Haber

Yaşar Kemal orman yangınlarını böyle anlatmıştı: Ali Cengiz oyunu oynamakta kimse bize erişemez

Trabzon, Ordu, Giresun ve Artvin’de dün akşam başlayan orman yangınlarının sayısı kısa sürede 69’a ulaştı. Bazı haberlerde yangınların “sıcak hava ve rüzgarın etkisi ile” çıktığı belirtilse de, Karadeniz bölgesinde kışın bu kadar çok noktanın aynı anda alev alması kasıt şüphesini artırıyor. Nitekim sosyal medyada bugün yapılan paylaşımlarda, iki yıl önce Trabzon’da “Katar Emiri’nin beğendiği bölgede yangın çıktığı” hatırlatıldı. Son yangınların nedeni ne olursa olsun, ormanların rant amacıyla talan edilmesi Anadolu coğrafyası için yeni bir gelişme değil.
Edebiyatımızın ve gazeteciliğin unutulmaz ismi Yaşar Kemal, Cumhuriyet gazetesi için 1953 yılında günlerce Ege ve Akdeniz bölgelerini gezmiş, bu “yeryüzü cennetinin” tarla açmak isteyen kendi sakinleri tarafından nasıl tahrip edildiğini haberleştirmişti. “Bu Diyar Baştan Başa” kitabında “Yanan Ormanlarda Elli Gün” başlığıyla da yayımlanan bu uzun röportajdan iki bölümü aktarıyoruz. Yaşar Kemal, “büyük müteahhitlerin menfaatlerine” alet olup ormanları yok eden ve “Buraları Allah yakmış” diyen halkın bitmek bilmez “Ali Cengiz oyunlarını” da, ağaçları korumak için mücadele eden bir avuç insanın çaresizliğini de anlatıyor:

. . .

Ve yangın devam ediyor karşıda. Şimdi İzmir’de, Kemalpaşa’da, Karaağaç’ta, İçel’de, Silifke’de, Anamur’da, Antalya’da, Manavgat’ta, Gündoğmuş’ta, Alanya’da, Korkuteli’nde, Elmalı’da, Kaş’ta, Muğla’da, Fethiye’de, Köyceğiz’de, Aydın’da, Karacasu’da, Manisa’da, Balıkesir’de, Dursunbey’de, Bandırma’da… Adana’da, Kadirli’de, Kozan’da… Eskişehir’de… Velhasıl yedi iklim dört bucakta… bir memleket ormanları  tutuşmuş yanıyor. Göz göre göre yanıyor. Çaresiz yanıyor.

Antalya – Manavgat, Manavgat’ın Beşkonak Bucağı… Mor dağların başladığı yer. İki gündür denizin ötesinde, gökte kara kara bulutlar birikmiş. Yağacak gibi ediyor, sonra dağılıyor.

Denizden dağlara doğru akan bulutlar yağdı yağacak derken kayboluveriyorlar. Yangından bıkmış usanmış Orman İşletme Müdürü: “Ah bir başlasa yağmur,” diyor. “Ah bir başlasa…” Gözü denizin üstündeki bulutlarda. Bulutlar kararmaya görsün. Bizimkinde bir sevinç, deme gitsin! Yüzü bir çiçek gibi taze açılıyor. Yorgun gözlerinden sevinç taşıyor.

“Bugün mutlak yağacak. Bugün mutlak, mutlak…” Yağmur yağmıyor bir türlü. “Tam otuz altı yangın oldu bu yaz. Büyük yangın. Küçükleri de caba…”

Bir yağmur yağsa… Ah bir yağsa. Denizin üstünde salınıp duran bulutlar bizi umsunuk etti. Yangının köküne kibrit suyu… Kibrit suyu olmaz ya. Ne suyu olursa olsun. Bir yağmur. ..

Derken bir kuşluk vakti… Burmahan’ın berisindeki ormanlar yanarken, soğuk, kara bir yel esti güneyden.

Yel dönüyor. Yağmur yeli. Bunca yağacak. Bulutlar kapkara ve dağlara dağlara doludizgin gidiyorlar.

Üstümüze kara bir tül gibi bulut ağdı. Bir şimşek çaktı. Yanık ağaç gövdeleri ışıldadı. Yağmur yağmış gibi de parladı. Sonra, birden sicim gibi bir yağmur boşandı. Ortalığa bayağı bir karanlık çöktü. Yanımda duran ormancıların sevinçlerini tarif edemem.

Beşkonak bucağının bulunduğu köy yedi mahalleden ibaret. Bucak merkezi güya Yarış adlı mahallede.

Yarış’ta dediğime bakmayın. Yarış’ta olmaz. Neden ki derseniz, Yarış diye toplu, bir arada evlerden bir mahalle yok da ondan. Her ev bir koyakta, bir taşın, kayanın dibinde. Bucak yapısını da kel bir tepeciğin üstüne yapmışlar. Kuş uçmaz, kervan geçmez… Bucak yapısının yanına da ahşaptan eğri büğrü bir ev yapmışlar… İşte size bucak merkezi… Tuttu mu yağmur. Dinmez de dinmez. Ben de, sözüm ona, orman röportajları yapacağım. Sığındık eğri büğrü bucak müdürünün evine… Müdür İstanbullu Bülent adında tatlı bir delikanlı. Daha iki aylık müdür. Yalnızlık bir çökmüş ki serine.

Bir gün geçti, iki gün geçti yağmur dinmiyor. Dinmek bilmiyor. Bir bölge şefi var burada, ikide bir. “Bir başlamasın durmaz buranın yağmurları…” diyor. Durmuyor, ben sabırsızlanıyorum.

Evimizin önünde bir mezarlık var. Mezarlıkta ulu ulu ardıçlar. kara selviler gibi biçimli, daha da heybetli. Bir tek de yaşlı bir çam var. Gövdelerinden oluk oluk sular süzülüyor. Üç gün sabahtan akşama kadar ulu ardıçları, yaşlı çam ağacını seyrettim. Önümde mezarlığın ağaçları birer karanlık tepe, birer sihir gibi yükseliyorlardı. Üç gün canım sıkıldı. Geri dönsem olmazdı. Bunca zahmet çekmiştim buraya gelmek için. Beklesen olmuyor. Yağmurun ne zaman dineceği belli olmuyor. Bölge Şefi de habire umudumu kırıyor. “Bu yağmur durmaz da durmaz.” İnat ettim. Durmazsa durmasın. Dönmeyeceğim, iyi etmişim dönmediğime. Ömrümce göremeyeceğim şeyleri gördüm. Şaşılacak olaylarla karşılaştım.

‘Bu ormanları neden yakıyorlar?’

Bir sabah uyandım ki, yağmur duruvermiş. Bendeki sevinç ormancıların sevincinden de beter. Kuş gibi hafifim. Ver elini dağlar!,.. Lastiklerimi ayağıma geçirdiğim gibi yürüdüm. Yol arkadaşım, kılavuzum İbrahim Gök adında yaşlı bir adam. Altmış beşinde, dinç, keçi sakallı, aynı keçi gibi ince, zayıf yüzlü birisi… Gazeteci olduğumu söyledim, oralı bile olmadı. Bilmiyor. Beni doğudakiler gibi o da hükûmet memuru sanıyor. Şüpheli şüpheli bana bir bakışı var!… Yürüyoruz. Yürüdükçe içine kapanıyor.

“Bu ormanları neden yakıyorlar?” diye soruyorum. Boynunu büküp:

“Bilinmez ki” diyor, “yakıyorlar işte.” “Neden ola?” Ellerini açıyor: “Kimbilir!”

Çimen yeşili gözleri hilekâr. Düşmanlığını, itimatsızlığını, korkusunu gözlerinden iyice okuyorum. Besbelli.

Bir gözün insan içini böyle açık açık, her şeyi apaşikâr söylemesine ilk olarak rastgeldim.

“İbrahim Emmi” dedim kızarak, “bana yutturmaya çalışma. Ben de köylüyüm. Adam köylü olur da ormanların niçin yakıldığını bilmez mi? Ben bizim köyde sinek uçsa bilirdim.”

İbrahim Emmi dalkavukça: “Biz de biliriz, emme… Bu orman yangınına akıl sır ermiyor. Kul işi değil bunlar. Kul işi olsa bir tanesi yakalanırdı şindiye dek. Allah yakıyor ormanları… Güneş yakıyor yavrum. Allah işi… Köylü orman yakmaz.”

Ne desin de yaksın. Hazreti Peygamberimizin beşiği, evimizin eşiği ağaç. Ağaç yakılır mı? Alimallah adamın eli kurur. Ağaç gibi var mı kardaş, kırmızı gül de ağaçtandır. Biz ağacın kıymetini biliriz. Köylü hiç yakar mı kardaşım? Efendi bilâderim.”

Hem konuşuyor, hem de durup durup inanıyor muyum diye yüzüme bakıyor. Bakıyor bende inanacak göz yok. Devam ediyor. İlle de köylünün ağaca, ormana zarar vermediğine beni inandıracak.

“Köylü ağaca el vuramaz. Korkar. Hazreti Alimizin Düldül atının eğeri de ağaçtandı. Kabe eşiği nurdandır emme, o da yine ağaçtandır. Ağaca kıyılır mı hiç! Ormancılarımız ağaçların başından hiç ayrılmazlar. Ağacın kılma hile gelmez köylü tarafından. Yaş kesen, baş keser. Bunu hepimiz biliriz. Her köylü bilir.  Ormanı seven yurdunu sever. Öyle değil mi?”

Bu buluşundan dolayı bir zafer kazanmış gibi durdu, gülerek yüzüme baktı.

“Ormanı seven, vetanını sever öyle değil mi?” “Öyle” dedim.

İbrahim Gök bir zafer coşkunluğuyla: “Vetanını sever” diye tekrarladı.

‘Bunları hep Allah mı yakmış İbrahim Emmi?’

Bir tepe çıktık. Bir tepe daha çıktık. Sağımız solumuz ormanlık… Genç ağaçlar… Ama yangın görmemiş gövde hiç yok. Gövdeler kapkara. Bunlar geçen yılki, evvelki yılkı yangından kalanlar. İkinci tepeyi de inince, bir yeni yanığa geldik. Dağ alabildiğine kapkara uzanıyordu. Tâ doruklara kadar. Kırılmış, yan yanmış, ütülenmiş, toprağa üst üste yatmış yanık ağaçlar… Bütün dağ az önce söndürülmüş bir dev ocak sanki.. Yağmursu, ıslak ıslak bir yanık kokusu almış dünyayı. Adamın genzini yakıyor.

Daha ötede aynı biçimde bir yangın yeri daha… Bir daha, bir  daha… Ve artık ara ki yeşillik göresin…

“Bunları hep Allah mı yakmış İbrahim Emmi?…”

“Allah, Allah yavrum… Yoksa bunca yangını çıkarmağa köylünün gücü yeter mi?… Köylü Dövletinin ormanını hiç yakar mı? Bizim hepimiz biliriz ki ‘Çam gider, çalı kalır. Kum giderse, kaya kalır.’ Köylü bunu bilir.”

Kendimde olmadan gülümsüyorum. O da bıyık altından gülüyor.

Şunu da unutmadan kaydedeyim ki, Antalya Orman Baş Müdürlüğü her kayaya, her ağaca, ormana, yollara orman sevgisi aşılayan vecizeler yazdırmış. Çıplak yamaçlara çimentoyla tâ uzaklardan görünen ‘Ormanı Koru!’lar kondurmuş. Kim anlar, kim dinler mi diyeceksiniz. Olsun. Mutlak faydası vardır. Tebrik ederim.

“Bizim atalarımız ne diye Orta Asya’dan göç etti. Bunu bilmeyen var mı? Yok. İşte böyle ormanları’ yaktılar, kestiler, orman tükendi. Orman tükenince göl kurudu. Yavrucağızıma deyim. Göl kuruyunca kuraklık başladı. Kuraklık başlayınca göç ettik. Tâ buralara geldik. Buradan da nereye gideceğiz? Başka yer yok. O sebepten ormana köylü milleti iyi bakar. Bu yangınlara köyde hep çareler düşündük. Vetanımız harap olmasın dedik. Madem yangın Allah tarafından çıkıyor, biz köycek buna çare bulmalıyız dedik. Bir çare bulmalıyız.”

Bir saat mı, iki saat mı yürüdük. Ben kesildim. O boyuna elindeki kirmenini eğirip konuşuyor. Bu dağlardaki erkeklerin hepsinin elinde bir kirmen, durmadan keçi kılından ip eğiriyorlar.

Yukardaki Orta Asya meselesi var ya, her yerde kayalara yazılmış. Her orman müdürü, bölge şefi, bakım memuru Orta Asya meselesini diline dolamış, önüne gelene anlatıyor. Bu gezide en az beş yüz ormancıyla karşılaştım. Bu Orta Asya meselesini her ormancı en az üç defa söyledi.

“Orta Asya’dan neden göç ettik? Kuraklıktan. Kuraklık neden oldu? Orman tahribinden. Şimdi ise bizim gidecek başka vatanımız yok. Ormanlarımız bitiyor.”

İbrahim Emmi durup durup:

“Yanan orman felâket, yaşayan orman varlık getirir. Köylü ne demeye yaksın ormanımızı?”

“Doğru,” diyorum çaresiz. Hoşuna gidiyor. Beni inandırdığını sanıyor. Gittikçe de işi azıtıyor. Benim şaşkınlığımı da görüp veryansın ediyor vecizelere:

“Ormansız dağlar yokluğun kara bekçisidir. Bir parmak toprağın bin senede meydana geldiğini bilir misiniz? Vetandaş ormanı yakma, yurdunu öksüz bırakma! Öksüz kalan yurt ne demektir? Babasız, öksüz demektir. Ormanı biz korursak, o da bizi türlü felâketten korur. Korur demek ne demektir? O sebepten köylü ormanı yakmaz. Ormanı koru ki, dağın kel, suyun sel olmasın… Emme, emmevelâkin şu ormancılarda da suç var azıcık. Eyiler, haslar emme, bir keser saplığı bile kestirmezler. Allah’ın yaktığı ormanı köylüye bulurlar. Orman yurdun hem süsü, hem gücüdür. Aaah şu ormancılarımız.”

‘O lafları mahkemelerde ezberlemiştir’

Kalktık yürüdük. Yollar kayalık. Yollar kılıç sırtı gibi. Sarp bir dağa çıkıyoruz. Tepeye bir saatlik yol var daha. Ter ceketimden de dışarı fışkırmış. Suya batıp çıkmışım sanki. Çıpıl çıpıl. Durmaya gelmez. Üşütüverir. Soğuk yeller üşütüyor zaten.

Bir hayli uğraşmadan sonra tepedeyiz. İkindi üstü. Tepeden çok uzaklar bile gözüküyor. Bütün dağlar kaplan alası gibi. Öyle yanmış.

Herife de iyice içerledim. Köye varsak bırakacağım.

“Bunlar Allah’ın işi mi?” Baktı ki kızgınım:

“Çay köylüleri de yakar. Onlar ormanın vetan yüreği olduğunu bilmezler. O dinsiz imansızlar.”

“Doğru söyle İbrahim Emmi şu sabahtan beri sayıp döktüklerini kaç ayda ezber ettin?”

Şaşırdı, utandı, kekeledi:

“Doğru değil mi dediklerim?” diye masumca sordu.

Karanlık kavuşurken köye indik.

Burmahan’da Babacığın evine misafir olduktan sonra, ona parasını verdim savdım. Burmahan’ın dört saat ötesindeki köyüne doğru yoluna devam etti.

Gece yatarken, Babacığa İbrahim Emmi’yi tanıyıp tanımadığını sordum. Çok iyi tanıdığını söyledi.

“Eyi bilir bizim köylü Gök İbrahim’i. Bizim köyden çok gelir geçer.”

Babacığa yoldaki konuşmaları, vecizeleri anlattım. Güldü güldü de:

“Bey” dedi, “bizim köylü Gök İbrahim’i neden bu kadar yakından tanır bilir misin? O, çok mahkemeye gider de ondan. Orman yakmak, orman açmak, ağaç kesmek suçundan gider… Vay bre Gök İbrahim vay! Her yıl mutlak iki kere orman suçundan mahkemededir. Köyüne gelip giderken de bizde yatar. Vay bre Gök İbrahim vay! O sana dediği lâfları, hep mahkemelerde ezber etmiştir.”

. . .

Antalya’dan sonra Muğla’ya geçtim. Fethiye ormanlarını gezdim. Burada da yangın görmemiş bir tek ağaca rastgelmedim. Yalnız Fethiye’nin Seki köyünün Kavacık ormanlarını, orman gibi gördüm. Bir sedir ormanı ki, orman derim sana… insanın aklına geliyor. Acaba bu ormanı niçin yakmamışlar?

Yanımdaki Bölge Şefi’ne sordum: “Acaba niçin yakmamışlar?”

Şef: “Sedir ormanı kolay kolay yanmaz da ondan. Bir de niçin kesmemişler diye sorsanız.”

“Sorarım” dedim. “Gerçekten şaşılacak şey.”

“Görüyorsunuz burası dağlar. Sahile de çok uzak. Yol da yok. Taşınması çok pahalıya malolur. Onun için bu sedir ormanı kurtulmuş.”

Fethiye’de de tarla açmaları gırla gidiyor. Fethiye için derim ki yeryüzünün cenneti. Köyceğiz için de öyle derim. Hele bir orman bitsin. Bitmesine pek az kalmış. Ben görürüm o zaman onun cennetliğini. Denizi, koylarının güzelliği beş para eder miymiş. Görürüm o zaman.

Köyceğiz’de tam on gün devam eden bir yanık sahasını gezdik, sonra da Aydın’ın Karacasu ilçesine geldim… Karacasu’da tapulu kesim halen devam etmektedir. Şunu da söylemeden geçmeyeyim ki, Karacasu Aydın’ın tek ormanlık bölgesidir. Saksıda çiçek gibi. Nazilli’de, Bozdoğan’da da var ya, az. Ormandan sayılmaz. Karacasu ormanları da ormandan sayılmaz ya… Yeşillik var. Eğri büğrü ağaçlar var hiç olmazsa. O da bazı yerlerde.

Yıllardan beridir ki Karacasu’da halkla Orman Dairesi arasında bir boğuşmadır almış yürümüş. Bir Ali Cengiz oyunu. Ama tam manasıyla bir Ali Cengiz oyunu. Orman Dairesi ağaçları kestirmemek için türlü kanunlar gösteriyor, türlü yollara, kanuni sebeplere başvuruyor. Halk da onun karşısında… Halk demesek daha iyi olur… Halk yalnız alet ediliyor bu işlere. Büyük müteahhitler menfaatlerine halkı alet ediyorlar.

‘Hiçbir kanun bu zenginler karşısında sökmüyor’

Orman Dairesi’nin hiçbir kanunu, hiçbir tedbiri bu zenginler karşısında sökmüyor. Bir açık kapı, bir yol mutlak buluyorlar. Ve Karacasu ormanlarına kasteyliyorlar. Bir ağaç kesimidir gidiyor. Deme gitsin.

Karacasu ormanlarının yüzde doksanı tapuludur. Yâni şahısların mülkiyetindedir. Bunların çoğu da eski tarihli tapulardır. Eski tarihli tapuların hepsi 4785 sayılı kanunla devletleştirilmiş ve 5658 sayılı kanunla da iade dışında bırakılmış ormanlara ait olduğundan hukuki kıymetini kaybetmiş olup, sahibinin müddeti içinde müracaat edip tapulu yerinin bedelini istemeye hakkı vardır.

Bunun dışında son iki yıl zarfında yeni tapu tescilleri kanuna aykırı olarak yapılmış, ormanlara “Çamlı tarla” tabiri kullanılarak tapu verilmiştir. Bu böyle olmakla Orman Kanunu’nun hükümlerine göre hiç kimsenin bir ağaç kesmeye hakkı yoktur. Göz göre göre kesemiyorlar da zaten.

Ama türlü usûller bulmuşlar… Ali Cengiz oyunu oynamakta hiç kimse kâbımıza erişemez. Boy ölçüşecek varsa gelsin beri!

Bir gün bakıyorsun Karacasu’nun falan filan mevkiinde yüzlerce dönümlük orman bir uçtan bir uca tek yaprak bile bırakılmadan doğranmış, irili ufaklı doğranmış. Bunları kim doğramış? İşte o yok ortada.

O doğranmış yerler tapulu ya, sahibi doğru mahkemeye müracaat ediyor. Diyor ki, tarlamın içindeki ağaçlar meçhul şahıslar tarafından kesilmiştir. Orman Dairesi ağaçlarımı zaptederek satacaktır. Ağaçlarımın satılmasının önüne geçiniz. Buna ihtiyati tedbir diyorlar hukuk dilinde. Ve seninki ihtiyati tedbirlerini alıyor.

Bu sefer ağaçlar açık arttırma ile satılığa çıkarılıyor. Satışa çıkarılan ağaçlara rakip yok. Ağaç sahibi, yahut onun bir akrabası, yahut meşhur tüccarların adamları yok pahasına, arttırmada rakip olmadığı için ağaçları satın alıyorlar. Mahkeme sonunda adam beraat ederse, zaten beraat ediyor, el elde, baş başta.

Yok beraat edemezse açık arttırma ile çok ucuza satılan ağaçların bedelini Orman Dairesi’ne ödüyor ki, bu devede kulak bile değildir. Dediklerine göre, pek ödedikleri vaki değilmiş.

Bu hususta çok şeyler yazılabilir. Ama ispat hakkı diye bir şey tanınmamış gazeteciye. Burada bir takım dolaplar dönmüştür. Bu kadarlığını yazabilirim. Neden sonradır ki Orman Dairesi bu ihtiyati tedbirlere ve satışlara bir çare bulmuş. Açık arttırmalara kendisi girmeye ve satılan ağaçlan satın almaya başlamış. O zaman oyun biraz durmuş.

 

* Bu röportaj, söz konusu dizinin ikinci cildinde yer alıyor. Journo Bu Diyar Baştan Başa‘nın tamamını özellikle gazetecilik öğrencilerine tavsiye ediyor. Alıntılanan bölümlerdeki noktalama işaretleri güncel yazım kurallarına göre düzenlendi. Arabaşlıkları ise yazının içindeki alıntılardan seçtik. 


İLGİNİZİ ÇEKEBİLİR – İLETİŞİM TEORİSİNİN EN İYİ KİTAPLARI

Journo

Yeni nesil medya ve gazetecilik sitesi. Gazetecilere yönelik bağımsız bir dijital platform olan Journo; medyanın gelir modellerine, yeni haber üretim teknolojilerine ve medya çalışanlarının yaşamına odaklanıyor, sürdürülebilir bir sektör için çözümler öneriyor.

Journo E-Bülten