ABD’nin hem iç hem dış politikada üstünde sıklıkla durduğu iki kavram var: Şeffaflık ve yolsuzluk. Her iki kavram da özellikle Avrupa’nın ‘doğu bloğu’ olarak adlandırdığı ülkelerde ve Balkanlar’da ciddi anlamda hâlâ tartışılan, Türkiye’de de zaman zaman yükselen, zaman zaman ise bastırılan konular. Bu yıl yayınlanmaya başlayan Billions isimli dizi ise ABD’nin rüşvet, yolsuzluklar ve haksız zenginleşme ya da finans piyasasının kurallarını ihlâl etme gibi çok temel meselelere dair bakış açısını yansıtan, bunu yaparken de oldukça sağlam bir kurguyu ihmal etmeyen bir yapım.
Dizinin en önemli özelliklerinden biri 2014’te fikri ortaya çıktığından beri Türkiye’deki kamuoyunda dahi hakkında konuşulmaya başlanılmasıydı. Herkesin diziyle ilgili fikrini belirleyen detayların başında elbette dizinin baş aktörleri Damian Lewis ve Paul Giamatti vardı. Ancak Billions’a duyulan ilgi aslında arka arkaya gelen politik dramaların yarattığı rüzgârla da doğrudan ilintili.
Orta vadede geriye dönük olarak sinema-dizi sektörünün tükettiği temalara bakarsak 1940’lar ve Naziler, soğuk savaş gibi temalardan nihayet Amerikan finans ve siyaset sistemine önemli bir kayış olduğunu anlamak zor değil. Aralarında Madam Secretary, House of Cards ve benzeri birçok dizinin yanı sıra The Wolf of Wall Street, Big Short gibi filmlerin de bulunduğu yapımlar Amerikan yakın siyasi tarihine ve bu dönemde gerçekleşmiş birçok dönüm noktası niteliğindeki olaya zoom yapma şansı tanırken siyasal anlamda sözünü söylemiş oluyor.
Axe Capital isimli kendi adını verdiği şirketiyle 11 Eylül sonrası şüpheli bir yükseliş yaşayan Bobby Axelrod isimli iş adamı ile savcı Chuck Roades arasındaki, drama gereği kişisel olarak algılanan ama aslen sistem içi dev aksaklıklara işaret eden çatışmayı işleyen dizi hangi aktörlerin adalet üzerinde nasıl olumlu ya da olumsuz etkiler yaratabildiği üzerine kurulu.
Ve gazeteci…
Dizide gazetecilerin işleniş biçimi ise genel olarak şeffaflık ve tarafsızlık gibi ilkelerle anılması beklenen medyanın yaklaşımına göre oldukça sıra dışı, zaten diziyi konumuz yapan da bu. Zira özellikle Hollywood’ta gazeteciler çoğu zaman olabildiğince negatif figürler olarak resmediliyorlar ya da fazlasıyla göklere çıkarılıp idealize edilerek dünyevilikten uzak bir varlık hâline sokuluyorlar. Bu da gazeteciliğe ve gazeteci kavramına ilişkin bakış açımıza dair derin sorunlar ortaya çıkarıyor.
Dizide ortaya konan gazeteci profili, (tek bir gazeteciyi odakta görüyoruz) çoğu zaman taraflar arası güç oyununda kendi çıkarına göre konum alan, etik ya da idealist bir duruştan ziyade kariyer ve çıkar odaklı olarak haber üreten bir konuma sahip. Bu birçok açıdan hem ABD’nin dünyaya yansıtmaya çalıştığı medya ortamına ilişkin çok olumsuz fotoğraf veriyor hem de özeleştirellik bağlamında şaşırtıcı derecede çıtayı yükseğe taşıyor.
Peki gerçek bağlama geri geldiğimizde, gazetecilerin finans devleri ve devlet kurumlarının temsilcileriyle araları nasıl olmalı? Bu, gerçekten üzerine düşünülmesi gereken bir soru. Galatasaray Üniversitesi’nden Doç. Dr. Ceren Sözeri, Türkiye’de Medya-İktidar İlişkileri Sorunlar ve Öneriler başlıklı raporunda bu konuyla ilgili olarak önemli bazı tespitler yapıyordu. Bu tespitlerin çoğu çalışmanın da ruhu gereği daha ziyade gazetecilerin üzerindeki siyasal baskılara ve medya patronajı/sermayesinin yapılanmasına bağlıydı ve özellikle sonuç kısmındaki şu iki madde ilgi çekiciydi:
- Siyasi baskının yanı sıra medya patronlarının başka alanlardaki yatırımları nedeniyle hükümete yakın olma, eleştirel yayıncılıktan hatta habercilikten vazgeçer tutumları medyadaki otosansürün başlıca nedenidir. Medya sahipliğinde ve kamu ihalelerinin verilmesi sürecinde şeffaf ve adil bir düzenlemenin yapılması ve uygulanması gerekmektedir.
- Medya sahipliğinde şeffaflık, medya pazarındaki rekabet ilişkilerinin düzenlenmesi için daha etkin yasalara ve bağımsız çalışan düzenleyici kurumlara ihtiyaç vardır. RTÜK’ün idari ve mali yönden bağımsızlığının sağlanması; üye yapısının alanda uzman sivil toplum kuruluşu temsilcileri, akademisyenler ve okur temsilcileriyle çeşitlenmesi sağlanmalıdır.
Bu çok daha yapısal ve kurumsal problemlerin bu kadar öne çıkması birey olarak gazetecilerin etik seçimleri üzerinde çalıştığımdan beni pek de şaşırtmıyor. Zira gazeteciler öz-hesaplaşmalarına sıra gelmeden çok önce kurumsal çıkarlar etrafında ciddi bir baskı altındalar ve doktora tezim için yapmakta olduğum görüşmeler de haber üretim süreçlerinin özellikle ana akım medyada ciddi bir sorun içerdiğini kanıtlıyor.
Prekerleştikçe azalan umutlar
Medya sermayesinin bağımlılığına bir de prekerleşen (kırılganlaşan) sektör koşulları eşlik ediyor. Gazeteciler, sendikasızlaştırılmanın getirdiği koşullara bağlı olarak sözleşmeli ya da freelance çalışma rejimi içerisinde kaybolup gidiyorlar. Bu ise dünyada fazlasıyla tartışmalı bir konu. Bazı editörler bu tarz bir çalışma biçiminin gazetecileri daha özgür tuttuğunu ve daha yaratıcı olmalarını sağladığını söylese de (liberal bir pazar olarak gazeteciliği ele alan bir söylem), birçok gazeteci hem güvencesiz olarak hem de ürettikleri içeriğin yeterince emek değerinin karşılanmadığı bir sistem içerisinde çalışmak durumunda kalıyor. Gazeteciler nadiren aldıkları freelancer maaşlarından mutlu olmakla birlikte, bazı basın kuruluşlarında aylardır içeride olan maaşlardan ya da asgari ücretin altında bir ücrete tam zamanlı çalışma gibi koşullardan bahsedilebiliyor.
Bu kötü, preker (kırılgan) koşulları paylaşanlarsa ne hikmetse genelde sistemin dışına itilen ya da sistem dışı yayınlarda gazetecilik yapmaya çalışanlar oluyor. Hatta çatışmalı alanlarda dahi sigortasız çalışmak zorunda kalıyorlar ki bu gazetecilik endüstrisi açısından bir skandal. Gazetecilerin bazıları kurumsal şirketlere kaçıyorlar, bazısı ise tercihini daha az kazanmaktan ya da bildiğinden azını yazmaktan yana kullanıyor.
Tam da bu koşullar altında Billions’taki gazeteci tipinin kim olduğu ve hangi koşullarda siyahla beyaz arasındaki seçimini yaptığını, bu seçimin etik, politik çerçevesinin nasıl çizildiğini iyi düşünmek gerekiyor.
Gazetecilik için yeni ve sağlam, şeffaf bir ekonomi oluşmaması, okurların hâlâ internette okumaya para vermeye ikna edilememesi gibi birçok durum bugün gazeteciliğin itibarını yerin dibine sokuyor. Özeleştirellikte ısrar ederken, sistemin kendisine olan eleştirimizi ise bir kenara atmış gibiyiz.
İşte tam da bu yüzden, Billions’taki gazetecide kendimizi görmemek için ‘yeni tehlikeli sınıf’ olarak anılan ama bence bir sınıftan çok bir durumu yansıtan prekerliği daha iyi tahlil etmemiz gerekiyor.