Film Söyleşi

Enkaz: Beklenen İstanbul depremini sinemada izlemek

35. İstanbul Film Festivali’nin Yeni Türkiye Sineması bölümünde yer alan ‘Enkaz', sarsıcı ve zihne kazınan bir film. Filmin yönetmeni Alpgiray M. Uğurlu ile deprem gibi bıçaksırtı bir konuyu çekmeye nasıl karar verdiğini ve filmi hangi motivasyonla çektiğini konuştuk.

35. İstanbul Film Festivali’nde izleyiciyle yarın ilk kez buluşacak olan ‘Enkaz’, seyirciyi ilk saniyelerinden itibaren yerine mıhlayan bir film. Göçük altında hayatta kalmaya çalışan bir kadın ve terapistinin önerisiyle doğada iyileşmeye çalışan adamla, film boyunca bir daralıyor ve sorguluyor; bir de aydınlığa çıkıp nefes alıyoruz.

Şimdiye dek onlarca kısa film yöneten ve ilk uzun metraj filmi ‘Uvertür’ ile birçok festivalden övgüyle dönen Alpgiray M. Uğurlu ile ikinci uzun metraj filmi ‘Enkaz’ı konuştuk. Başrollerini Akasya Asıltürkmen ve Berke Üzrek’in paylaştığı film, 11 Nisan Pazartesi günü (yarın) 11.00’de Fitaş Sineması’nda görülebilir. 

Enkaz1
1999 depreminin üzerinden 17 yıl geçti ve bildiğim kadarıyla kimse bu konuya dair sinemada bir şey yapmadı. Bu sarsıcı konuyu işlemeye nasıl karar verdin?

Kıyı Ege’de büyüdüm. Çocukluk yıllarımda hatırlıyorum, ufak ufak sallardı. Sonra 1999 depremiyle zaten bir korku oluştu içimde ve zihnimde. Bu korku lisans eğitimim sırasında kafama kazındı sanırım. Ayrıca lisansta inşaat mühendisliği okuyordum ve malzeme laboratuvarlarının duvarlarında bir sürü yıkılmış bina resmi vardı. Çok gerçek dışıydı. Kafamda bir boşluk oluştu depremle ilgili. Sonra, yakın bir aile dostumuzun 99 depreminden kurtulduğunu öğrendim. Bir yaşındaki bebeği ve kendisi enkazın altından çıkarılmış, fakat eşini kaybetmişti. Onun bu geçmişini öğrendikten sonra bize her gelişinde yüzündeki tebessüme dikkat etmeye başladım çünkü o tebessümün bendeki anlamı değişti. Bu meseleyle ilgili bir film yapmalıydım.

Alpgiray UgurluKonuya karar verdikten sonra filmde neden ‘göçük altında kalma’ anını vermek istedin?

Yazarken ve çekerken çoğu zaman empati yaptığım için başka türlüsünü düşünemezdim sanırım.

Malum, uzmanlara göre İstanbul’u büyük bir deprem bekliyor. Bu filmi gerçeğe uygun yansıtmak için epey araştırma yapmış olmalısın. Baz istasyonlarının yıkılması, cep telefonlarının çekmemesi veya Nisa’nın kayda aldığı görüntüler…

Tasarımın araştırılması açısından çok zorlanmadım. Üç aşağı beş yukarı önceki mesleğimden dolayı bir binanın ne şekillerde, nasıl yıkılabileceğini biliyorum; hangi yüzeyler oluşur, ne türlü çatlaklar meydana gelir ya da nasıl boşluklar vb. Dolayısıyla filmin plastik öğeleri kolaydı.

Ailemdeki doktorlar 99 depreminde oraya yardıma gittiği için onların anlattıklarını ilk ağızdan dinledim, pek çok depremzedenin deneyimlerini araştırdım. Distopik unsurların gerçekçiliğini bu sayede sabitlemeye çalıştım. Ayrıca diğer karamsar tabloyu oluşturmak da aslında çok zor değil. Herhangi birimiz “Neler gerçekleşebilir?” diye düşündüğümüzde rahatlıkla durumun vahametinin farkına varabiliriz. Toplanma alanlarının otopark olması, gün içi trafiğinin sıkışması, herhangi bir kriz anında telefonların kilitlenmesi zaten yaşadığımız şeyler değil mi?

Enkaz2

“İzleyicinin de karakterler gibi yalnız hissetmesini istedim”

Filmde iki mekan ve iki insan var. Bu, bir yandan da iddialı bir tercih. Mekan ve insan sayısının azlığı seni nasıl sınırlandırdı ya da tersine çalışırken daha da ufkunu mu açtı?

Depremi öyle ya da böyle yaşayan herkes depremi hatırladığında yine o ana dönüyor, sanki az önce yaşamış gibi o acıyı ve çaresizliği hissediyor. Benim odaklanmam gereken konu da buydu. Hikâyeyi ne kadar saf hale getirirsem, çözümsüzlüğü ve insanların çaresizliğini o kadar etkili verebilirim diye düşündüm. İki mekân yapmalıydım ve bu iki mekân birbirine zıt olmalıydı. Zıtlığı görsel anlatımda yakaladığımda istediğime ulaşacaktım. Mekân ya da oyuncu sayısı sınırlandırmaktan öte filmin daha konsantre olmasını sağladı. Bu sayede sadece filmdeki karakterlerin değil, salondaki izleyicinin de aslında tıpkı karakterler gibi yalnız hissetmesini istedim.

Filmde belli bir yere kadar, bu iki insanın hikayesi birbiriyle kesişecek ama birbirine bağlanmayacak gibi bir his oluştu bende. Fakat ciddi anlamda güçlü bir bağ kurmuşsun. O iki karakteri bağlamak zorunda mı hissettin yoksa ilk fikir oradan mı çıkmıştı yoksa?

İki karakterin arasındaki bağ, filmin yapım aşamasında her an aklımdaydı. Çok ince bir çizgiyle yavaş yavaş hissettirmekti amacım. Filmin dramatik gücü zaten buradan gelmeliydi. Beğenmene sevindim, teşekkürler 🙂

Bir yanda göçükteki sıkışmışlık hissi, diğer yanda insanı rahatlatan bir doğayla başbaşayız. Bu iki tezatın seyirci üzerinde nasıl bir etkisi olacağını düşünüyorsun?

Şu anda elimizde olan, sahip olduğumuz doğa; ilerisi için karamsar tabloda ise beton yığınları, karanlık ve soğuk. Doğadaki sahnelerde seyirci nefes alıp ferahladıktan sonra tekrar Nisa’yı gösterdim ki hatırlasın. Aklımıza kazınsın. Bu yapıdaki zıtlık aslında şu anda geçmişte olan depremleri unuttuğumuz gibi, paralel…

“O acıları yaşayanlar zaten tarifsiz bir hüznün içindeler ve asla o anları unutmayacaklar.”

1999 depremiyle ilgili İstanbul’da yaşayan herkesin bir anısı vardır. Enkaz da ilk anından itibaren her anı epey sarsıcıydı. Depremde ailesini kaybetmiş ya da derin yaralar almış insanlara bu filmi göstermekten çekiniyor musun?

Ben göstermemeyi tercih ediyorum çünkü onlar için yapılmadı bu film, bizim için yapıldı. O acıları yaşayanlar zaten tarifsiz bir hüznün içindeler ve asla o anları unutmayacaklar. ‘Enkaz’ın asıl amacı depremi bir saniye bile hatırlamayanlar için.

Enkaz3
Film böylesine büyük bir felakette teknolojinin aslında hiçbir işe yaramayacağını da bize gösteriyor. Baz istasyonlarının yıkılması, internetin çekmemesi gibi durumlar… Böyle bir felaketi yaşadığımızda başımıza gelebilecek olaylar değil mi?

Muhakkak. İleride buna çare bulunur mu bilmiyorum ama telekomünikasyon mühendisleriyle konuştuğumda da aynı fikre vardık. Kabloları toprak altına geçirebilirsek iletimi belki sağlayabiliriz ama yine de talep yoğunluğu kaldırmayabilir. Uydu var ama alıcıların ya da dağıtıcıların gücü olmadıktan sonra nafile.

Barış’a uygun görülen terapi yöntemi bir gün hepimizin ihtiyaç duyacağı türden. Bunu da bir psikologla görüşüp mü ekledin filme?

Terapistle görüşmüştüm filmden önce. O da gerçekten uygulanan bir yöntem olmadığını ancak aynaya bakıp kendiyle konuşma benzeri olduğunu söylemişti. Onay aldıktan sonra dramasını tekrar düzenledim.

Filmi çekmek için Indiegogo’dan yardım topladınız. Kitlesel fonlama yönteminin sence ne kadar faydası var sinemaya?

İlk filmim ‘Uvertür’ün %80 bütçesi kitlesel fonlamadır. Bu film için o yüzde bir hayli azalsa da destekçilerimiz sayesinde pek çok problemin üstesinden geldik. Bu konuda çok uzman değilim, araştırma da yapmadım ancak filmin ilk tanıtımı olması açısından önemli. Öyle ya da böyle film hakkında bir fikir oluşmasını sağlıyor.

Film yarınki festival gösteriminin ardından bir daha seyirciyle ne zaman buluşacak?

Henüz resmi anlaşma imzalamadık. O yüzden gösterim tarihine dair net bir şey belirtmem yanlış olur ancak 2016 sonunda gösterime girecek bir aksilik olmazsa.


KÜNYE

Enkaz afis ENKAZ | UNDER THE SKY
Yönetmen: Alpgiray M. Uğurlu
Senarist: Alpgiray M. Uğurlu
Görüntü Yönetmeni: Barış Akyüz
Kurgucu: Ahmet Alan, Alpgiray M. Uğurlu
Özgün Müzik: Tevfik Kulak
Oyuncular: Akasya Asıltürkmen, Berke Üzrek
Yapımcı: Suzan Güverte
Ortak Yapımcılar: Umut Bayoğlu (Mantra Film), Barış Akyüz, Koray Sevindi
Süre: 81 dakika
Yapım: Türkiye, 2016

Nihan Bora Sapmaz

Aydın Doğan Anadolu İletişim Meslek Lisesi ilk mezunlarından. Lisans ve yüksek lisans eğitimini gazetecilik üzerine tamamladı. 2001’de Milliyet gazetesindeki stajının ardından birçok gazete ve dergide çalıştı, yazdı. 2011’de NTV’deki yeni medya editörlüğü deneyimi sonrası internet sitelerinde kıdemli editör, yazı işleri müdürü, haber müdürü; reklam ajanslarında içerik direktörü olarak çalıştı. Şu an serbest olarak haber ve röportaj; yayınevlerine editörlük, redaksiyon yapmaya ve içerik projeleri üretmeye devam ediyor. Bir yandan içerik üretimi, yeni medya, medya okuryazarlığı ve haber yazımı üzerine eğitim veriyor.

Journo E-Bülten