor: “Onlarca çocuğun, insanın ölüm haberini bir şova çevirmesi çok korkunç.  Bu beni utandırıyor. Üzerindeki zırhlı yelek. Tabii varsa giysin zırhlı yeleğini. Ama ne kadar da temiz, ne kadar da parlak. Bana Banksy’nin İngiltere’yi eleştiren zırhlı yeleğini hatırlattı. Bizim hiç zırhlı yeleğimiz olmadı. Olsa da ben giyemezdim, kara kuru bir şeyim, taşıyamazdım 🙂 İki parça kıyafetimiz vardı. Bir sırt çantası o kadar. Her gece bir aileye misafirdik. Evde yıkadığımız kıyafeti kazanın üzerinde asıyorduk ki sabah kurusun. Yokluktan değil, taşıyamıyorduk, o yüzden böyle bir yöntem bulmuştuk.”

‘Kadın gazetecilerin yaptığı savaş haberleri çok önemli’

Star Haber Genel Yayın Yönetmeni Nazlı Çelik de daha önce çatışma bölgesinde benzer pozlar vermişti. Doğan ana akımda çalışan kadın gazetecilerle, hak haberciliği yapan kadın gazetecilerin arasında büyük bir uçurum olduğunu belirterek “Havuz medyası çalışanı erkeğin dilinden konuşur. Orada kadın veya erkek olduğu pek anlaşılmıyor. Askerle yan yana pozlarında bir nevi ‘Ablanız kurban olsun’ havasındalar. Poz verirler, çünkü bunun ötesine geçecek kapasite de yok onlarda. Karşıt habercilik için de bir argüman, korkunç da olsa bir birikim gerektirir ama o da yok. O yüzden en iyi zırhı seçerler, poz verirler. Şov yaparlar” diyor.

Savaş alanında kadın gazetecilerin yer almasının çok önemli olduğunu ifade eden Doğan sözlerini şöyle tamamlıyor: “Bu savaşın en büyük karşıtı kadınlardır. Savaşa karşı direnen bir gazetecilik dili sahada yaratılır. Savaş çığırtkanlığından uzak, eril söylemlerden arındırılmış dili kullanır kadın gazeteciler. Bu sayede alandan geçilen haberlerin diline müdahale ederler. Erkeklerin savaşına karşı, savaş alanında arındırılmış dille aktarıyorlar haberleri. Bu çok önemli.”

Editörün Notu

Uluslararası gazetecilik ilkeleri açısından ideal olan, haberciliğin tüm tarafları nesnel biçimde gözlemleyebilmesi ve farklı görüşleri adil bir biçimde aktarabilmesidir. Buna karşın savaş ortamında gazetecinin “tarafsızlığını” sorgulayan yaklaşımlar da var. 2016’da Şenay Aydemir’in bu konuya değindiği “Ateş Altında” filmiyle ilgili yazısını yayımlamıştık. İngiliz kamu yayıncısı BBC’nin yönergesinde ise gazetecinin tarafsızlığı konusunda şöyle bir bölüm bulunuyor:

“Tarafsızlık ilkesi, çoğu zaman ve özellikle tarafsız gazeteciliğin bir hayal olduğunu düşünenlerce yanlış anlaşılmış bir kavramdır. Pek çok kişi, ‘nesnellik,’ ‘denge,’ ‘yansız’ ve ‘adil’ kavramlarının, tarafsızlıkla eş anlamlı olduğunu düşünmektedir ve bu kavramları birbirinin yerine geçecek şekilde kullanmaktadır. Ama bu kavramlar aynı değildir.

Bunu gösterebilmek için BBC muhabiri Allen Little tarafından anlatılan şu hikayeye bakalım: Bir kafeye giriyorsunuz, iki adam tartışıyor. Biri ‘iki artı iki dört eder’ diyor, diğeri de ‘iki artı iki beş eder’ diye itiraz ediyor. Bu olayı bir arkadaşınıza nesnel, nötr, dengeli veya adil bir şekilde anlatabilirsiniz, ve her anlatı birbirinden farklı olur.

‘Nesnellik,’ her iki adamın söylediklerini matematik veya sayılar hakkında hiçbir varsayımda bulunmadan anlatmaktır. Adamlardan birinin savı doğru, diğeri yanlış diyemezsiniz. Bunu bilmediğinizden değil, hükme varacak bir çerçeveniz olmadığından yapmazsınız.

Gazetecilikte tarafsızlık ne anlama geliyor?

‘Nötr olmak’ iki adamın da sözlerini, birinin yanlış olduğunu bilseniz bile hiçbir yargıya varmadan haberleştirmektir.

‘Denge,’ iki adamın da görüşlerini bir yargıya varmadan eşit biçimde aktarmaktır.

‘Adil olmak,’ iki adamın da görüşlerine mümkün olduğunca adaletli bir şekilde yer verilmesi, yani ikisinin de görüşlerini etkili biçimde ifade etmelerine olanak tanınması ve yine bir yargıya varılmaması anlamına gelir.

‘Tarafsızlık,’ iki adamın da iddialarını mümkün olduğunca eksiksiz aktarmak ve varsa bu adamlardan hangisinin doğruyu söylediğini aktarabilecek bir uzmana, örneğin bir matematikçinin görüşlerine başvurmaktır.

Tarafsızlık ilkesi, gerçekler üzerinden bir yargıya varmanıza izin verirken, konuyla ilgili ve uzman görüşleri arayıp bulmanız noktasında ısrar eder. Bu ilke doğrultusunda, ilgili görüşlere ulaştıktan sonra onları bir tartmanız, gerçeklerle uyuşmayanları veya delillere dayanmayanları elemeniz gerekir. Tarafsızlık bir konuya geniş bakış açısı sağlamakla ilgilidir.”


Gazeteci Can Ertuna ve Dr. Tirşe Eybaysal Filibeli’nin önümüzdeki günlerde düzenleyeceği “Çatışma Ortamında Etik Habercilik” atölyesine ücretsiz katılım için TGS Akademi’nin Twitter hesabını takip edebilirsiniz.

Zülal Koçer

1990 yılında Dersim Ovacık'ta doğdu. Bolu Abant İzzet Baysal Üniversitesi'nde Uluslararası İlişkiler okudu. Evrensel gazetesi ve Hayatın Sesi televizyonunda muhabirlik yaptı. Kanalın KHK ile kapatılmasının ardından işsiz kaldı.

Journo E-Bülten