Dosya

Gazeteciliğin beyaz saçlı Cumhuriyet kızı: Müşerref Hekimoğlu

Müşerref Hekimoğlu'nun GPT-5 modeliyle çözünürlüğünü artırıp renklendirdiğimiz bir fotoğrafı. Temsili arkaplanı biz ekledik. Özgün siyah-beyaz fotoğrafı, yazının sonunda bulabilirsiniz.

1940’lardan 2000’lere Türkiye’de gazeteciliğe damga vuran Müşerref Hekimoğlu, meslek ilkeleri uğruna reklamlarda oynamayı reddetmiş, rakip gazetelerden gelen astronomik transfer tekliflerini geri çevirmişti. Yat gezileri, evler, arsalar vaat eden patronun tekliflerini elinin tersiyle itmiş, o görüşmeden tüm çalışanlara her gün yemek çıkarılmasını sağlayarak dönmüştü. 

Devlet yetkilileri bile yabancı liderlerin yakında Türkiye’yi ziyaret edeceğini Hekimoğlu’ndan öğrenirdi. Ortadoğu savaşının sorumlusu olarak gördüğü için İsrail’in davetini reddederken de insan haklarına ve gazetecilik ilkelerine sahip çıkmıştı. Kürtaj ve okullarda cinsel eğitim verilmesi gibi konuları basında tartışmaya açan ilk isimlerdendi. “Adramytteion’un beyaz saçlı kadını” Müşerref Hekimoğlu’nu, Şeriban Alkış yazdı.

1940’lardan 2000’lere, başkent partileri, sayısız yurtdışı gezisi, sanatçılarla dostluklar, yaşadığı aşklar; çeviriler, Yeni Sabah’ta, Akşam’da, Cumhuriyet’te köşeler, ANKA’da genel müdürlük, darbeler, gözaltılarla geçen 83 yıllık bir ömür… Ertuğrul Özkök’ün “en renkli ve en eski siyasî magazinci,Tuğrul Eryılmaz’ın “onun adı kullanılmadan olmaz bu iş” diye andığı Müşerref Hekimoğlu, yalnızca sosyetenin değil bürokrasinin de nabzını tuttu.

Sayısız köşe yazısının yanında 27 Mayıs 1960 günlerinde yaşadıklarını anlattığı “27 Mayıs’ın Romanı”, Cumhuriyet’teki “Başkent Günleri” köşesinden seçilmiş yazıların bulunduğu aynı isimli bir kitap ve çocukluğundan itibaren yaşamını anlattığı “Anılar, Bir Cumhuriyet Kızı” gibi eserlerin de yazarı… 

Müşerref Hekimoğlu, 13 Eylül 1921’de İstanbul’da doğdu. Çocukluğu Göztepe’de Yeşilbahar Sokağı’nda bahçeli bir evde geçti. Yeşilbahar, Bağdat Caddesi’nden Göztepe İstasyonu’na kadar uzanan, civarın en uzun sokağı. Bereketli bir sokak; hem güller, yaseminler, leylaklar, “bir yanda Fenerbahçe, bir yanda adalar” hem de erken Cumhuriyet’in seçkinlerine evsahipliği yapmış. 

Annesi İhsan Hanım’ın bahçesi, komşu Osmanlı Hariciye Nazırı Cevat Paşa (Çobanlı)’nın bahçıvanlı bahçesiyle yarışır güzellikte. O sokakta Türkiye’nin Yargıtay’a seçilen ilk kadın üyesi Melahat Ruacan, ilk kadın röntgen/radyoloji uzmanı Saadet Gören, 1931 yılının Türkiye Güzellik Kraliçesi Naşide Saffet, 1932 yılının Dünya Güzellik Kraliçesi Keriman Halis ile komşular. 

Üç kız kardeşi olan Müşerref, çocukluk oyunlarında güzellik yarışması senaryolarıyla eğlendiklerini, babası İsmail Hakkı’nın “Güzel kadın olmak yetmez, güzel insan olmak gerekir” sözünü hiç unutmadığını anlatıyor. Babası, Demiryolcuları Sendikası’nın kurucularından. Hekimoğlu soyadı da, anlaşılacağı üzere büyükbabasının doktorluğundan geliyor. Müşerref ilerleyen yıllarda evlenince de soyadını değiştirmiyor. Babasının büyükannesinin “Çerkes Prensesi” olduğunu, ailede “Çerkeslik olduğunu,” ama çocukken Çerkes sözünden hiç hoşlanmadığını anlatıyor: “Belki de Çerkez Ethem’den ötürü.”

“Savaş fena etkiliyor beni”

Göztepe Taşokul’daki eğitiminden sonra Erenköy Kız Lisesi’ne başlıyor, babası Eskişehir’e atanınca Eskişehir Lisesi’nde devam ediyor. Erenköy’ün yabancı dili İngilizce, Eskişehir’inki ise Almanca. Müşerref Hekimoğlu kısa bir süre Almanca’ya uyum sağlamakta zorlansa da Muhsin Ertuğrul’un yönettiği ilk sesli Türk filmi İstanbul Sokaklarında’nın (1931) başoyuncusu yakışıklı Rahmi Öztoprak’ın yeni Almanca hocası olarak okula gelmesi, üniversite tercihini de etkiliyor: “O olmasaydı üniversitede Alman Dili ve Edebiyatı okur muydum bilmem.” Bölümü de hocaları da pek beğenmiyor ama Nazi Almanyası’ndan İstanbul Üniversitesi’ne sığınmacı olarak gelen akademisyenlere saygısı var: “Savaş fena etkiliyor beni. Yahudi kökenli öğretim üyelerine sempati duyuyorum…”

Bu sırada Almanya Tübingen Üniversitesi’nde geçirdiği bir yaz okulu bütün bir geleceğini belirliyor. 19 ülkeden 200’ü aşkın öğrencinin bulunduğu bu okulda İsviçre ve İtalya’nın en zengin ailelerinin çocuklarıyla da tanışıyor, Avrupa’nın farklı akademilerinden gelen hocalar ve sanatçılarla da… Bu sayede çok sayıda Avrupa şehrini ziyaret ediyor. Gezilerinden birinde İtalya’nın Milano kentinde otelin salonunda tavla oynayan yaşlı adamları görüyor. Bozuk bir Türkçe ile konuştuklarını duyunca yanlarına gidip “Nerelisiniz” diye soruyor:

Kongolu.

Kongo’da tavla mı var?

Biz götürdük.

Nereden?

Diyarbakır’dan götürdük tavlayı.

Neden gittiniz Kongo’ya?

İsteyerek değil, yazgımız gereği.

İkisi Artin, biri Kevork isimli bu üç kişinin ölmeden önce son bir kez memleketlerini görmek üzere Kongo’dan İtalya’ya, oradan da Türkiye’ye gideceğini anlatıyor. “Benim için yeni bir konu bu. Hayli etkilendim” diyor ama üç Ermeni adamın istemeden Kongo’ya gitme hikâyesine dair daha fazla şey anlatmıyor.

Demir bilekli Seelenmeyer ve gazeteciliğe adım

Müşerref Hekimoğlu, gazetecilik hikâyesini Almanya Lüneburg’ta bir ev partisinde tanıştığı ressam Klaus Seelenmeyer ile anlatmaya başlıyor hep. Seelenmeyer, güzel sanatlar akademisinin son sınıfındayken Almanya’da savaş başlıyor; askere alınıyor, bir uçuşta yaralanıyor ve sağ bileği parçalanıyor. “Demir bilekli adam” yıllarca sol eliyle resim yapmayı deniyor ve nihayet ilk sergisini açabiliyor. Almanya’ya geleli demir bilekler; kolsuz, bacaksız erkekler görmüş ama Seelenmeyer’in ressamlığı hayli etkilemiş Müşerref Hekimoğlu’nu. İstanbul’a dönünce yaptığı bir çeviriyi Doğan Kardeş’e götürüyor. 

Doğan Kardeş, Yapı Kredi Bankası’nın kurucusu ve 1950-53 arasında  Demokrat Parti’nin Manisa milletvekili Kâzım Taşkent’in, İsviçre’de yatılı okulda okurken bir heyelan kazasında ölen 10 yaşındaki oğlu Doğan’ın anısını yaşatmak üzere kurduğu bir çocuk dergisiydi. Derginin idaresi Vedat Nedim Tör’de. 1919’da Berlin’de kurulan Türkiye İşçi ve Çiftçi Sosyalist Fırkası’nın yöneticiliğini yapmış, 1927 Tevkifatı sırasında parti belgelerini polise teslim ettiği için Şefik Hüsnü tarafından dönek ilan edilen, 1930’lu yılların önemli dergilerinden Kadro’yu kuran, Türkiye’nin ilk radyosu İstanbul Radyosu’nun onun yönetiminde başladığı ve 25 yıl boyunca Yapı Kredi Bankası’nın kültür ve sanat işlerini yürüten Vedat Nedim Tör. 

Müşerref Hekimoğlu, Tör’e demir bilekli Seelenmeyer’in hikâyesini anlatınca “Çok iyi anlattınız, bunları yazın, diliniz iyi, çeviriden vazgeçin, yazmayı deneyin, Hayat dergisinde çalışın” telkinini duyuyor. Şevket Rado’yla tanıştırılıyor ve Hayat’ta yazması kararlaştırılıyor. O gün 30 Nisan, aynı zamanda anne ve babasının evlilik yıldönümleri: “Bu yıldönümünde size özel bir armağanım var, bugün gazeteciliğe başladım. Mesleğimi seçtim.”

Gazetecilik kapısını açan çeviriden de vazgeçmedi

Müşerref Hekimoğlu gazeteciliği seçtiği bugünü her yıldönümünde, hatta bazı dönüm noktalarında büyük partilerle kutladı.

Ona gazetecilik kapısını açan çeviriden de hiç vazgeçmedi, “çocuk doğurmuş gibi bir duygu” olarak görüyor çeviriyi. İlk çevirisi Hermann Sudermann’ın “Litvanya Hikâyeleri”; bu çeviriyi babasına atfediyor: “Sevgili babacığıma, güzel soyadımızı gelecek kuşaklara tanıtmanın sevinciyle.” 

Çevirileri sürüyor yıllarca; dergiler için öyküler çevirmiş, çevirdiği oyunlar sahnelenmiş. “Çeviri hoş bir olay. Bir sayfa, bir sayfa daha, Almanca bir öyküyü Türkçe yazıyorsun, özüne dokunmadan, yazarına saygı, özdiline sevgi içinde.” 

Hatta Nurullah Ataç, Müşerref’in Thomas Mann’ın “Alacakaranlıkta” çevirisini beğendikten sonra Türk Dil Kurumu’na çevirilere de ödül verilmesini önermiş. Bu arada Yapı Kredi Bankası’nın yıldönümü için 1960 yılında F.W Foerster’ın “İyi İnsan İyi Vatandaş” kitabını da Müşerref çevirmiş: “O çeviri için hayli para ödendi diye sevindim ama sevincim yarıda kaldı sonra. Kitap kaç kez basıldı, bana bir kez para ödendi!” Bu paranın tamamını gazeteciliğe feda edecek ileride.

Ara Güler ile hazırladığı dizi ve Çankaya’ya tırmanış

Ayda bir yayımlanan dergiye çeviriler, röportajlar hazırlamaya, Almanca dergilerden aktarmalar yapmaya başlıyor Müşerref Hekimoğlu: “Resimli Hayat’ın sayfalarını tek başıma dolduruyorum neredeyse. Yazılara değişik imzalar atıyorum. M. Şeref, Müşerref Hekimoğlu, M. Hakkı.”

Hayat’ın haftalık dergiye dönüşmesiyle Müşerref Hekimoğlu daha fazla çalışmaya başlıyor. Vedat Nedim Tör, ünlü kişilerin evlilik ve mutluluk üzerine düşünceleri ve ortak yaşamlardaki özellikleri üzerine “mutlu çiftler” isimli bir dizi yapmasını öneriyor. Profesörler, yazarlar, bakanlar var listede. 

Bu arada seri kapsamındaki fotoğrafları da Ara Güler çekiyor. Hayat’ın ona getirdiği dostluklardan biri Ara Güler. 1950’lerden 2000’lere, İstanbul’dan Ören’e, yurtdışı gezilerine süren bir dostluk. “Anılar, Bir Cumhuriyet Kızı” kitabının kapağında da yer alan fotoğrafını Ara Güler 1995’te Ankara’da çekmiş.

Ara Güler’in 1995’te Müşerref Hekimoğlu’nun Ankara’daki evinde çektiği bir fotoğrafı

Müşerref Hekimoğlu, o dönem Demokrat Partili eniştesi Enver Kök sayesinde birçok politikacı tanıyor Ankara’da. Cumhuriyet Halk Partili (CHP) bir aile olduklarını ama toplumdaki değişim arzusunun DP’yi iktidara getirdiğini anlatıyor: 

  • Ablamın kocası 1946 seçimlerinde DP’den Sinop milletvekili oldu, ama partiden çabuk ayrıldı. (…) 1950 seçimlerinde DP’nin iktidara gelmesi kaçınılmazdı. Babam Göztepe’deki seçim sandığında görevli, göğsünde CHP rozeti, ama biz CHP’ye oy veriyoruz, eniştem DP’den ayrılmış, ailesi DP’ye oy kullanıyor. DP’nin durdurulmaz tırmanışı bu.

“Mesleğimizde çevrenin, dostlukların önemini daha iyi anlıyorum”

Müşerref Hekimoğlu, bu yazı dizisi kapsamında Cumhurbaşkanı Celal Bayar ve eşi Reşide Bayar ile de görüşüyor. Bu görüşmeyi akrabaları ve arkadaşları sayesinde ayarlayabiliyor: “Mesleğimizde çevrenin, dostlukların önemini daha iyi anlıyorum giderek.” 

Bu cümle, anılarını anlattığı kitapta en çok geçen cümlelerden biri. Bu görüşmelerde Çankaya Köşkü’nü gezebiliyor; eşyaların, resimlerin hikâyesini dinliyor Bayar çiftinden. Hayat’ın fotoğraflı “Çankaya özel” eki böylece yayımlanıyor, Yapı Kredi de o sayıyı tüm yabancı elçiliklere gönderiyor. Baştan sona kendi emeğiyle hazırlanan bu sayının bu kadar yaygınlık kazanmasından çok mutlu: “Mesleğimin ilk döneminde Çankaya’ya tırmanmaktan çok hoşlanıyorum. O yıllarda cumhurbaşkanları gazetecilere açık ve seçik değil.” 

Bayar çiftiyle görüşmelerinden birinde Reşide Bayar, Amerikalı kadınlarla ilgili gözlemlerini aktarıyor ve genç kadınların da politikayla ilgilenmelerini etkileyici bulduğunu söylüyor. Cumhurbaşkanı Bayar, yemek sohbetleri bittiğinde “Bu çok dağınık bir konuşma oldu, nasıl toparlayacaksınız” diye soruyor Müşerref’e.

Durumu çaktım, Cumhurbaşkanı eşinin rastgele konuşmasından hoşlanmadı, beni uyarıyor.

Ben istediğim yanıtları aldım efendim. Onları yazacağım, atladığım bir yer varsa düzeltiriz.

Bayar gülümsedi.

Yazınız bitince telefon edersiniz, sizi bekletmezler.

Oturup o söyleşiyi baştan yazdığını, yazı bitince köşke telefon ettiğini, başyaverin Müşerref Hekimoğlu’nu direkt Bayar’ın çalışma odasına götürdüğünü, yazıyı Bayar’a okuduğunu ve onayını aldıktan sonra yayımladığını anlatıyor. 

Müşerref Hekimoğlu meslek hayatı boyunca her partiden sayısız siyasetçiyle görüştü. Üstteki fotoğrafta, Pembe Köşk’te İsmet ve Mevhibe İnönü’yle birlikte görülüyor. Alttakinde ise Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay’ın Fransa gezisinde, eşi ve meslektaşı Kuvvet Başarır ile (sağda)…

Patron arsa teklif etti, o tüm çalışanların hakkını savundu

Müşerref Hekimoğlu bu röportajlarla Hayat’a Ankara’nın, yani Cumhuriyet seçkinlerinin kapısını da açmış oluyor. “Yabancı sefirelerin gözünden Türkiye” ve “Mutlu çiftler” serileriyle Hayat’ın patronu Kâzım Taşkent’in ilgisini çekiyor. 

Bir gün Şevket Rado, Müşerref Hekimoğlu’na, “Kâzım Bey’in sizden bir ricası var” diyor. Yapı Kredi Bankası, Tuzla ile Gebze arasında bulunan Bayramoğlu yarımadasına evler yapmaya başlamış: “Bayramoğlu’na gidin bir gün. Sonra güzel bir motorla bir deniz gezisi düzenleyin, dostlarınızı çağırın oraya, görsünler, bir büfede ağırlansınlar, belki ilgi duyar orada bir ev, bir yer almak isterler, güzel bir çevre oluşur sizin tanıdıklarınız, dostlarınızla…”. 

Şaşırıp “Ben böyle bir gezi düzenleyemem Şevket Bey. Tüm dostlarım olanaklarımı biliyor. Denizde bir piknik benim açımdan hiç inandırıcı değil” diye cevap veriyor Müşerref Hekimoğlu. Taşkent, Müşerref’in de bir arsa sahibi olabileceği haberini iletiyor Rado üzerinden. Ama Müşerref bu teklifi de reddettiğini haklı bir gururla anlatıyor. 

Ayrıca patron Taşkent, her hafta Hayat’ın Klod Farer Caddesi’ndeki ofisine uğrayıp eleştirileri ve önerileri duymak istiyor; iyi bir öneri verene 5 lira ödüyor, o dönemin parasıyla fena değil. Müşerref’in önerisiyse çalışanların yemek hakkı üzerine: 

Yapı ve Kredi Bankası çalışanlara yemek veriyor öğle saatlerinde. İyi ve ucuz beslenme amaçlanıyor. Yapı ve Kredi’nin desteğiyle yayımlanan Hayat dergisinde çalışanlar da yemek yardımından yararlanamaz mı? Kâzım Bey bir an durdu, soruma sıcak baktı galiba. Şevket Rado’ya döndü,

Bu isteği gerekli yerlere aktarın, Müşerref Hanım’ın önerisi gerçekleşsin.

Toplantı sona erdi birkaç saat sonra. Şevket Rado geldi yanıma, suratı asık, durumu anladım. Toplantıdaki önerimden hoşlanmıyor.

Siz bankada yemek isterseniz sorun değil ama tüm çalışanlara yemek vermek bankaya hayli pahalıya mal olabilir.

Dikildim birden.

Ben öğle yemeklerini evden getiriyorum. Kimi günlerde de dostlarımla buluşuyorum, kulise gidiyorum, kişisel bir isteğim yok Sayın Taşkent’ten. Dergide çalışanlar adına bir istek. Onlarca kişi yemek yiyor bankada, 15-20 kişi daha eklenemez mi?

Bugün yemek, yarın başka öneriler olabilir, sizi uyarmak istedim.

Gazeteci Altan Öymen ve politikacı Turan Güneş ile Burhaniye’de

Hilton Otel’in açılışı: “Boğaz’ın maviliğine çökecek gibi”

Çevreci bir şehircilik hassasiyetiyle basında Boğaziçi’nin yapılaşmasına yönelik eleştirilerini seslendiren ilk isimlerden biri Müşerref Hekimoğlu idi. 

1955’te İstanbul’da Hilton Otel’in açılışına Hayat dergisi adına katılmaya çalışıyordu. Ama açılışa davet edilmek öyle kolay değildi. Oteller kralı Conrad Hilton, Olivia de Havilland, Terry Moore, Merle Oberon, Ann Miller’ın da aralarında olduğu, “Uçan Halı” ve “Sihirli Halı” ismini verdikleri iki uçak dolusu oyuncu, şarkıcı ve iş adamıyla ABD’den gelecekti. Müşerref Hekimoğlu, Türkiye’nin ilk beş yıldızlı otelinin görkemli açılışına ABD ve İran Konsolosluğu görevlerini yürütmüş olan ünlü bir diplomatla dostluğu sayesinde gidebildi. 

Açılış töreni kapsamında önce Beylerbeyi’nde İstanbul sosyetesinin davetli olduğu bir parti yapılıyor, oradan motorla geçiyorlar Dolmabahçe rıhtımına: 

  • Denizden bakınca Hilton bir beton yığını, Boğaz’ın maviliğine çökecek gibi. Galata Kulesi’nin, incecik minarelerin görüntüsünü bozuyor. Yöneticiler Conrad Hilton’u lafa tutuyor, bu görüntüyü göstermek istemiyorlar. İstanbul gökdelenlerle dolmamış henüz, güzelliğini bozmaktan yabancılar da korkuyor.

Açılışta çok sayıda kişiyle tanışıyor, beraber poz veriyorlar. Milliyet’in foto muhabiri İlhan Demirel, Terry Moore’un “eteğinin çok açık olduğu bir anı yakalayıvermiş!” Moore, “iki gözü iki çeşme ağlıyor Nick Hilton’un kolunda.” Törenden bu tür gözlemlerini aktarıyor Hayat’a.

Sosyetenin yeni modası Hilton oluyor artık; düğünler, kokteyller bu otele taşınıyor. Ankara’dan gelen devlet adamları, bürokratlar Hilton’da konaklıyor. Daha önce Beyoğlu muhabirlerinin buluşma yeri Park Otel iken onlar da Hilton’da takılmaya başlıyor. 

Doğan Nadi: “Aşk değil, flört değil, karşılıklı bir hayranlık”

Hilton’un trafiği, Müşerref Hekimoğlu‘nun meslekî faaliyetine de yeni bir boyut ekliyor. Otelin havuzbaşında ya da ‘roof’ta çok isimle tanışıyor, ona göre “Bir gazetecinin her yere gitme olanağı yok ama çevresini genişleterek her yerden haber alabilir.” Örneğin Hilton’un terasında bir bakan ve İstanbul sosyetesinden bir kadının romantik dansını aktaran bir telefon alıyor, bunu Hayat’a isimlerini vermeden yazıyor.

Doğan Nadi ile sık sık Hilton’un Karagöz Barı’nda buluşuyorlar. Öğlen saatlerinde içmeye başlayan Nadi ile kahkahalara boğulduklarını, ilerleyen saatlerde Doğan Nadi’de ”filmlerin koptuğunu” anlatıyor: “Güzel bir dostluğumuz var. Aşk değil, flört değil, karşılıklı bir hayranlık. Bu hayranlık daha sıcak bir ilişkiye dönüşür müydü bilmem. Benden çok hoşlandığını biliyorum ama ondan duymadım hiç.” 

Müşerref Hekimoğlu’na göre bunu ispatlayan bir an da var. Hekimoğlu ile Kuvvet Başarır’ın nikâh törenine Doğan Nadi gitmiyor. ‘Kokusu salonu kaplayan sümbülteberler’le dolu bir sepet gönderiyor. Bir süre sonra Divan’da karşılaştıklarında Hekimoğlu nikâha neden gelmediğini ona soruyor. Doğan Nadi “Cenaze törenime nasıl geleyim” diyerek kahkaha atıyor.

Kuvvet Başarır (sağda) ile Ankara Palas’ta

Striptiz kulüplerindeki Demokrat Partililer, sarhoş bakanlar

Müşerref Hekimoğlu bir devlet adamının çapkınlığına dair bir haberinde, ilgili kişinin ismini C.B. diye kısaltmış. Bu kişiyi Celal Bayar sananlar olmuş. Bir başka siyasî magazin haberinde ise Bayar’ın ismi doğrudan geçiyor. Ankara Palas’ın pavyonunda dönemin meşhur striptiz dansçısı Colette Jerry’i izleyenlerden birinin Bayar olduğunu Hekimoğlu’nun haberinden öğreniyoruz. ‘Dört motorlu Pamela’nın sâdık izleyicilerinin DP’li vekiller olduğunu da… 

“O yazılar nedeniyle mahkemeye verilmedim hiç, yalanlama da olmadı” diyor Müşerref Hekimoğlu. Ama yazılarını yasaklayanlar da var. Basından sorumlu devlet bakanı Emin Kalafat hızla yazılara müdahale ediyor, yasaklatıyor. Müşerref Hekimoğlu, Başkent’teki Süreyya Gazinosu’ndan bir geceyi anlattığı yazısında Kalafat’tan da söz ediyor: 

  • Ben yazımda, hayli neşeliydi, yürürken dengesini yitirdi, sırtüstü yere düşünce herkes şaşırdı, diye yazdım. Ama çok içkili olduğu için yıkılmıştı! Kapalı biçimde yazılmasına da içerlemiş olacak, yasakladı hemen. 

Kalafat’la ilgili olarak, yaşadığı dönemde yazmadığı ama “Anılar” kitabında anlattığı bir olay daha var. 1950’li yılların sonunda bir yılbaşı gecesi İstanbul sosyetesinden bir grup Yeniköy’de bir villa kiralayıp parti yapıyor. Kapı çalıyor, gelenler Emin Kalafat ve Osman Kapani: 

  • Ankara’dan bakanlar gelmiş, bize katılmak istiyorlar. Kapıya gittik, gelenleri saygıyla selamladım ben, sonra zarif sözcüklerle o geceye yabancı alamayacağımızı anlattım. Sayın bakanlar, milletvekilleri her yere gidebilirler ama çağrılmadıkları bir dost toplantısına katılmaya hakları var mı? Kapının yanında sandalyeler var. Biraz oturdular, galiba içki de verdik ama salona girmeden gittiler.

“Patronlar aracılığıyla uyarılmak ilkelerime ters”

Müşerref Hekimoğlu‘nun köşesinde adından en çok söz ettiği kişilerden biri dönemin Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu. Başkentin güzel kadınlarından Vesamet Kutlu ile “dillere destan” bir ilişkisi var bakanın. İkisi de başkalarıyla evli, çocukları da var ama yurtdışı gezileri dâhil olmak üzere her yere birlikte gidiyorlar. Hatta Zorlu, birlikteliklerini meşrulaştırmak için devlet protokolüne “onaylanmış sevgili” diye bir ek konmasını istiyor ama Başbakan Menderes onaylamıyor bu öneriyi. 

1960’ta Pakistan’daki CENTO Zirvesi’nde Bayar’a eşlik eden üç gazeteciden biri olan Müşerref Hekimoğlu, orada bu konuyu yazmaması için bir uyarı alıyor. Fatin Rüştü, geziye eşi Emel ve kızı Sevin’i götürmek zorunda kalıyor. Dışişleri Genel Sekreteri, “Emel ile Sevin’in Pakistan’a geldiğini yazmamanı rica ediyor Fatin. Vesamet’in üzülmesini istemiyor” diyor. Onu yazmıyor ama her şeyi yazmasından hoşlanmayan Zorlu, sık sık Müşerref Hekimoğlu’nun patronlarını arayıp ona engel olmalarını istiyor. Müşerref oralı olmuyor: “Patronlar aracılığıyla uyarılmak ilkelerime ters.”

Mustafa Kemal’in 1923-1925 tarihleri arasında evli kaldığı Latife Uşşaki ile de Hayat dergisi için söyleşiyor. Atatürk’ün yaveri Muzaffer Kılıç’tan dinleyip Türkiye’ye ilk kez aktardığı bir anı şöyle:

Genç yaverle bahçede uzun yürüyüşler yapıyorlar. Sevgi, saygı, hayranlık duygularını anlatıyor Latife Hanım. Mustafa Kemal yukarıda bir pencerede gizlice seyrediyor bu yürüyüşleri. Sonra da yaverine soruyor laf arasında. 

Latife Hanım latif bir varlık değil mi, Muzaffer?

Evet komutanım.

Onu sana alalım mı? Bahçede dolaşırken birbirinize çok yakışıyorsunuz.

Yaver şaşırıyor.

Latife Hanım bana size hayranlığını anlatıyor o gezilerde.

Atatürk’ün mavi gözlerinde bir şimşek.

Öyleyse onu ben alayım.

“Müşerref yazınca kovuldum”

Müşerref Hekimoğlu‘nun  yazdıklarıyla dostlarının işini zorlaştırdığı da oluyor. Sosyalist teorisyen Doğan Avcıoğlu ile çok yakın arkadaşlar. Müşerref, “burjuva bir kadın” olan Hariciyeci Sevil Avcıoğlu ile Doğan Avcıoğlu’nun evliliğini köşesinde yazdığı için Sevil Hanım’ın işten atılmasına neden oluyor

  • Dışişleri’nde izinle evlenilirdi. Dilekçeni verirsin, adamın adını soyadını yazarsın, onlar da araştırma yapar, sana bir yanıt verirler. Bana yanıt manıt vermediler, biz de apar topar evlendik. Müşerref Hekimoğlu yazınca ortaya çıktı, ben de izinsiz evlendiğim için kovuldum.

Hayat, siyasal konulara yer vermeyen bir dergi, ama Müşerref Hekimoğlu’nun “aile ocağı politikayla tütüyor”: 

  • Ankara röportajlarını yaparken bir av köpeğine benziyorum kimi zaman, iyi kokular alıyorum doğrusu. Hayat döneminde yokuşu güzel tırmanıyorum, ayağım yerde. Ama yolumu kesenler, beni başka tırmanışlara çağıranlar var. 

 Bu tırmanışa, yani gazeteciliğe çağıranlardan biri de Altemur Kılıç. O dönem Ahmet Emin Yalman başyazarlığındaki Vatan gazetesinde dış politika yazıları yazıyor Kılıç. Bir gün yolda karşılaştıklarında haftalık bir dergi çıkarmak istediğini ama 25 bin liraya ihtiyaç duyduğunu anlatıyor. Müşerref Hekimoğlu “İyi İnsan İyi Vatandaş” çevirisinden aldığı 5 bin lirayı Devir dergisinin kurulması için Kılıç’a veriyor. Hayat’tan ayrılmıyor, akşamları çıkışta bir de Devir’e gidip oraya yazıyor. 

Müşerref Hekimoğlu, Metin Toker yönetimindeki Ankara merkezli Akis dergisine İstanbul merkezli bir alternatif olarak görüyor bu dergiyi. Latife Öniş, Berin İnsel ve Refik Erduran gibi önemli isimleri Devir sayesinde tanıyor, bir de Kemal Zamanoğlu imzasıyla ekonomi yazıları kaleme alan Kemal Tahir’i. 

Müşerref Hekimoğlu, kültür-sanat dünyasının merkezinde bir gazeteciydi. Üstteki fotoğrafta, Türk balesinin parlayan yıldızları M. Sümen, G. Tuğçekiç, S. Okurer ve T. Akyüz ile görülüyor. Alttaki fotoğraf ise Nevin Menemencioğlu ve Leyla Gencer ile, Gencerler’in Roma’daki otelinde…

Bâbıâli’ye dair ilk hayalkırıklığı ile işi bıraktı

O dönem DP’de çatlaklar başlamış, Devir’de çıkan yazılardan Ankara memnun değil. Kılıç, DP’li devlet bakanı Mükerrem Sarol ile görüşmeye çağrılıyor ve Washington Basın Ataşeliği öneriliyor bakan tarafından. Kılıç’ın önce dergiyi kurup sonra da eleştirdiği hükûmetten görev kabul etmesi Müşerref Hekimoğlu’nun ‘Bâbıâli Yokuşu’na dair ilk düş kırıklığı. Üstüne, kimi geceler sabahlara dek çalışıp da çeviriden kazandığı ve yıllarca harcamadığı parayı Devir’de sıfırlaması…

Bu arada Hayat’ta çalışmak onu mutlu etmemeye başlıyor: “Magazin yazıları beni doyurmuyor artık.” Gezi haberleriyle meşhur Hikmet Feridun Es, “Senin içine politika kurdu girdi Devir’de. Hayat’ta o kurdu besleyemezsin, çaresiz bir gazeteye gideceksin” diyor.

O gazete, Safa Kılıçoğlu sahipliğindeki Yeni Sabah. Bu arada Kılıçoğlu, Bâbıâli’de “işadamı patron” geleneğini başlatan ilk kişi. Yeni Sabah DP’ye yakın, Müşerref Hekimoğlu’na göre tutucu bir politikası var. Ancak DP iktidarı düşüşte ve patron, gazetenin yüzünü değiştirmek istiyor. Yeni bir kadro kurması için Osman Karacan’ı görevlendiriyor. Müşerref “Köşelerinde örümcekli yazarlar var, ben gelmem” diye Karacan’ı geri çeviriyor. Israr üzerine, en azından patron Kılıçoğlu ile görüşmeyi kabul ediyor. Politikasını onaylamadığı bir gazetede çalışmaktan emin değil. 

Safa Bey, gazetenin politikasını başyazının yansıttığını, Müşerref Hekimoğlu’nu kendi köşesinde özgür bırakacağını, yazılarından eleştirileri çıkarmayacağını, çok aykırı bir yazıysa en fazla yazıyı yayına almayacağını, çok okunan bir gazete olmasına rağmen İstanbul’daki çevrelerde okunmadığını, bir kadın yazar olarak Müşerref’in gelişinin okur kitlesini değiştirebileceğini söyleyerek ikna ediyor onu.

Dönemin en etkili gazete köşelerinden: “Dedikodu Tatlı Şeydir”

Aylık dergiden sonra Yeni Sabah gazetesinde haftada iki gün sosyete köşesi, haftada bir güncel bir konuyla ilgili kulis röportajı, isterse haftanın dört günü köşe yazısı yoğunluğunda bir dönem açılıyor Müşerref Hekimoğlu için. Kimi sosyete kişileri “Dedikodu Tatlı Şeydir” köşesinde adları geçsin diye ona telefonlar ediyor, Hilton ve Pera Palas’taki partilere çağırıyorlar. 

Çok okunan köşede her yazdığı meşhur oluyor. Eminönü’ndeki salaş bir meyhane olan Toma’yı yazınca ilerleyen haftalarda sosyete mekânına dönüşüyor birden. Toma, Müşerref Hekimoğlu’nun eşi Kuvvet Başarır’la da tanıştığı yer. Kuvvet de zamanında Yeni Sabah’ta çalışmış bir Beyoğlu muhabiri.

“Anılar” kitabındaki ifadesine göre, ‘sosyete yazarlığı’nın mesleğine büyük katkısı olduğunu ama 2000’lere doğru sosyetenin de Ankara’nın da yozlaştığı görüşünde Hekimoğlu: 

  • Sosyete deyimi hayli yozlaştı sonra. Bir seçkinler karması, bir ülkenin ya da kentin yaşamını boyutlandıran kişiler ve gruplardan oluşmuyor artık! Herkes sosyete! İstanbul, Ankara ya da başka kentlerde parasal ilişkilerle bir araya gelen gruplar var! Bu açıdan şanslı sayılırım. Yozlaşma öncesini yaşadım ben. Aslında çok mutluyum, belli çizgileri aşan olaylar ya da çirkin bir öykü yok yaşamımda. 

Ankara’daki Süreyya Gazinosu dâhil tüm eğlence kültürünün yozlaşması, Melih Gökçek’in çirkin havuzları ve çeşmeleri ile Ankara gecelerinin İstanbul’a taşınmasından şikâyetçi.

Akşam gazetesinde yeni bir köşe: “Bana Kalırsa”

1950’lere dönelim. Müşerref Hekimoğlu bir süre sonra Hıfzı Topuz’un yazı işleri müdürü olduğu Akşam gazetesinde çalışmaya başlar. Yeni Sabah’tan sonra gazetecilik tarihinde ikinci işadamı patron olan Malik Yolaç, 1957’de Akşam’ı satın alınca kadroyu da değiştirir. İkinci sayfada “Bana Kalırsa” köşesinde yazılar yazmaya başlayan Müşerref, bir süre sonra gazetenin tiraj atılımı yapmak için Anadolu röportajlarına çıkan yazarları arasına katılır: “Bandırma’dan Fethiye’ye bir çizgi çekiyor yazı işleri, çizginin batısına ben gidiyorum.” 

Onlarca yıldır yurtdışı gezilerinde yüksek siyasetçilere ve sosyeteye eşlik eden Müşerref Hekimoğlu, Anadolu’daki yokluğu, DP’nin köylerdeki cami ve Kuran kursu politikasının yoğunluğunu bu gezilerde keşfediyor. “Göztepeli bir kız için her açıdan çarpıcı o yolculuk…” 

Gezinin son durağı olan Bodrum’a ulaştığında “Halikarnas Balıkçısı” Cevat Şakir Kabaağaçlı ile tanışmak için ona telefon ediyor. Bir akşamüstü meyhanedeki o ilk buluşmaları uzun yıllar sürecek bir dostluğu da getiriyor. Bodrum o zamanlar şimdiki popülerliğinde değil, yolları aşmak çok zor. Geldiği arabayla dönecek Müşerref. Balıkçı uyarıyor: “Muğla yolu seni çok şaşırtacak, başka bir gezegenden gelmiş gibi kocaman kayalar çıkacak karşına. Dört yüzü aşkın viraj, başın dönecek.”

Akşam kendi sayfalarında yürüttüğü bir haftalık tanıtım kampanyasının ardından 8 Haziran 1957 tarihinde yenilenmiş bir şekilde okurlarının karşısına çıkar. Müşerref Hekimoğlu yeni köşesini “Gülperi Aslı” takma adıyla yazar. Kaynak: “Bir Gazetenin Tarihi: Akşam,” Nurhan Kaynak, 2005

Kimsesiz çocuklarla ilgili haberler yaptı, derneklerde gönüllü oldu

Kimsesiz çocuklarla ilgili sık sık haberler yapıyor, köşesinde yazıyor Müşerref Hekimoğlu. Çocuk Dostları Derneği, Çocuk Sevenler Derneği, Sakatlar Rehabilitasyonu Derneği, Verem Savaş gibi birçok dernekte gönüllü çalışmaları var. Bir gün Karaköy Emniyet Amiri onu arıyor. İskelede kimsesiz bir çocuk bulduklarını, çocuğun üvey annesinden kaçıp Giresun’dan bir gemiyle kaçak olarak geldiğini, okula gitmek istediğini anlatıyor: “Çocuğu size gönderiyoruz, bir yardımınız dokunur belki.” 

Müşerref Hekimoğlu, karnesi parlak bu çocuğu İstanbul Lisesi’ne parasız yatılı kaydetmeye çalışıyor. Ali Bacak isimli bu çocuk, kayıt için gerekli birkaç günlük bekleme sürecinde bir gece Akşam’ın matbaasında, diğer günler de Hekimoğlu ailesinin Göztepe’deki evlerinde kalıyor. Aradan yıllar geçiyor; Ali Bacak yanında eşi, elinde çocuğuyla Müşerref Hekimoğlu’na sürpriz bir ziyaret gerçekleştiriyor, Anadolu’daki bir şehirde bir bankanın müdür yardımcısı olmuş. Çok duygulandığını anlatan Müşerref Hekimoğlu, dernek çalışmalarının gazeteciliğine başka bir soluk verdiği görüşünde.

Müşerref Hekimoğlu gazetecilik hayatı boyunca birçok yabancı liderle söyleşiler yaptı. 1959 tarihli üstteki fotoğrafta İran Şahı Muhammed Rızâ Pehlevî’nin eşi Kraliçe Farah Diba’nın yanı sıra gazeteciler Ümit Deniz ve Barna Tokar ile birlikte Tahran’da görülüyor. Alttaki fotoğrafların ilkinde, 1985’te Irak Kadınlar Kongresi toplantısında Saddam Hüseyin ile… Diğer fotoğrafta ise İhsan Doğramacı’nın Ankara’daki evinde Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri Kofi Annan ve eşiyle birlikte.

1960’lı yıllar: Baskılar, sol siyaset, TİP adaylığı, Öncü gazetesi

1960’lar Müşerref Hekimoğlu’nun hayatını da, mesleğini de dolu dolu yaşadığı yıllar. 27 Mayıs 1960 Darbesi’nin ilk günlerinde gözaltına alınıp beş günü tek başına bir hücrede geçirdikten sonra serbest bırakılıyor:

  • En çok 1960’lı yılları seviyorum galiba. Gazeteciliğim de başka boyutlara vardı o yıllarda. Günler gecelere karıştı, aydınlık sabahlara uyandık, evimizde, soframızda umutlu, mutlu söyleşilerle güvenle baktık geleceğe. Belki de çok hayalciydik!

Akşam’da yazdığı bir yazı nedeniyle üstünde baskı var, gazeteden ayrılması isteniyor. O sırada Öncü gazetesinden teklif geliyor. Darbeden üç ay sonra yeni iktidarın fikirlerini yayması amacıyla Millî Birlik Komitesi’nden Alparslan Türkeş’in etkisinde çıkan gazete, Müşerref ve eşi Kuvvet Başarır’ın yönetime gelmesiyle sol çizgide yayınlarını sürdürüyor:

  • Yüksek tirajlı bir gazetede 10 yıl köşe yazarlığından sonra Öncü’ye geçmemi serüven diye niteleyenler de var ama yaşamımı güzelleştiren bir serüven. Yaşamaktan onur duyuyorum. 27 Mayıs Devrimi’nin getirdiği bir ortamda, 1961 Anayasası doğrultusunda bir gazete amaçlıyoruz biz. Temel hak ve özgürlükleri geliştiren bir gazete olacağız. Başta Orgeneral Gürsel, Milli Birlikçiler çok yüreklendiriyor bizi. Hiçbirinin parası yok ama maaşlarıyla bir havuz oluşuyor, hiç takmadığım pırlanta bileziği de satınca ortaklık gerçekleşiyor.

Gazete çıkarmak için hediye bileziği sattı

Bahsettiği bileziği, Türkiye’nin sayılı zenginlerinden Muazzez İpar, nikâh hediyesi olarak Müşerref Hekimoğlu’na vermiş. Beyaz ipekten el işi bir geceliğin yanındaki bir kutuda bilekliği görünce ne olduğunu tam anlayamayıp yadırgıyor ve bir kenara bırakıyor kutuyu. Kısa bir süre sonra Ulviye Bengisu, nikâh hediyelerini soruyor:

Muazzez ne yaptı sana?

Çok şık bir gecelik, bir de bilezik, sanırım Burma’dan, yalancı ama güzel, nereye koydum bilmem. [Journo’nun notu: Bu cümlede özel ad olarak “Burma” yazımı kullanılsa da, Myanmar’dan değil, burma bilezikten bahsediliyor olsa gerek.

Ulviş şaşırıyor:

Muazzez yalancı bileklik vermez, onu tanıyorsun. Nereye koydunsa bul bileziği.

Bulduklarında Ulviye bakıyor: “Bu Cartier’in, taşlar pırlanta, tanesi bin liradan, 33 bin lira değeri var bileziğin…”

Müşerref Hekimoğlu, bilekliği Öncü için satmadan önce İpar’ı arayıp izin istiyor. Bu arada Öncü’de para kazanamayacakları için Ankara Sümer Sokak’ta Onikiler Apartmanı’ndaki evlerinden taşınıp Sıhhiye Hanımeli Sokak’ta küçük bir çatı katına taşınıyorlar. Onikiler’in kirası 1100 lira, çatı katı 400 lira.

Reklam yapmayı reddediyor: “Kimi gençler enayi diyebilir”

Öncü de kapanınca işsiz ve parasız dönemlerinde Haldun Dormen, Müşerref Hekimoğlu’na kültür ve sanat alanından mini röportajların olacağı bir radyo ya da televizyon programı yapmasını teklif ediyor. Program, bir bankanın kültür faaliyeti olarak sunulacak: 

  • Düşündüm taşındım, reklam programında yer almayı mesleğimle bağdaştıramadım. O gün için hayli yüksek bir ücreti severek gözden çıkardım. Gazetecilik de bir yaşam biçimi, Çizgini çarpıtmadan sürdürebilirsen mutluluk duyuyorsun, özveri de ön koşulu o mutluluğun. Kimi zaman arkadaşlarla konuşuruz, bunca yıl, onca dost, evimizde, soframızda bakanlar, ama parasal bir olay, öykü yok yaşamımda. Gelirimde artış olmadı hiç. Kimi gençler enayi de diyebilir ama bu seçimle mutluyum ben.

“Hariciyenin tek Marksisti” diye tanımladığı Mahmut Dikerdem, Müşerref Hekimoğlu’nun “düşüncesini yeşerten kişilerden.” Mehmet Ali Birand’ın dayısı ve Barış Derneği kurucusu Dikerdem’le anılarını birkaç sayfaya değil, bir kitaba sığdırabilir ancak. 

Behice Boran’ı bir resmî kabulde Başbakan Süleyman Demirel’le tanıştırdığını, Mehmet Ali Aybar’ı kimi komutanlarla özellikle tanıştırdığını; Çetin Altan’lı, Sadun Aren’li yılları, ev toplantılarını, sofralarını anlatıyor. Müşerref Hekimoğlu da Türkiye İşçi Partisi’nin (TİP) seçimlere ilk kez katıldığı 1965’te İstanbul milletvekili adaylarından biri oluyor. TİP’e nasıl katıldığını şöyle anlatıyor: 

  • Öncü’yü çıkarırken ikimiz de mutluyuz, gazete TİP sözcüsü gibi, bizi parti üyesi sanıyorlar ama değiliz, ancak TİP’e tepkiler büyüyor sağ partilerde, saldırılar başlıyor toplantılarda, karşılık verilmiyor, tırmanış çok boyutlanıyor. Mehmet Ali Bey Başbakan İnönü ile konuştu, can güvenliğimiz sağlanmazsa savunma hakkımızı kullanırız dedi. Olayları izlerken ben de Belvü Palas’a koştum, içimden gelen bir güdü bu. O zaman TİP Ankara’ya taşınmamış henüz, yönetim kurulu Belvü Palas’ta kalıyor, gittim. Partiye katılmak istiyorum, kaydımı yapabilir misiniz?

Abidin Dino gibi yasaklı yazarlara da sayfalarını açan Öncü’nün bir süre sonra “soluğu kesiliyor ve Müşerref Hekimoğlu, Vatan gazetesinde ayda 400 liraya yazmaya başlıyor. Eşi Kuvvet de Son Baskı isimli bir akşam gazetesinde çalışmaya başlamış: “Parasal durumumuz fena değil, soframızı yeniden açıyoruz dostlara.” 

Nejat Eczacıbaşı ile

“Konuşurken haber tomurcuğu fışkırır birden…”

Kısa süre sonra Müşerref Hekimoğlu Akşam’dan yeniden davet alıyor ve orada yeniden yazmaya başlıyor. “Başkent ve Ötesi” ve “Duydunuz Mu” başlıklı köşelerinde kokteylleri, galaları ve konserleri yazıyor: 

  • Genç arkadaşlarıma da söylerim her zaman. Mesleğimizde çevre çok önemli. Yabancı elçiliklerde bir kokteyl ilginç haberlerin kaynağı olur kimi zaman. Ya da bir bakana, genel müdüre rastlanır bir konserde, bir mahkeme başkanına, bir Yargıtay üyesine, bir bilim adamına, bir komutana, konuşurken haber tomurcuğu fışkırır birden, müziksel söyleşi güncel konulara dönüşür, haber mozaiğine yeni bir taş eklenir. Opera, bale ya da konser akşamlarında da bir başkent mozaiği oluşur salonlarda, asker ya da sivil mozaiğinin tüm taşları buluşur.

Bu arada 1960 öncesi dönemde gazetecilerin Sovyet Elçiliği’ndeki davetlere bile katılması neredeyse yasak. 27 Mayıs bu yasağı kırınca Ekim İhtilali’nin yıldönümünde düzenlenen resmî kabullere ve Sovyet ülkelere gidişinin önü açılıyor. 

  • Sovyetler Birliği’ne ilk yolculuğun izlenimlerini belirten bir dizi hazırladım dönüşte Cumhuriyet’e verdim, uzun süre yayımlanmadı, nedenini bilmiyorum hâlâ. Geri istedim, Vatan’a verdim. 27 Mayısçılardan Numan Esin’in desteğiyle yayımlanan Vatan da sol düşünceye açık bir gazete. Benim dizime geniş yer verdi sayfalarında, ilginç başlıklar ve resimlerle günlerce yayımlandı. Yıllar sonra Varlık Özmenek’in yönettiği Bilim ve Sanat Dergisi de yayımladı bu diziyi.

Söz konusu yazı dizisi, Nazım Hikmet’in son eşi Vera Tulyakova Hikmet’i anlatmakla başlıyor. Vera-Nazım “aşkına” dair hayli kişisel sorular soruyor, uzun sohbetler ediyor, yemekli geceleri sabaha taşıyorlar. Yazı serisi daha çok bu konuya ayrılmış ama Sovyet mimarisinden, kültür dünyasından, sanat etkinliklerinden de söz ediyor. 

Müşerref Hekimoğlu’nun Sovyetler’e ikinci gidişi Moskova Puşkin Müzesi’nde çağdaş Türk ressamlarının yapıtlarından oluşan bir sergi için. Başbakan Ecevit’in davetiyle Milliyet başyazarı Abdi İpekçi ve Tercüman yazarı Nazlı Ilıcak da gazeteci heyetinde. Oradan Bulgaristan, Romanya ve Macaristan…

Ramazan’da diplomasi ve şampanya

1966’da Sovyetlerin Türkiye’ye başbakan düzeyinde gerçekleştirdiği ilk resmî ziyarette Başbakan Aleksey Kosigın şerefine düzenlenecek öğle yemeği, Ramazan ayına denk geldiği için Adalet Partili milletvekillerinin tepkisi ve protestosuyla karşılaşıyor. Oysa içeride başka bir hava var. 

Müşerref Hekimoğlu’nun Kosigin, Sovyet sefiresi ve Başbakan Süleyman Demirel’in eşi Nazmiye Demirel ile çekilen fotoğrafı Akşam’ın ilk sayfasında… Nazmiye Demirel’in oruç tutuyor olmasına rağmen şampanya kadehini geri çevirmemesini ve konukseverliğini şöyle anlatıyor Müşerref:

  • Nazmiye Demirel siyasal yaşam için, bir politikacı, bir parti başkanı ve de başbakan eşi olarak yetişmiş bir kadın değil, ama sade kişiliği, zekâsı, sağduyusu var, boşlukları güzel örtüyor. Kosigin ile konuşurken çok güzel yansıttı bu özelliğini. Bir ara büyük bir tepsiyle şampanyalar sunuluyor. Kosigin, bir kadeh alıp Bayan Demirel’e veriyor. Ben de merakla bakıyorum, o gün öğle saatinde “Ramazan’da öğle yemeği verilir mi” diye homurdananlar vardı Ankara Palas’ta. 
  • Adalet Partisi Başkanı’nın eşi de şampanyayı geri çevirebilir, oruçlu olduğunu söyleyebilir, diye düşünüyorum. Nazmiye Demirel’in oruçlu olduğundan da kuşkum yok. Ama Kosigin’in uzattığı kadehi reddetmiyor Bayan Demirel. Sovyet devlet adamı, Türk halkının mutluluğu, Başbakan Süleyman Demirel ve eşinin sağlığı, mutluluğu, Türk-Sovyet dostluğu için güzel dileklerle şampanyayı yudumladı. Bayan Demirel de “Ben de Sovyet halkına, size ve ailenize sağlıklar, mutluluklar diliyorum” diye kadehi ağzına götürdü, içmedi elbet. Kosigin, Süleyman Demirel’e döndü bu aralık, Nazmiye Demirel de bana göz kırptı gülerek. 
Mimar Ekmel Derya’nın bütün ayarlarını yapıp verdiği fotoğraf makinesiyle Müşerref Hekimoğlu’nun Afrika’da çektiği çita fotoğrafı (1962). Ünlü gazeteci Avrupa, Afrika ve Asya’daki çok sayıda ülkeyi ziyaret etmişti.

İsrail’den gelen daveti reddediyor

Müşerref Hekimoğlu’nun 1950’ler ile 1960’lar boyunca gitmediği ülke kalmıyor neredeyse. Davet alıp da gitmek istediği hâlde gidemediği tek ülke Hindistan, kurucularından olduğu ANKA’daki yoğun işler nedeniyle daveti geri çeviriyor. O dönem değil Hindistan, İstanbul’a bile gitmenin zorlaştığını vurguluyor. 

Bir de politik bir tercih olarak gitmediği İsrail var.

  • İsrail maslahatgüzarı telefon etti, beni İsrail’e çağırıyorlar. İkinci çağrı bu. Önce yoğun çalışmalardan vaktim olmayacağını söyledim, ama bu kez doğrudan açıkladım nedeni. İsrail’i görmek istiyorum ancak Ortadoğu’da savaş sürüyor, kanlı olaylar sona ermiyor. 
  • Bölgede barış isteyen bir gazeteci için bu çağrıyı yanıtlamak kolay değil. Arap ülkelerinden aldığım vizelere İsrail vizesi eklenirse yeniden gidemem oralara. İsrailli diplomat, pasaporta ayrı bir kâğıt eklenerek vize verileceğini söyledi. Bu yöntemle Tel Aviv’e giden birkaç kişinin adını verdi. 
  • Biraz şaşırdım ama kararım değişmedi. Ortadoğu savaşının sorumlusu olarak gördüğüm bir ülkeye gitmekten hoşlanmıyorum. Oysa İsrailli diplomat kalemimi okşayan şeyler söylüyor. “Yazılarınızı okuyoruz, gördüklerinizi yazıyorsunuz. Örneğin Sovyetler Birliği izlenimlerinizi çok ilginç buluyoruz. İsrail’i de öyle yazacağınızı düşünüyor, görmenizi istiyoruz.” Ben de istiyorum ama belki bir süre sonra.

Gazetecilerin Paris Büyükelçisi’ne tepkisi

Yine bu dönem Fransız Renault, Türkiye’de kuracağı fabrika için kamuoyu oluşturmak amacıyla Türkiye’den bir uçak dolusu gazeteciyi Paris’te ağırlıyor. Orly Havalimanı’ndaki karşılamaya Türk büyükelçiliğinden yalnızca bir görevli geliyor. Müşerref Hekimoğlu, tanışıklıkları önceki döneme dayanan Paris Büyükelçisi Hasan Işık’a bir yemek teklifinde bulunuyor, soruları var: “İstanbul’dan bir uçak dolusu gazeteci geliyor Paris’e, Orly’de elçiliğimizden yalnız bir görevli var. Oteli arayan yok, gelen yok, programda da elçilikte bir kokteyl ya da yemek yer almıyor. Biraz garipsedim doğrusu.”

Işık, ev sahibi Renault tarafından yapılan programda buna yer verilmediğini söyleyince Müşerref ısrar ediyor:

Peki otele gelip gazetecileri selamlamak istemediniz mi?

Viskisini yudumladı Hasan Bey.

Devletin temsilcisi olarak selamı gazetecilerden beklerdim ben. Siz beni aradınız, çok sevindim. Ötekiler de telefon edebilir, bir kahve, çay içmeye uğrayabilirdi.

Ertesi sabah kahvaltıda durumu anlattım, elçiliğe uğramayı da önerdim ama uğramadılar. Hasan Işık’ın beklentisini onaylayanlar da var ama çoğunluk şaşkın. Hasan Işık’ın davranışına yazıyla tepki göstermekten de söz ediliyor. Paris’e giden üst düzeyde gazetecilere merhaba demeyen bir büyükelçi eleştirilmez mi hiç!

1970’li yıllar: “Dalgalı” bir dönemde Kıbrıs günlükleri

Gazeteciliğinde ve mesleğinde 1970’li yıllar “dalgalı.” Hiç günlük tutmayan, belleğine güvenen, yıllar boyunca anılarını gün ve yılı net olarak söylemeden anlatan Müşerref Hekimoğlu, 1974 Kıbrıs Harekâtı sırasında detaylı günlükler tutmuş yalnızca: “Bir köşede dursun, bir gün okunsun istiyorum belki de.” Bugünleri gazeteciliğin zor ve önemli bir dönemi olarak görüyor, hatta gazetecilik sınırlarını zaman zaman aştığını da itiraf ediyor: “Ecevit hükûmetinin olumlu bir şeyler yapmasını istiyorum.” 

O günlerde Millî Eğitim Bakanı Mustafa Üstündağ, Millî Savunma Bakanı Hasan Işık, Devlet Bakanı İsmail Hakkı Birler, Tokat senatörü Zihni Betil ve gazeteci Hıfzı Topuz, Müşerref Hekimoğlu’nun evine davetliler. “Nefis bir balık, piliç, pilav ve barbunya fasülyesi” pişirip Kıbrıs meselesini konuşuyorlar gece boyu. 

Bir ara Müşerref Hekimoğlu meşhur Yunan besteci Mikis Theodorakis’ten şarkılar açıyor. Hıfzı Topuz “Üç bakan, bir senatör Kıbrıs olayları gecesinde Rumca şarkılar dinliyor, muhalefet duymasın” diye şaka yapıyor. Ardından Ruhi Su’nun plaklarına geçiyorlar.

Sordum bakanlara:

Ruhi Su’yu ne zaman dünyayı dinleteceksiniz? Ne zaman TRT ya da konservatuvarda değerlenecek Ruhi Su?

Hıfzı Topuz yüzüme bakıyor.

Ruhi Su’yu dünyaya dinletemeden öldürürseniz tarih önünde sorumlu olursunuz, Ruhi Su bir enstitüsüdür, değerlendirmek gerek. Yoksa iktidarın değiştiğini nasıl anlayacağız?

Plakta Pir Sultan! “Kalsın benim davam, divana kalsın!

1990 yılında Ankara Hilton’da 40. meslek yıldönümünü kutladığı resepsiyonda, siyasetçi Erdal İnönü ile

Bu sırada yıllardır resme olan ilgisi yavaş yavaş evinin duvarlarını da süslemeye başlıyor. 1950’li yıllarda ilk aldığı resim Bedri Rahmi Eyüboğlu’nun Bursa sokaklarına dair bir tablosu; taksitle almış. İlerleyen yıllarda da eline az da olsa para geçince Avni Erbaş’ın, Orhan Peker’in, Ömer Uluç’un resimlerini alıyor hemen.

Balıkesir Burhaniye’de Ören, Müşerref Hekimoğlu’nun ömrünün en güzel günlerini geçirdiği yerlerden. Yazları orada kalıyor; çok sayıda dostunun da oraya yerleşmesine, Ören’de bir sanatçı ve politikacı çevresinin yetişmesine vesile oluyor. Burhaniye Belediyesi’nin Ören’de “Müşerref Hekimoğlu Gezinti Yolu” adını verdiği bir piknik ve mesire alanı da var.

ANKA haber ajansını nasıl kurdular?

12 Mart döneminde Melih Cevdet Anday ve Pablo Neruda’yı konu edinen bir yazısı nedeniyle Müşerref Hekimoğlu’nun Akşam’daki işine son veriliyor. Yazıyı Paris’teki bir gezisi sırasında kaleme alıp gazeteye gönderiyor, uzun olduğu gerekçesi iletilip yazının o bölümü köşeye konmuyor. Bunun üzerine sonraki yazısını o konuyla başlatıyor. Yazı yayımlanıyor ama işine son verildiğini bildiren bir mektup da alıyor: “Onca yıllık emeğime, sözleşmeme karşın hakkımı alamadım. Davran Müşerref Hanım diye yeniden çıktım yola.”

Basın kartı sahibi olabilmek için Halkçı isimli bir gazetede yazıyor bir süre. Ardından ANKA serüveni başlıyor. “ANKA  benim kara sevdam, küçük bir çocuk benim için” diyor “Duayen Gazeteciler” kitabındaki söyleşisinde. 

Akşam’da işine son verilenlerden biri de Altan Öymen. Ancak Öymen, Müşerref Hekimoğlu’nun aksine tazminatını alabiliyor. Bu para ve Haldun Simavi’nin çıkardığı Günaydın gazetesinden destek olarak aldığı 20 bin lira ile abonelerine Ankara haberlerini göndereceği ANKA’yı kuruyor. İki gazetecinin yanı sıra Sevgi Soysal, Gül Önet, Ali Polat, Örsan Öymen gibi isimler de haber ajansının kurucu kadrosunda yer alıyor. 

Altan Öymen 1977 seçimlerinde CHP’den milletvekili olunca ajans anonim bir şirkete dönüştürülerek çalışanların ortak olduğu bir yapıya kavuşuyor. Yönetim kurulu başkanlığı ve genel müdürlük görevlerine Müşerref Hekimoğlu getiriliyor. 

Bu arada Öymen milletvekili seçildikten sonra Günaydın, ANKA aboneliğini iptal ediyor. Haldun Simavi, ajansın CHP’li kimliği nedeniyle yansız haber veremeyeceğini düşünüyor. Hekimoğlu’na göre bu tutarsız bir karar, “Çok içerledim.” İstanbul’a gittiğinde Haldun Simavi’yle görüşüyor gazetedeki odasına: “Siz Haldun Simavi’yseniz ben de Müşerref Hekimoğlu’yum. Günaydın’ın sağındaki gazeteler de abonelerimize katıldı. Haberlerimizi kullanıyor, yansızlığımıza inanıyorlar.” Simavi ise az önce yeniden abone olunması için gerekli birimlere haber verdiğini söylüyor.

İmza koymasa bile onun yazdığı anlaşılırdı

Ömrünün sonuna dek bir eli hep ANKA’nın üzerinde oluyor Müşerref Hekimoğlu’nun. Yaşamını yitirdiği 2004 yılında ajansın Onursal Başkanı. Ama yalnızca ANKA’ya çalışmıyor. Hürriyet ve Cumhuriyet’te köşe yazıyor veya dönemsel yazı dizileri hazırlıyor. 

Örneğin 1980’li yıllarda Ürdün Kralı Hüseyin bin Talal’ın, uzun bir aranın ardından Türkiye’yi ziyaret edeceği haberini TRT’ye geçiyor. Bürokrasi de bu haberi Müşerref Hekimoğlu’ndan öğreniyor ilk kez. Hatta, TRT haberi yayımlamadan önce Orgeneral Necdet Uruğ’a başvuruyor, haberin kaynağının Hekimoğlu olduğunu öğrenince haber onaylanıyor. Hekimoğlu’nun özellikle Ürdün Kraliçesi Nur el-Hüseyin ile uzun yıllar önceki gezilerden yakınlıkları var. Kraliçeyle yaptığı söyleşileri Hürriyet’te yayımlanıyor. 

Ürdün Kraliçesi Nur el Hüseyin ile, 1981

O dönem Çetin Emeç’in davetiyle “Bir Günün Hikâyesi” isimli köşesinde başkent olaylarını yazmaya başlıyor. İmzasız ama yazı dili nedeniyle Müşerref Hekimoğlu olduğu herkes tarafından tahmin ediliyor. Hem bu söyleşiden hem de Hürriyet’te “Bir Günün Hikâyesi” isimli köşesinde yazdıklarının gelirini ANKA’ya hibe ediyor: “Gelir kaynaklarını geliştirmek için tüm olanakları zorladım yıllar boyunca. Hayli yoruldum ama özveri değil, görev diye düşündüm bu çabaları.”  

1980’li yıllar: Haberciliğin tonu değişiyor

Magazincilik ve köşe yazarlığıyla geçen 30 yıldan sonra haberciliğe başlamak, hatta onu yönetmek meslekî bir dönüm noktası olmasının yanında kendi sınırlarını da yeniden tanımladığı bir macera olsa gerek: 

  • Emekli olmaya, öykü roman yazmaya hazırlanırken bir haber ajansını yöneteceğimi düşünmezdim. Ama düşünmediğim şeyleri yaşamaktan geri kalmadım hiç. 1920’li yıllarda doğanların bir özelliği belki de. Bir görevi üstlenince gereği yapılır. Yapamam demeyi ayıp, başarmamayı bir güveni hak etmemek diye düşünüyor insan.

1970’li yıllarda gazeteciliğin bir gereği olarak Müşerref Hekimoğlu neredeyse her gün Meclis’e gidiyor, alıştığı mekânların ve kalıpların dışına çıkmak bu. Basın locasında oturup görüşmeleri izliyor, kuliste söyleşiler yapıyor. 

12 Eylül 1980 Darbesi’nden sonra ise tören salonundaki bazı önemli toplantılar dışında Meclis’e hiç gitmemiş: “Ek binalar, çağdaş teknoloji ile donatılan salonlar, milletvekillerine ayrı odalar, sekreterler, bilgisayarlar. Ama toplumdaki beklentiler doğrultusunda hiçbir şey üretilmiyor. Demokratik yaşam tıkanıyor durmadan.”

Özal, 12 Eylül darbesinin ipucunu vermiş

Darbeden önce Turgut Özal ile yaptığı bir görüşmede onun 12 Eylül’ün ipucunu verdiğini sonradan anlıyor. Özal, Devlet Planlama Ajansı’nın müsteşarlığı görevindeyken ANKA’da hükûmete ters düşen bir haber yayımlanıyor. Özal, ANKA’ya dair olumsuz şeyler söylüyor. Bir süre sonra Almanya elçiliğindeki bir kokteylde karşılaştıklarında Müşerref Hekimoğlu, Özal’a gidip şakayla karışık “Sizi mahkemeye vereceğiz, ödeyeceğiniz tazminatla ANKA’nın borçlarını ödeyip rahatlayacağız” diyor. Özal, ANKA ekibini konuşmaya davet ediyor. Ertesi akşam Müsteşarlığa gittiklerinde Özal hazırladığı kalkınma planını ve ekonomiye getireceği rahatlamayı anlatıyor:

Planda demokrasiyle bağdaşmayan önlemler ve yöntemler dikkatimizi çekiyor. Uluç Gürkan soruyor:

Grevler olabilir, öngörülen üretim gerçekleşmeyebilir, plan nasıl uygulanır o zaman?

Özal serinkanlı:

Doğru, belli konular askıya alınmadan plan gerçekleşemez.

Odadan çıkınca bakıştık birbirimize. Belli haklar nasıl, ne zaman askıya alınacak diye düşündük. 12 Eylül’ü yaşadık ardından.

“Yolsuzluklar, soygunlar, uyuşturucu, silah kaçakçılığı…”

Başbakanlık döneminde Özal’ı, yazılarında dolaylı, karşılaşmalarında ise doğrudan eleştiriyor Müşerref Hekimoğlu. Türkiye’nin değer yargılarını değiştiren, parayı en yüce değere dönüştüren bir politikacı olarak görüyor: 

  • Yolsuzluklar, soygunlar, uyuşturucu, silah kaçakçılığı, basında yozlaşma onun döneminden kalıntılar ülkemizde. Eleştiriye hayli açık bir kişi. Hoşgörü mü, duyarsızlık, umursamazlık mı, karar veremiyorum.

12 Eylül Darbesi’nden sonra Devlet Başkanı Kenan Evren’in yurtdışı gezilerine de eşlik ediyor. Özellikle Çin, Kore, Pakistan, Bangladeş gibi çok sayıda ülkeye gidilen Uzakdoğu turunda Pekin ördeğini, Bali’deki kertenkeleleri, Paris’in ünlü moda evlerinin arka bahçesi Kore’ye dair izlenimlerini ve gazeteci grubunun Kore’deki ucuzluk karşısında çok fazla alışveriş yaptığını aktarıyor:

Kimi arkadaşlar kocaman selodonlar için valizler aldı yine. Bu alışveriş cennetinden çok hoşlandılar sanırım. Ancak bir skandal yaşandı sonra. Uçağın girişinde dağlar gibi yükseliyor valizler ve kutular. Yerleşmek kolay olmadı. Evren Paşa’nın suratı asıldı birden. Sonra bana döndü.

Sizden başka herkesin valizi çoğalmış!

Demek tek tek saydırıyor, saptıyor.

Kenan Evren’in kızı Şenay Gürvit ile 1982’de Çin Seddi’nde

“Pasaportumu yırttım, saygın bir belge olana kadar yurtdışına gitmeyeceğim”

1980’li yıllarda Kanada, Türkiye’ye nükleer santral satmak istediği için bir gazeteci grubunu ağırlıyor ülkede. Önce New York’a, oradan Montreal’a uçacaklar. Havalimanında çok sıkı denetimden geçiyorlar, neredeyse gözaltına alınacaklar: “New York’tan kaçabiliriz! ABD’ye sığınabiliriz belki! Gülsün mü ağlasın mı, şaşıyor insan.” 

Kanada gezisi sırasında dünyaca ünlü şarkıcı Michael Jackson’ın Vancouver’daki konserine de bir tanıdıkları sayesinde bilet bulup gidiyor Müşerref Hekimoğlu. Dönüşte Toronto’dan Frankfurt’a, oradan İstanbul’a uçacaklar. Havalimanında yine benzer bir tavırla karşılaşıyor, İstanbul’a döndüğünde pasaportunu yırtıyor:

  • Hayli kaba, saygısız davrandılar, pasaportumu incelediler uzun uzun, dillerini konuşuyorum, pasaportta mesleğim de yazılı ama önyargıları var. Ya Münih’te kalırsam, gizlice çalışırsam… Türk pasaportundan hoşlanmıyorlar, Türklere sıcak bakmıyorlar hiç. Vatandaşlarımız horlanıyor neredeyse. İstanbul’a dönünce pasaportumu yırttım, gümrük kapılarında saygın bir belge işlemi görünceye kadar da yurtdışına gitmemeye karar verdim.

Müşerref Hekimoğlu için yurtdışı gezilerinin çok azaldığı bir dönem bu. Özal’ın cumhurbaşkanlığı döneminde hiçbir yurtdışı gezisine katılmamış örneğin. ANKA ve Cumhuriyet’teki işlerin yoğunluğu nedeniyle…

Son durak: Cumhuriyet

Ardından Cumhuriyet günleri geliyor. Bizzat Nadir Nadi, Cumhuriyet’e çağırıyor Müşerref Hekimoğlu’nu. Ona “Cumhuriyet kızı” diye sesleniyor. Müşerref’e göre Cumhuriyet’te çalışmak mesleğindeki en derin duyguyu yaşatıyor: “Evde, yuvada yaşar gibi güzel, sıcak bir duygu.” 

Cumhuriyet’te çalışırken Hürriyet’ten “hayli astronomik ücret” ile teklif geliyor ama Müşerref Hekimoğlu reddediyor: 

Mesleğimde paranın önceliği olmadığı hiç. Cumhuriyet’ten hâlâ çok az para alıyorum ama para en yüce değer değil, çalışmayı, üretmeyi seviyorum. Beni onurlandıran bir gazetede çalışmanın mutluluğu her şeyden değerli. Hürriyet olayını Nadir Bey de duyuyor. Ankara’ya geldiler, birlikte yemek yedik bir akşam. Doğrudan konuya girdi Nadir Bey. O çok güzel, çocuksu gülüşüyle.

Sen Cumhuriyet kızısın. Ben ölünceye kadar Cumhuriyet’ten ayrılmazsın.

Sonra da ekledi:

Ben öldükten sonra da ayrılmazsın sen.

Doğru söyledi. Ölümünden sonra yaşanan üzücü olaylara, bölünmeye karşın ayrılmadım Cumhuriyet’ten.

İlhan Selçuk ile, Ankara Hilton’da 40. yıldönümü resepsiyonunda, 1990.

1990’da mesleğinin 40. yıldönümü Ankara Hilton Otel’deki bir resepsiyonla kutlanıyor. Devlet erkânı, müzik ve resim dünyasının ünlüleri, Ankara’nın renkli simalarının katıldığı kutlamada Müşerref Hekimoğlu’nun koleksiyonu ve sanatçı dostlarının eserlerinden oluşan “Duvardaki Dostlarım” sergisi de yer alıyor. Yakın arkadaşı olan devlet sanatçısı Suna Kan’ın da dâhil olduğu orkestra Schubert’in Alabalık Beşlisi’ni seslendiriyor.

Bu dönemde bazı sağlık sorunlarıyla başa çıkmak zorunda kalıyor Hekimoğlu. 1990 yılında geçirdiği böbrek taşı ameliyatının ardından, hastane yatağından Cumhuriyet gazetesine yazılarını göndermeye devam ediyor. Gözleriyle ilgili bir sorun da ortaya çıkıyor. Doktorlardan görme yetisini kaybedebileceğini öğrendiğinde büyük bir sarsıntı yaşıyor. Üç gün boyunca içine kapanıyor, kimseyle görüşmüyor ve hayatında ilk kez tek başına içiyor: 

  • Tüm güzellikler canlanıyor gözümde. Yeşilbahar Aralığı, Ören’deki balkon, mavi deniz, Assos kıyıları, Kaz Dağları, Kozak Yaylası; denizleri, okyanusları aşıyorum, gittiğim ülkeleri dolaşıyorum, sevdiğim çiçekleri, sevdiğim tabloları, yontuları, çocukluğumu, gençliğimi, sevdiklerimi, her şeyi yeniden görüyorum. Görmemek düşüncesi büyük acı, hüzün veriyor bana. Sonra Polyannalık başlıyor. Votkamı yudumlarken oyun boyutlanıyor. Nâzım’ın Kör Olmak şiirini okuyorum yüksek sesle. İçimde dalgalanan denize bakıyorum. İnanılmaz bir olay, yaşamak umuduyla diriliyor, görmemeyi içime sindiriyorum penceremin önünde.  

Neyse ki korktuğu gerçekleşmiyor, görme yetisini kaybetmeden yaşamını sürdürüyor.  

Kuvvet Başarır ile evlilik, boşanma ve ömür boyu dostluk

Kuvvet Başarır ile evlenmeden önce geçireceği apandisit ameliyatı öncesinde, narkozun etkisinden endişe duyuyor Müşerref Hekimoğlu. Bilincini kaybetmek ve kontrolü elden bırakmak gibi zihinsel ve duygusal etkilerinden tedirgin: 

  • Narkozdan sonra ne söyleyeceğim bakalım. Kuvvet ile evliliğe yol alıyoruz ama eski bir sevdadan tümüyle kurtuldum mu acaba? Narkoz etkisi ile önceki sevgilimin adını söylersem Kuvvet’e ayıp olur. Bilinçaltında kim var, bilmiyorum.

Bilinçaltında Rumca varmış. Kendine gelip de birden Rumca konuşmaya başlayınca “Bir de Rum sevgili mi var yoksa” diye şaka yapıyor ünlü doktor Cihat Abaoğlu. 

Bahri Savcı ile Ören’deki balkonda, 1991.

Eşi ile ilişkileri, Kuvvet Başarır’ın Müşerref Hekimoğlu’nu aldatmasıyla son bulur. Ama o ayrılmalarına giden süreci Başarır’ın 1970’lerdeki uzun işsizlik dönemindeki gerginliğine bağlıyor: 

Koltukta otururken sağ bacağını sallar, özellikle gergin günlerde.

Yapma, diye uyardım, o da beni uyardı.

İlk kez tepki gösteriyorsun, demek gözüne batıyor artık.

Belki de hakkı var. Bir süre sonra ayrılık kararını açıkladı.

Başkalarından değil benden duy, seni aldattım, dönüş yolunu da kapadım.

Sendeledim, sarsıldım birden. Onu tanıyorum, kararı değişmez. Hayli uzun işsizlik döneminde bana çok abanmaktan hoşlanmıyor, bağımsız kalmak istiyor belki de. Nikâh önemli değil, sevgi bağları önemli aramızda. O bağlar gevşerse birlikteliğin sürmesi düşünülemez. O bağlar gevşediyse bir şey yapamam ama bunalımı aşmasını kolaylaştırabilirim. Sarıldım, yalvardım ama yararsız. 

Boşanmalarına rağmen dostlukları ömür boyu sürer. Bir gün, Kuvvet Başarır yeni eşinden de ayrılıp eşyalarını Erenköy’e taşırken arabasında bulunan av tüfekleri ve tabancalar nedeniyle gözaltına alınır. O silahlar, yıllar önce Büyükelçi Turgut Menemencioğlu’nun Amerika’dan hediye olarak getirdiği parçalardır. Önce Ortaköy Karakolu’na götürülür, ardından Sağmalcılar Cezaevi’ne. Kuvvet, hemen Müşerref’e ulaşır; onu oradan kurtaran da yine Müşerref olur. 

“Basın sorunlarını çözmeye var mısınız, yok musunuz?”

Cezaevinden çıktıktan sonra Salacak’taki bir meyhanede oturduklarında, Müşerref Hekimoğlu, o sırada ANKA’da çalışan Kuvvet’e İstanbul temsilciliği görevini teklif eder. “Onu tanıyor, inanıyorum, işe nasıl sarılacağını biliyorum. Çalışanlarla sıcak ilişkiler kurdu, gençlerin sevdiği ‘bir ağabey’ oldu kısa sürede.”

Kuvvet Başarır’ın ölümünden sonra kaleme aldığı “Bir Ağabey” başlıklı yazısında, onun kişiliği üzerinden basın çalışanlarının yaşadığı zorluklara da dikkat çeker Hekimoğlu:

  • Bir fikir işçisi nasıl dayanır dünyadaki bu duruma. Beklenmedik bir anda kalbi duruyor birden ya da beyni kanıyor. Çağımızın hastalığı gerilim en çok fikir işçilerinin kapısını çalıyor. Çoğu erken ayrılıyor dünyamızdan. Çiçekler, başsağlığı telgrafları ülkemizi yönetenlerden. Çok parlak sözlerle sesleniyorlar ama biraz geç değil mi? İnsanın sorası geliyor. Gazeteciler dayak yerken, kurşunlanırken, cezaevlerine giderken, basın için yeni önlemler düşünülürken neredeydiniz? Basın sorunlarını çözmeye var mısınız, yok musunuz?

“Hayatımdaki tüm erkekleri teşekkürle anımsıyorum”

  • Yaşamak yazmaktan daha güzel bence. Kimi anılarıma gülümsüyorum. Örneğin vaktiyle sevdiğim, deli divane olduğum bir erkek, dünya onun çevresinde dönmüş, günler geceler onunla doğmuş. Ama sonra? Yolda ya da kalabalıkta karşılaşınca gülümseyip geçiyoruz değil mi? O gülümseyiş yaşanan güzelliklerden kaynaklanıyor kuşkusuz. Geçen zamanı yakalamış bir duraklama, bir merhaba, işte o kadar! 
  • Bir mutluluğum var: arkadaşım, flörtüm, sevgilim ya da eşim, tüm erkekleri teşekkürle anımsıyorum. Hepsine güzel bir şey borçluyum. Güzel bir duygu, solan bir umut, düş kırıklığı da duygusal birikimde bir damla. Çağlayanlar türü akmayı, denizlere ulaşmayı o damlalarla öğreniyor bir kadın ya da erkek. Kimi zaman hayli ilginç, hatta saçma sorularla da karşılaşırım ya da bana ters gelir. Yaşamında kaç erkek var? En çok kimi sevdin? Kaç kişi aşık oldu sana? Kaç erkekle yattın? Güler geçerim. Yaşamımda kaç erkek var, ne bileyim? 
  • En çok kimi sevdiğime de karar veremem hiç. Kimilerini hâlâ seviyorum. Solmayan güzellikler var aramızda. Bana aşık olanların sayısını da bilemem, 40 yıl sonra aşkını açıklayanlar var! Hâlâ sevgiyle seslenenler, dizeler yazanlar, şarkılar besteleyenler var. Kaç erkekle yattın sorusunu da yadırgarım ben. Sayı ne anlatır! Yatmayı yaşayabilmek önemlisi. Kaç yıllık evli kadınlar tanıyorum, sevişmeyi yaşamamışlar tepeden tırnağa. Bir sağırlığı aşamamışlar. 
  • Kimi zaman düşünürüm, bu kadın yatağın mutluluğunu hissetmiş mi acaba? Hissetse böylesine duyarsız olabilir mi? Kocasına mı acımalı, ona mı? Elbet tersi de var. Yattığı erkeklerin sayısını da şaşırabilir bir kadın, ama tazeliği örselenmez hiç. Her şeye yeniden başlar gibi bir erkeğin kollarına atılabilir. Çok kez düşünürüm, vücudumuzla mı, kalbimizle mi, beynimizle mi yatıyoruz acaba. Ya da et, kemik, duygular, düşler, gerçekler, tarih ve coğrafya birbirine mi karışıyor? Bir geceye tüm dünya, tüm yaşam mı sığıyor? İki yabancı, çoktan birlikteymiş gibi dolanıyor birbirine, yılların ötesinden, dünyanın iki ucundan gelseler de bir büyük özlemi dindirebiliyor. Kadın-erkek ilişkisi bir bulmaca kimi zaman, çözdükçe dolanıyor.

Kürtaj ve cinsel eğitim gibi konuları cesurca tartıştı

Bu satırlar, Müşerref Hekimoğlu’nun yalnızca olgunluk çağı düşüncelerini ifade etmiyor; henüz Almanya’da öğrenciyken de cinsellik ve aşka bakışı bu yönde. Üstelik bu düşüncelerini köşesinde yazmaktan çekinmeyecek kadar da sahip çıkıyor. Yeni Sabah gazetesindeki köşesinde “kadın-erkek ilişkilerinin düzenlenmesi” ve okullarda cinsel eğitim verilmesi gerektiğini yazıyor. Okurlardan tepki mektupları alıyor. Kürtajın devlet hastanelerinde ücretsiz yapılması gerektiğini de savunuyor.

Müşerref Hekimoğlu kendi deyimiyle “ailede kürtaj rekorunu kıran kadın.”

  • Kaç kere kürtaj oldum, sayısını unuttum! Nerdeyse karşıdan gebe kalıyor, bulantılar bastırınca doktora koşuyorum. korunmayı başaramıyorum hiç. O zaman doğum kontrol hapları yok, başka yöntemleri de sevmiyor, doğallığa ters buluyorum galiba!

Akşam’da çalışırken 1959 yılında İran Şahı Muhammed Rızâ Pehlevî’nin son düğününü takip etmesi için Tahran’a gitmesi isteniyor. Müşerref Hekimoğlu muhtemelen hamilelik nedeniyle mide bulantıları olduğunu ve gidemeyeceğini söylüyor. Yazı İşleri Müdürü Muammer Kaylan “Gazete için çok önemli bu, miden bulanıyorsa kürtaj ol git” diyor. Müşerref de, Göztepe’den komşuları meşhur kadın doğumcu İsmail Türsan’a gidiyor. 

Dinlenemeden yolculuğa çıktığı ve Tahran’da yoğun bir davet programını takip ettiği için düğün sırasında kanamaları da oluyor ama Müşerref pek de önemsiyor bunu. Dönünce Muammer Kaylan bulantısını soruyor, Müşerref kürtajdan hiç söz etmeden “Geçti” diyor yalnızca. 

  • Kuvvet ile de o konuya dönmedik hiç. Aslında çocuk çok seviyor ama, beni de seviyor. Özgürce çalışmamdan hoşlanıyor. Başka biriyle evlenseydim bu güzel yaşam biçimi oluşur muydu acaba?  Gazeteci olmasaydım bugün ne olurdum acaba? Belki emekli bir öğretmendim, belki çevresinde torunlarıyla bir büyükanne. Oysa soluk soluğa yaşıyorum yıllardır. Çocuk doğurmaya da vakit bulamadım, köşemde oturmaya da…

Cumhuriyet’teki köşesinde yazdığı sondan bir önceki yazısının (20 Ağustos 2004) sonunda şöyle sesleniyor okurlarına: 

  • Sevgili okurlarım, yazarlık güçleşiyor giderek. Bilinmezler içinde bocalayarak yaşıyorum. Bugün de Semiha Berksoy ve Can Yücel’e takıldı kalem. Nerede demir atacağımı bilemiyorum henüz. Yazı yazmak güzel bir olay. Hele insan düşüncesini ve çevresini özgürce algılarsa. Yoksa dar çemberlerin baskısıyla patlama noktasına geliyor insan! 
  • Bu noktaya varmadım henüz. Ancak kelebekler gibi kanat çırpma olanağı da yok artık. Patlamak da bir yaşam biçimi değil mi? Kimi zaman hissetmeden patlama noktasına varıyoruz. Günlük yaşamın baskısından bu biçimde kurtulma olanağı var galiba. Dar çemberi genişletmek için yol açanlara teşekkürle bakıyor insan. Ben de teşekkürden geri kalmıyorum. Nefesimi daraltmadan, soluk verenleri sevgiyle selamlıyorum.

2004 yılında karaciğer ve kalp yetmezliği tedavisi gördüğü sırada 11 Ekim’de yaşamını yitiren Müşerref Hekimoğlu’nun ölümü, dönemin gazetelerinde “Basının acı kaybı” başlığıyla haberleştiriliyor.

Ertesi gün gazetelerde pek çok köşe ona ayrılıyor, Cumhuriyet’ten Orhan Erinç ve Oktay Akbal sayfalarını onunla anılarına ayırıyor. Hikmet Çetinkaya’nın yazısını aşağıya bırakıyorum.

“Adramytteion’un Beyaz Saçlı Kadını…”

Hep İda Dağı’nın (Kaz Dağı) eteklerinden Edremit Körfezi’ni seyrederdi. Kimi zaman Ören’deki evinin balkonunda İda Dağı’na çevirirdi gözlerini. Binlerce yıllık tarihin içine gömülen o doyumsuz günbatımını anlatırdı, denizlerin piri Neresus’un kızı Tetis’le Pitya Kralı Peleus’un tanrılar dağı Olimpos’un masalını yazardı. O saatlerde donuk bir ışık demeti balkondan salona sızar, Tahtakuşlar köyünde dağ çiçekleri toplardı. Ören’in sonbaharını çok sever, kış yavaş yavaş Homeros’un güzel yurduna geldiğinde Ankara’ya giderdi. 

“Cağaloğlu yokuşunun tarihini yakından tanıdım”

Barışın konuşulduğu topraklar Ören. Antik Çağ’da Ören adı Adramytteion, savaşların yapıldığı, bilgelerin buluşup uzlaşmaların sağlandığı yer. 2 bin 400 yıllık bir tarihin içinden, doğanın korunması çabalarının nereden geldiğini anlatıyor çoğu zaman Müşerref Hekimoğlu. Yaşamın bir noktasında inatçı haziran akşamında dolunay denize vuruyor, kıyı ışıklarında hayat için yeni yazı sayfaları açılıyor. 

Mesleğinde 50 yılı çoktan geride bırakmış bir gazeteciydi Müşerref Hekimoğlu. On iki yıl önce, serin bir Ören sabahında evinin balkonunda sohbet ederken “Biliyor musun Hikmet” deyip, şöyle devam etmişti:“Meslekte 40 yılımı aştım. Gazetecilikte değer yargıları çok değişti. Çok kişi için para en yüce değer oldu. Milyonlarca lira alarak transfer olanlar göreceksin bir süre sonra tükenip yok olacaklar. Ben Cağaloğlu yokuşunun tarihini yakından tanıdım. Kimler geldi, kimler geçti…” 

“Sevgimi, coşkumu yitirmedim hiç”

O sabah devlerden ve cücelerden söz etmişti Müşerref Hekimoğlu. Gözlerinde rahatlamayı, yaşama nasıl sarıldığını hissetmiştim. O değer yargılarının bir gün değişeceğini, çarpık politikaların doğrulara yöneleceğini, genç kuşakların evrensel değerlere inanacağını anlatmıştı uzun uzun. 

Ayağa kalkar İda Dağı’na bakardı. Gazeteciliğin ilk yıllarında kendisine destek veren Şevket Rado’yu, Vedat Nedim Tör’ü, Şükrü Enis Regü’yü, Hikmet Feridun Es’i saygıyla anardı. Bunları anlatırken şöyle derdi Müşerref Hekimoğlu: “Mesleğimi güzel mi yaşadım, bilmiyorum. Ama sevgimi, coşkumu yitirmedim hiç. Babıâli yokuşunun serüvenlerini ise kuşkuyla izliyorum…” 

Müşerref Hekimoğlu Ankara’nın siyasal nabzını çok iyi tutan kadın gazetecilerden birisiydi. Ankara’daki resim sergilerini, konserleri onun köşesinde okudum. Beyaz saçlı gazeteci Müşerref Hekimoğlu yaşamıyor artık… Artık İda Dağı’nda kekik toplayamayacaksın, Adramytteion’un çocuklarıyla şakalaşamayacak, Sarıkız’ı kıskanamayacaksın! Ama Sarıkız beyaz saçlı gazeteci kadını hep kıskanacak, bilesin! Güle güle Adramytteion’un 83 yaşındaki beyaz saçlı güzel kadını…

Müşerref Hekimoğlu’nun girişteki görseline kaynak olan özgün fotoğraf

İLGİNİZİ ÇEKEBİLİR:

İlk Türk kadın gazeteci: Selma Rıza

Rewşen Bedirxan: Kadın hakları mücadelesini dünyaya taşıyan Kürt gazeteci

Suat Derviş: Kadınların yıldızları gönüllerince seyretme haklarını savunan gazeteci

Sabiha Sertel: Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk profesyonel kadın gazetecisi

Semiha Es: Dünyada savaş foto muhabirliği yapan ilk kadın

Eleni Küreman: Türkiye’nin ilk kadın foto muhabiri

Fatma Aliye: Türkiye’nin dünyaca ünlü ilk gazetecisi, dilde tarafsızlığı savunmuştu

Vasfiye Özkoçak: İlklerin ve ilkelerin gazetecisi

Nilüfer Yalçın 100 yaşında: Diplomasi muhabirliğinin kutup yıldızı

Nezihe Muhiddin: Kadın haklarının ve gazeteciliğin “unutturulan” öncüsü

Fatma Şâdiye: Türkiye’nin ilk kadın yazı işleri müdürü

Nimet Arzık: İçinden geldiği gibi yazan; tek at, tek mızrak gazeteci

Tomris Uyar: “İyi bir köşe yazısı nasıl olmalıdır” sorusunu yanıtlayan gazeteci

Duygu Asena 78 yaşında: “Kendine yaslanarak dimdik duran güçlü kadını” çalışma arkadaşları anlatıyor

Sevim Gözay: Medyada unutulmayacak bir değerdi, onu hep özleyeceğiz

İBB’ye çağrımız: İstanbul sokaklarında, kadın gazetecinin adı olsun

Şeriban Alkış

Lisans eğitimini Marmara Üniversitesi Sosyoloji bölümünde tamamladı. Galatasaray Üniversitesi’nde Medya ve İletişim Çalışmaları programında yüksek lisans yapıyor. Daha önce Kapsül’de çalıştı. Farklı kurumlarda sosyal medya ekiplerini ve dijital kanalları yönetti. Serbest gazetecilik yapıyor.

Journo E-Bülten