Küresel zincir restoranlara karşı yerel mutfaktan yanayız. Ama Netflix’ten başımızı kaldırıp yerli filmlere bakmıyoruz. Netflix sizi gerçekten besliyor mu?
Başlıktaki maruzatımıza sonra geliriz. Festival sezonunun açılmasıyla bu yıl izleyeceğimiz yerli filmler de görücüye çıkmış oldu. Antalya Altın Portakal’ın “ulusal yarışma”yı iptal etmesinin ardından Türkiye sinemasının vitrini hâline gelen Adana Altın Koza Festivali’nin 25’incisi 22-30 Eylül tarihlerinde yapıldı. Antalya’nın rafa kaldırdığı ulusal yarışma geleneğini İstanbul’da sürdüren ve Altın Portakal’ın tarihselliğine vurguyla 30 Eylül- 4 Ekim tarihlerinde “55’ncisi” yapılan Ulusal Yarışma’da da sezonun yerli filmleri jüri önüne çıktı. Sırada Kültür Bakanlığı Sinema Genel Müdürlüğü destekli Boğaziçi Film Festivali (26 Ekim – 3 Kasım) ile 9-15 Kasım tarihli Malatya Film Festivali var. Yarışmalarda boy gösteren belli başlı filmleri ele alarak, önümüzdeki sezonda sinemamızın hâl-i pürmelâli üzerine birkaç kelam etmeye çalışacağız.
Sinemamız taşraya göçmüş
Tek tek filmlere geçmeden önce genel görünümde hemen göze çarpan iki noktaya değinmekte fayda var: Birincisi sinemamız toptan taşraya göçmüş, ikincisi sinemamız çok erkek. Bir dönemin Yeşilçam filmlerine getirilen yaygın eleştirilerden biri; bu filmlerin arka planlarında hep İstanbul’un bulunması, Anadolu’nun Yeşilçam’ın kadrajına nadiren girmesiydi. Maşallah, 2018’in Türkiye sinemasında İstanbul’da geçen bir hikâye görmek neredeyse imkânsız. Nuri Bilge Ceylan etkisi midir bilinmez, sinemamızın odağında sadece taşra var ve sinematografik zenginlik açısından belki de dünyanın en imkânlı kentlerinden biri olan İstanbul artık fonda değil.
Kadının adı hâlâ yok
Erkek egemen dünyanın bütün ülke sinemaları gibi Türkiye sineması da elbette her zaman erkek odaklı olmakla birlikte bu görünüm sanki 1980’lerin ortalarında başlayan kadın odaklı filmler furyasıyla birlikte biraz olsun değişmişti. Ne var ki, 2018’e geldiğimizde kadrajda neredeyse sadece erkek öyküleri var. Sinema sanatının toplumdaki çelişkilerin aynası olduğunu göz önüne alırsak, kadın sorunlarının bu kadar ağır yaşandığı bir ülkede, perdede kadın başrol görmekte zorlanmamız pek de olağan olmasa gerek. Neyse ki bunu kıran istisnai örnekler de mevcut.
Bu iki genel değininin ardından -filmleri belirli bir beğeni sırasına göre sıraladığımızı da belirterek- sezonun ‘festival’ yerlilerine bir bakalım:
‘Vay babayın kemiğine…’
2014’teki fantastik denemesi Muska’nın ardından ikinci kez bir sinema filmi için kamera arkasına geçen Özkan Çelik’in Babamın Kemikleri’ni yapma amacı ara başlıkta andığımız sözü hatırlatmak değildir mutlaka ama murad edilen nedir onu pek çözemiyoruz. Zira karşımızda ancak kısa film olabilecek bir senaryodan sündürülmüş izlenimi veren bir film var. Filmin Adana’daki dünya prömiyerinin ardından düzenlenen soru-cevap bölümünden anladığımız kadarıyla ise durum tam tersi. Çelik’in verdiği yanıttan senaryoda başlangıçta başka yan öykülerin bulunduğunu, bunların bir kısmının senaryo aşamasında, bir kısmının da kurguda çıkarıldığını öğreniyoruz. Sonuçta öykü o kadar yalınlaşmış ki sade suya tirit bir hâle gelmiş. Kuşaklara yayılan bir baba-oğul çatışması öyküsünü traji-komedi formunda perdeye aktarmaya çalışan film ölümle ilgili zalimane şakaları sayesinde nadiren komik olabilse de işin trajedi tarafında tümden çuvallıyor. Filmin övebileceğimiz yegâne özelliği ise Ömer Kavur klasiği Yusuf ile Kenan’daki müthiş çocuk oyuncu performansından bu yana beyazperdede incelikli bir rolde izleyemediğimiz ve daha çok TV starı olarak tanıdığımız Cem Davran’ın sade ve etkili oyunculuğu oldu. Altın Koza’dan eli boş dönen, 55. Ulusal Yarışma Film Seçkisinde yer almayan film, Boğaziçi Film Festivali’nde de yarışıyor ve belki buradan Cem Davran’a bir ödül getirebilir. Babamın Kemiği’nin vizyon tarihi henüz belli değil.
Aydede’nin elini öpmek
Abdurrahman Öner’in Buhar adlı kısa filminden sonra 2016’da Antalya Film Festivali’nin proje desteğini alarak çektiği ilk uzun metrajı Aydede, samimi bir ilk film. Hedefini 12’den vurduğu söylenemez ama iyi niyetinden sual olunmayacak bir çabanın ürünü olduğu her halinden belli. Öner, hakiki sinema yapmak için yola çıkmış ve az daha da başaracakmış. Neyse kısmet ikinci filme diyelim… Filmde, eşini kaybettikten sonra baba evine taşınan ve babasını da kaybetmesinin ardından, yapayalnız kalan Rabia’yla (Ezgi Mola) hayatındaki baba figürünü ikinci kez kaybeden oğlu Bekir’in (çocuk oyuncu; Bilal Zeynel Çelik) hikâyeleri koşutlukla anlatılıyor. “Dedem nereye gitti” sorusuna “Aya gitti Aydede oldu” yanıtını alan Bekir, üstüne bir de “yerli E.T.” Badi’yi izleyince bisikletle dedesine gitme hayalinin peşine düşüyor. Tabii bunun için önce bir bisiklete sahip olması gerekiyor. Bekir, bisiklet parası bulmaya çalışıyor, Rabia ise babadan kalan eve göz koyan ablasına karşın ayakta kalmaya… Ne var ki, buralar (filmin gövdesi) biraz yeknesak ilerliyor. Bekir, bir yerlerden bir şeyler buluyor bunları satıyor, para alıyor, tekrar bir şey satıyor bu böyle takip ediyor. Filmin en büyük handikaplarından biri dönem filmi olduğu belli olmayan bir dönem filmi olması ve görüntü çalışması… Aydede’de öykünün 1980’lerde geçtiğine dair referans o kadar az ki filmle ilgili yazılarda bu mevzu neredeyse hiç geçmiyor. Filmin görüntü yönetimi tarafında da bir zayıflık olduğu aşikâr. Her ikisini de imkânsızlıklara bağlayıp geçmek mümkün, ne var ki bariz mizansen zaafları, rejinin yetkinliğine dair soru işaretleri yaratıyor. Ses bandı da sorunlu, zaten birden fazla ağzı konuşan çocuklarla dolu bir filmde, kristal berraklığında bir ses yoksa diyalogların anlaşılması güçtür. Aydede’de tam olarak bu yaşanıyor. Adana’da neyse ki İngilizce altyazı vardı da bu şekilde izleyebildik. Umarız vizyon gösterimlerinde de vardır. Filmin en güçlü taraflarından biri ise her zamanki gibi oyunculuk. Zaten sinemamızın oyunculuk tarafı hiçbir zaman zayıf olmadı, zaaflar hep başka yerlerden geldi. Ne yazık ki, Ezgi Mola’nın zarif oyunculuğu da reji ve kurgu kurbanı olmuş. Pek çok sahnede Mola, oyununu veriyor, orada kesilse her şey yolunda… Heyhat, kamera Mola’nın yüzünde kalmaya devam ediyor, ister istemez fazladan mimikler görüyoruz, sündükçe sünen dizilerimizde sıkça rastladığımız gibi. Zaten Rabia’nın çok imkânlara gebe öyküsü de havada asılı kalıyor. Yan rollerde; oynadığı karakterlere karanlık bir yan eklemekte mahir oyuncu Mehmet Özgür ile bağımsız filmlere takdire şayan bir destek veren Nazan Kesal var. Her ikisi de çok iyi. Nihayetinde, filmin fazlasıyla trajik finalini kaldırabilecek gösterişli bir sineması yok. Hâl böyle olunca finalde istenen etki yaratılamıyor. Her şeye karşın Abdurrahman Öner’in küçük, sahici bir hikâyeyi gayretli ve samimi bir sinemayla perdeye aktarma çabası takdiri hak ediyor.
Gezi’nin Yuva’sı doğa mı?
Emre Yeksan, Körfez’den sonraki ikinci filmi Yuva’yı Venedik’teki Biennale College destek programıyla çekmiş. Bu gerçekten de zorlayıcı bir program ve sinopsis hâlinde getirilen bir projenin Venedik’in vereceği destek dışında hiçbir başka bütçe kullanmadan bir yıl içinde tamamlanıp Venedik Film Festivali’nde gösterime hazır hâle getirilmesini şart koşuyor. Yeksan’ı bu koşullarda belirli bir kalite çıtasının altına düşmeyen bir film yaptığı için kutlamak gerekir. Yuva, ormanda tek başına yaşayan bir münzevinin, ağaçları kesmeye gelen kötü adamlar karşısındaki ‘mücadelesini’ anlatıyor. Ormana atılan gaz bombaları, jandarmaların bizim baş karakterimizi ormandan atmaya çalışması, ormanda beliriveren direnişçi kadın, ağaçların kalbindeki yuvanın mistik iyileştirici gücüyle film açık bir Gezi alegorisi… Çoğul özneli ve çoğul talepli olmasıyla anlam kazanan, iktidarın da sahiplenin de “mesele üç-beş ağaç değil” diye özetlediği bir direniş olan Gezi’yle ilgili alegorik bir hikâye anlatılmak istendiğinde akla hemen ve sadece ‘ağaçlar’ın gelmesi, sinemamızın politizasyon düzeyiyle ilgili bir fikir veriyordur sanırım. Zaten filmin giderek merkezsizleşen anlatısı bu alegorinin boyutlandırılmasını da engelliyor. Filmin ilk 22 dakikası tamamen sözsüz ve kanımca filmin en keyifli yerleri de buraları… Ormanda yaşadıkça vahşileşen yani gerçekten doğaya dönen bir insanın öyküsü derinleştirilse, bu karakterin toplum, geçmişi ve kardeşiyle olan ilişkisine yoğunlaşılsa film belki daha tutarlı bir anlatıya kavuşacak. Ne var ki, Yeksan aynı zamanda çok şey anlatmaya çalışıyor bu yüzden ‘büyülü’ finali de “toparlayamadık böyle bağladık” etkisinin ötesine geçemiyor. Yalnız Yeksan, bir konuda alkışa layık; iki filminde de sinemanın yaygın uzlaşımlarının ötesinde bir yerleri araştıran, özgün bir sinema dili kurmaya çabalayan bir yönetmen olmaya çalışıyor. Belki sineması henüz bunun için yeterince olgun değil ama bu çabası yeni filmlerini merak etmemize yetiyor.
Erkekliğin kurbanı kardeşler
Kardeşler, dünya prömiyerini 53. Karlovy Vary Film Festivali’nin ana yarışma bölümünde yapan, Adana’da Altın Koza için yarışan ancak Türkiye’de ne zaman vizyona gireceği hâlen belli olmayan bir film. Yönetmeni Ömür Atay’a sorduğumuzda “Henüz vizyon tarihimiz belli değil. 2019-İlkbahar olabilir ama acelemiz yok” yanıtını aldık. Namus cinayetine katilin tarafından bakan film, patriyarkanın erkek için de bir cehennem olduğunu çarpıcı bir şekilde gösteriyor. Filmde ablasını öldüren ağabeyi Ramazan yerine suçu üstlenerek yaşı küçük olduğu için ‘ıslahevi’ne giren Yusuf’un dışarıya çıktıktan sonraki yaşamı öne çıkıyor. Filmin senaryosunda aksayan bazı yanların olduğu aşikâr. Bu arada Emre Tanyıldız’ın görüntü çalışması, gösterişten uzak ama incelikli ve başarılı bana kalırsa. Bunlarla birlikte Ege Yazar ve Caner Şahin’in gerçekten çok iyi oyunculuk performanslarına tanık oluyoruz. Bu ikili Adana’da erkek oyuncu dalı için Anons’un dörtlüsüyle birlikte favorimdi, ödüle uzananlar kardeşler oldu. Hak edilmiş bir ödül olduğunu düşünüyorum. Anons’un dörtlüsü alsa onlar için de aynısını düşünürdüm. Her hâlükârda Kardeşler, dikkate değer bir ilk film.
Yılın en çok beklenen filmi
Anons demişken, yılın en çok beklenen ve yakın zamanda gösterime giren yerli filmine değinelim biraz. Mahmut Fazıl Coşkun her filminde yönetmenlik yeteneklerinin üzerine biraz daha koyuyor, zanaatini ilerletiyor. Öte yandan sinemasının tema derinliği noktasında aynı şeyleri söylemek güç. Sanki filmleri giderek yüzeyselleşiyor gibi. Anons’ta mizansen yönetimi olağanüstü, sabit karelerin hepsinin tasarımı, görüntü yönetmenliği saygı uyandırıcı, tüm oyuncuların performansı, demek ki oyuncu yönetimi, çok başarılı. Mamafih, film herhâlde sinema tarihinin en apolitik darbe filmi. Filmin ‘deadpan mizahı’ da yeni bir boyut katmaya hizmet etmiyor ama hiç kuşkusuz işin zanaat tarafında belki de yılın en iyi yerli filmi. Coşkun’un bu çalışması meslektaşları tarafından da takdir edildi ve film, Adana’da Altın Koza’ya erişemese de yönetmenlerin verdiği FİLMYÖN ödülü ile Yılmaz Güney’in adına verilen özel ödülle ayrıldı. Coşkun zenaat ustalığını tematik bir derinlikle buluşturabilse sinemamızın başyapıtlarından birinin ortaya çıkması işten değildi ama bu fırsat kaçırıldı.
Sinemanın kaidelerini sorgulayan film
Burak Çevik’in yarı deneysel filmi Tuzdan Kaide’nin vizyon tarihi hâlen belirsiz. Oysa Çevik’in sadece kadınlardan kurulu, fantastik dünyası, animasyon, mimari çizim, fotoğraf ve hareketli görüntüyü harmanlayan özgün sineması kesinlikle cesaretlendirilmeyi hak ediyor. Burak Çevik, sinemamızın çok ihtiyaç duyduğu zor bir işe girişiyor herkesin belirli konvansiyonlarla çabucak uzlaştığı bir sinema evreninde yalnız ve yabancı bir gezegen olmayı göze alıyor. Herkesin gittiği kolay yoldan gitmiyor, kendisine yeni bir yol açmaya çalışıyor. Sinemamızın yeni yollar açmaya cüret eden böyle çabalara ihtiyacı var.
Yılmaz Güney’e yakışan Güvercin
Değinmeden geçmek istemediğim bir başka film Güvercin; vizyona girip çıkalı epey oldu ama Boğaziçi Film Festivali’nde yakalayabilirsiniz. Banu Sıvacı’nın bu ilk filmi, sinemamızın yeni işlerini heyecanla bekleyeceğimiz bir yönetmene kavuştuğunu müjdeliyor. Adana’nın varoşlarında yaşayan Yusuf’un güvercin tutkusu ile hayatın gerçekleri arasında sıkışmasını anlatan film birçok yönden Ken Loach’u dünyaya tanıtan film olan Kerkenez’i (Kes, 1969) anımsatıyor. Güvercin’de, Kerkenez’deki gibi çevresine yabancı bir karakterin dört bir yandan sıkıştığı dünyasında, özgürlüğü bir kuşla özdeşleşmekte bulan bir genci izliyoruz. Sıvacı, ilk filminde bunu hiç aksamayan, düşmeyen gayet başarılı bir sinemayla aktarmasını bilmiş. Sıvacı’nın en önemli başarısı, abartılı bir dramatizasyona ve duygu sömürüsüne çok açık sahnelerde soğukkanlılığını koruyan mesafeli bir sinemayı seçmesi olmuş. Güvercin’in önemli bir başka yanı da bu sezonun dikkate değer filmleri arasında objektifinde işçi sınıfının bulunduğu tek film olması… Kuşlardan başka bir dünya tanımayan Yusuf, abisinin zoruyla çalışmaya başladığında günümüzde sınıfın görünümlerini perdeye taşıyan kuvvetli sahneler izleyebiliyoruz. Filmde, gerek başroldeki Kemal Burak gerekse de abisi rolündeki Ruhi Sarı çok güçlü performanslar ortaya koyuyor. Adanalı bir yönetmenin bu Adanalı öyküsü, Altın Koza’da hemşerisi Yılmaz Güney adına verilen özel ödüle çok yakışırdı ama jürinin tercihi Anons’tan yana oldu. Neyse ki sinema yazarları, Güvercin’i eli boş göndermedi, Sıvacı, Altın Koza’dan SİYAD Özel Ödülü ile ayrıldı.
Yılın filmi: Sibel
Geldik yılın filmi Sibel’e… Altın Koza’dan En İyi Film, En İyi Kadın ve En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu ödülleriyle, ayrılan, 55. Ulusal’da da En İyi Kadın Oyuncu ödülünü kazanan Sibel, 4 Ocak’ta vizyona girecek. Altın Koza’da en iyi film ödülünü almasının ardından, “yönetmeni ödül almadı, senaryosu almadı filmi kazandı, bu nasıl iş” yorumlarıyla karşılanmıştı. Ama bazen böyledir bir oyuncu gelir, en iyi film ödülünü de söker götürür. Sibel’de Damla Sönmez bunu becermiş. Karadeniz’in sarp doğasında bir köy, köyün konuşmayı reddeden aykırı kızı Sibel, bir ötekileştirme ve ötekileşmeye direnme öyküsü… Filmin sinemasal değeri bir yana temel mesajı o kadar güçlü ki, öylesine etkileyici ve güçlü bir karakter var ki merkezinde, her şeye değer. Filmden çıktıktan sonra zihnimde uzun süre Ulrike Meinhof’un, “Üzgün olmaktansa öfkeli olmak yeğdir” sözü çınladı. Bu karakterin bu kadar etkili olmasında aslan payı elbette her türlü takdirin üzerinde olağanüstü bir oyunculuk çıkaran Damla Sönmez’e ait. Sönmez’i yıllar önce Bornova Bornova’da izlediğimde çok büyük bir oyuncu geliyor diye düşünmüştüm, Sibel’i izlediğimde yanılmadığımı görmek de ayrıca mutlu etti. Sönmez’in Sibel’deki performansı Türkiye sinema tarihine geçecek kadar etkili. Sönmez, gözleriyle oynayabilen ender aktrislerden. Bir filmin açılış karesinden final karesine her anında olmak ve bu kadrajlarının çoğunun yakın çekim olması ve buna rağmen neredeyse hiç (daha çok rejiden kaynaklandığını düşündüğüm tek bir kusurlu sahnesi var) aksamamak her oyuncunun harcı değil. Öte yandan Sibel başyapıt olmayı kıl payı kaçıran bir film. Guillaume Giovanetti, Çağla Zencirci ikilisi Sibel’i bize dört dörtlük anlatıyor ama film Sibel olamıyor. Bunu anlatması biraz güç ama deneyelim; Bu sezon Lucrecia Martel’in Zama adlı başyapıtı gösterime girdi. Zama’da Martel, Zama adlı karakteri anlatmadı, film Zama oldu. Zama kaybolurken, film de kayboldu, Zama tereddüte düştüğünde film de tereddüde düştü, Zama parçalandığında film de parçalandı. İşte Sibel’de de eksik olan bu dokunuş. Gerçi bunu beklemek belki biraz fazla lüks zira dünyada bunu başarabilen sınırlı sayıda yönetmen var ama Yılmaz Güney’leri, Nuri Bilge’leri çıkaran sinemamızdan niye daha azını bekleyelim, daha azına razı olalım. Sibel başyapıt olabilirdi ama Sibel’i anlatmakla yetinmiş ne yazık ki… Oysa Giovanetti ve Zencirci’nin sineması Sibel gibi, cesur, asi, yırtıcı, cüretkâr, başına buyruk olabilse işte o zaman unutulmaz bir başyapıt olurdu bu film. Belki o zaman Kuşköy halkının yadırgayacağı bir film ortaya çıkardı, hatta belki o zaman biz de yadırgardık ama tıpkı Sibel karakteri gibi Sibel filminin de yadırganması gerekmiyor muydu zaten? Giovanetti ve Zencirci geleceğe kalacak, yıllara meydan okuyacak bir film yapmanın eşiğine kadar gelmiş ama o eşikten içeri adım atmaya cüret edememiş ne yazık ki…
AVM’leşmeden şikâyet edip Netflix’ten beslenmek
Burada adı geçen filmlerin hepsini Adana Altın Koza Film Festivali’nde izledim. Ulusal Yarışma’daki filmlerin ilk gösterimleri M1 adlı alışveriş merkezinde yapıldı. Aralarda karnımızı alışveriş merkezinde doyurmamız gerekti ve şunu düşündüm; Adana belki dünyaca değerli bir lezzet durağı, benzersiz bir mutfağa sahip ve biz bu AVM içinde bunları değil, Türkiye’nin hatta dünyanın her yerinde bulabileceğimiz markaların yiyeceklerini tüketiyoruz. Üstelik buradaki lokantaların yüzde 70’i Tokyo’da da, Johannesburg’da da, Napoli’de de, Rio de Janerio’da da aynı. Demek ki koca bir insanlık kendi yerel mutfaklarıyla değil aynı fabrikasyon üretimle besleniyor. Bunlar bilinmedik şeyler değil buna AVM’leşme diyoruz ve sanıyorum çoğumuz karşıyız. Ne var ki, kültür ürünlerinin AVM’leşmesine karşı direniyor muyuz? AVM gıda zincirlerine karşı örneğin İnci Pastanesi’nin, zincir sinema salonlarına karşı diyelim Beyoğlu sinemasının savunulması ne güzel… Peki, özgün kültür ürünlerimiz olan yerli sinemamızın da biraz sahip çıkılmaya ihtiyacı yok mu? Yoksa anlam dünyamız için giderek kaliteli hareketli görüntünün AVM’si hâline gelmekte olan Netflix yetiyor mu? AVM’leşmeden yani Pekin’deki ile Montevideo’dakinin aynı şeyleri yiyip aynı şeyleri giymesinden şikâyet ederken, Pekin’deki ile Montevideo’daki nitelikli seyircinin aynı anda aynı yerden beslenmesinde bir problem yok mu?
Journo’nun düzenli takipçileri ‘festival filmi’ olarak anılan özgün yerli filmlerin yönetmenlerinin “Biz de seyredilmek istiyoruz” yakarışını duymuştur. Bu filmlerin müşterisi Cumali Ceber filmlerinin kitlesi değil, Netflix kuşağı sanıyorum. Belki Netflix’teki kadar şahane kamera açıları, kusursuz yönetmenlik, olağanüstü yapım tasarımı yok bu ‘festival filmleri’nde. Ama çok daha önemli bir şey var, özgünlük, yenilik arayışı, yerellik… Sanat da biraz buradan doğmuyor mu?
Netflix’ten fırsat buldukça yerli sinemamıza da ilgi göstermeniz dileğiyle…