İzlenim

Büyük Taarruz’u izleyen tek gazeteci olacaktı, “Yeni nişanlandım” diyerek Mustafa Kemal’in davetini reddetti

Gazeteci Ahmet Emin 19 Haziran 1922'de Adapazarı treninde Gazi Mustafa Kemal ile söyleşide

Büyük Taarruz, İstanbul gazetelerinde ilk kez 29 Ağustos 1922’de, yani tam 101 yıl önce haberleştirilmişti. Başkomutan Gazi Mustafa Kemal, Kurtuluş Savaşı’nı 30 Ağustos zaferiyle sonuçlandıracak bu gizli harekâttan günler önce ünlü bir gazeteciyi trende bir kenara çekip “İstanbul’a dönme, beraber Ankara’ya gidelim. Gazeteci sıfatıyla sonradan buna çok memnun kalacaksın” demişti. “Yeni nişanlandım” diyerek bu daveti reddeden ve böylece tarihî bir haberi yerinde izleme fırsatını kaçıran o gazeteci, Ahmet Emin (Yalman) idi.

Türkiye’de gazetecilik konulu ilk doktora tezini 1914’te yazan ve Birinci Dünya Savaşı’nın tek Türk savaş muhabiri olan Ahmet Emin Yalman, 1922 haziranında Mustafa Kemal ile yaptığı o tren yolculuğunu, otobiyografisinde anlatmıştı. Yıllardır baskısı bulunmayan bu eserdeki “Bir Fırsat Kaçıyor” başlıklı bölümü, çevrim içi ortamda ilk kez Journo yayımlıyor. Yazının o döneme özgü imlasını değiştirmedik, sadece okumayı kolaylaştırmak için bazı uzun paragrafları böldük.

Kızılay Başkanı ve Anadolu İstiklâl Hareketinin İstanbul’daki temsilcisi Hamit Beyle beraber 18 Haziran sabahı küçük bir vapurla yola çıktık. Claude Farrére’i İzmit’e, Mustafa Kemal Paşa ile görüştürmeye götürüyorduk. Beraberimizde “Tasviri Efkâr” Başyazarı Velit Bey ve daha bir, iki kişi vardı.

Yolda büyük Fransız edibini, bu candan Türk dostunu yakından görmek ve tanımak fırsatını buldum. Çok hoş, çok samimi bir insandı. Bir düzüye tatlı tatlı konuşuyor, fıkralar anlatıyor, Türk dostu sıfatıyla karşılaştığı çetin durumları hikâye ediyordu. İzmit’de iyi bir tesadüf eseri olarak ikimizi de İzmit Müdafaai Hukuk Cemiyeti Başkanı Hacı Ali Efendi’nin körfeze bakan tepedeki evine misafir ettiler. Farrére’e yakın yaşamanın ve vapurda başlayan konuşmaları devam ettirmenin hazzını günlerce tadtım.

Dört aylık bir ayrılıktan sonra hür Anadolu topraklarına tekrar ayak basınca, kendimi derin bir ferahlık ve saadetin içinde buldum. Bu hislerimi ifade eden bir yazı (Vakit) in 18 Haziran 1922 tarihli sayısında çıktı. İstiklal Mücadelesinin Cihan Harbinden ve işgal devrinden arta kalan bezgin duyguları nasıl silip temizlediğini belirtmek için bu yazımdan şu birkaç satırı alıyorum:

“Oh, insan hür Anadolu topraklarına ayak basınca nasıl da canlanıyor! Bu toprakta dinç ve sihirli bir ruh var. İnsan etrafa bakar bakmaz, hür yurdunun havasını serbestçe teneffüs etmenin zevkine kavuşuyor. Zihninde biriken tereddütler, şüpheler, üzüntüler varsa, hepsi bir hamlede temizleniyor. Milli Mücadelemize can ve gönülden bağlanmak, iman etmek ve bu imanı daima taze ve canlı bulundurmak için işgal altındaki İstanbul’un sıkıntılı havasından zaman zaman kaçmağa ve hür Anadolu topraklarına gelmeğe şiddetle ihtiyaç var. Anadolu’da bütün ruhlarda o kadar temiz bir iman, o kadar kesin bir azim hakimdir ki dışarıdan geleni bir saniyede mükemmel bir çelik banyosundan geçiriyor, en küçük bir tereddüt ve endişeye yer bırakmıyor. Hele insan, mevkinin yüksekliğini, herkese yukarıdan aşağıya bakmağa yarayan bir vasıta sayacak yerde, mesuliyetli şuurlu bir hizmet yolu diye kabul eden Büyük Mustafa Kemal’le karşılaşınca, gözlerine inanamıyor. Düşman istilası altında geçen acıklı günlerden sonra bir kurtarıcı göziyle bakmağa alıştığı deha sahibi liderin yüksek bir insan olduğunu görüyor, ona candan bağlanıyor.”

İzmit halkı ve etraftan koşup gelen binlerce kişi, Claude Farrére’i en coşkun dostluk belirtileri ile karşıladı. Açık havada tertip edilen büyük bir ziyafette güzel nutuklar söylendi. Atatürk dedi ki: “Türkiye halkı, daima müstakil yaşamış bir milletin kahraman evlatlarından ibarettir. Bu millet istiklalsiz yaşamamıştır, yaşayamaz ve yaşamayacaktır. Milli Misakın bir gerçek haline geldiğini kısa zamanda göreceksiniz…”

BİR ANNENİN SÖZLERİ

İzmit’te Claude Farrére’le beraber ziyaret etmenin en değerli hatıralarından biri, Mustafa Kemal Paşa’nın annesi ile karşılaşmamdır. Bu yüksek ruhlu kadın, küçük yaşta babasız kalan evladını yetiştirmek için büyük azimle çalışmış, her zorluğa göğüs germişti. Oğluna bu kadar büyük Vatan hizmetlerinin nasip olmasından ve bu derece yüksek mevkilere çıkmasından dolayı temiz bir ana sevincinden ve vatan sevgisinden başka bir his duymamıştır. İzmit ve Adapazarı halkının kalbini sadeliği ile, tevazuu ile derhal kazanmıştır.

Yıllardan beri görmediği oğluyla, üzerinde sade bir basma entari olduğu halde buluşmağa giderken, yanındakiler, kalbinden rahatsız olduğunu düşünmüşler, ilk karşılaşmanın heyecanının şiddetini hafifletecek surette hazırlamak kaygusuna düşmüşlerdi. Bu endişeyi sezen asil ruhlu anne etrafındakilere şu sözleri söylemişti:

“— Ben tamamiyle sakinim. Hiç telaş etmeyiniz. Ben, oğlumu görmeğe gidiyorum. Oğlum hiç değişmemiştir, hiç mağrur olmamıştır. Bir gazeteciye mülakat vermiş, çocukluk günlerini, bakla tarlasında bekçilik ettiği zamanları anlatmış, bunları okuyunca anladım ki bildiğim gibi kalmış, hiç mağrur olmamış.”

Bu sözleri hayranlıkla dinledim. Ulvi ruhlu kadın, tarih içinde yükseklere çıkan oğlunu ilk defa olarak görmeğe giderken, duyduğu sevincin başlıca sebebi, oğlunun başarıları, hizmetleri, yükselişi değil, sadece kibir ve gurura kendini kaptırmamasıydı.

İzmit’de ve Adapazarı’na giderken trende Mustafa Kemal Paşa ile defalarca konuşmalar yaptım. O günlerde zihinlerinde yer eden her meseleyi aydınlattı, yakın gelecekte her zorun yenileceği, tam zafere kavuşulacağı kanaatını en küçük bir şüpheye yer bırakmayacak tarzda bana aşıldı.

Adapazarı’na giderken, bizim fotoğrafçımız beraberimizde değildi. Tasviri Efkâr Başyazarı Velit Bey kendi fotoğrafcısına işaret ederek, Gazi’nin sözlerini dikkatle not ettiğim sırada bir resminizi çekdirdi ve bir kaç kopyesini bana verdi. Bunu gazetecilik hayatımın en değerli hatıralarından biri sayarım. Resmi bu sahifelerde bulacaksınız.

BİR KADIN KAHRAMAN

İzmit’de bulunduğum sırada ordumuzda takım kumandanı sıfatıyla ve gönüllü olarak hizmet eden Erzurumlu Fatma Seher Hanımla karşılaştım. 45 yaşlarında bulunan bu metin asker, 1877 Rus muharebesinde döğüşen ve Rusları Erzurum civarında püskürten Erzurumlu kahraman kadınların geleneğini devam ettirmiş, türlü türlü şekillerde Milli Mücadele’ye katılan Türk kadınların safında şerefli bir yer almıştı. Kendisi Erzurumlu Yusuf Ağa’nın kızı, ömrü cephelerde geçen Binbaşı merhum Erden’in eşidir. Askerlikte başından geçenleri şöylece anlattı:

— Balkan Harbinde kocamla beraber Edirne’de mahsur kaldık. Yanık Kışlada askerlik hayatını paylaştım. Mütarekeden sonra eşim öldü. Onun orduda boş bıraktığı yeri doldurmağı aklıma koydum. Adana cephesinde Fransızlar ve Ermenilerle savaş vardı, oraya koştum. Orada Dinar, Afyonkarahisar, Nazilli, Sarayköy ve Tire’de bir asker gibi çalıştım. Sonra Kocaeli’ne geçtim, İznik cephesinde vazife gördüm. İznik’e 380 gönüllü getirdim, bunları İntikam taburuna teslim ettim. Oğlum ve kardeşim de bunların arasındaydı. Bir defa da 180 gönüllü topladım, İzmit’e getirildim. Bir müddet Birlik Kumandanlığında bulundum, sağ kolumdan vuruldum. İzmit Hilali Ahmer (Kızılay) Hastanesi’nde tedavi edildim. İnşallah yakında yine cepheye gideceğim.”

Fatma Seher Hanım belindeki fişeklikleriyle, ayağındaki çizmeleriyle, elindeki kamçısıyla tam bir İstiklal Harbi akıncısı intibaını veriyordu.

BAŞBAŞA BİR KONUŞMA

Adapazarı’ndan İzmit’e dönüşte Gazi, beni bir tarafa çekti. Dedi ki: “— Sen arkadaşlarınla beraber İstanbul’a dönme. Benimle kal, beraber Ankara’ya gidelim. Gazeteci sıfatıyla sonradan buna çok memnun kalacaksın.

Bu sözleri söylerken Büyük Liderin ne anlatmak istediğini bilmiyordum. Neden sonra öğrendim: Başlamak üzere bulunan büyük taarruzda beni tek gazeteci olarak yanına almak istiyordu. Öyle anlaşılıyor ki benim, hayatının hikâyesini yazmam tarzından ve İstiklal Harbi cephesine ait röportajlarımdan memnun kalmıştı. Bana gazetecilik hayatımın en büyük fırsatını vermeği düşünmüştü.

Bunu bilmediğim için gaflet içinde cevap verdim:

“— Ben yeni nişanlandım. İstanbul’dan devamlı surette ayrılmak benim için güçtür, fakat sık sık Ankara’ya gelirim, gazetecilik vazifelerimi yaparım.”

“— Bir aile bağının tesiri altında olan kimselerden devamlı memleket hizmetleri için hayır gelmez. Bunlar için böyle bağlardan azade, atılgan adamlara ihtiyaç vardır.”

Bundan tam ondört yıl sonra bir akşam Ankara’da Karpiç lokantasında eşimle beraber Atatürk’le karşılaştığım zaman, Büyük Lider İzmit’de cereyan eden bu konuşmayı bana hatırlattı ve o zamanki hükmünde hata olduğunu söyleyerek bana hak verdi. Bir gece kalabalık bir lokantada açık surette cereyan eden bu uzun ve hoş konuşmanın hikâyesini sırası geldiği zaman harfi harfine anlatacağım.

Atatürk’ün böylece sonradan bana hak vermesine rağmen, büyük saldırıda İstiklal Harbi cephesinde kendisiyle beraber bulunmak fırsat ve şerefini kaçırdığımdan dolayı derin üzüntüler duydum ve cephede gördüğüm tabii gelişme istidatları karşısında Atatürk’ün maksadını sezemediğimden dolayı çok dövündüm.

Başkomutan Gazi Mustafa Kemal (Atatürk) ve gazeteci Ahmet Emin (Yalman), 19 Haziran 1922 tarihinde Adapazarı treninde… Kaynak: Ahmet Emin Yalman’ın “Yakın Tarihte Gördüklerim ve Geçirdiklerim” adlı kitabının ikinci cildi, sayfa 317. Fotoğrafı, Tasviri Efkâr başyazarı Velit Bey’in ismi verilmeyen fotoğrafçısı çekmiş.

Ahmet Emin Yalman, hatıralarının devamında, ikinci cildin sonundaki “Büyük Saldırı” başlıklı bölümde şunları yazıyor:

Yunan tebliğlerinden anlaşıldığına göre 26 Ağustos’da başlayan ve İstanbul gazetelerinde ilk defa olarak 29 Ağustos’da yer alan Büyük Taarruza ait haberler İstanbul’da saat saatine coşkun bir heyecanla izlenmiştir. Anadolu birkaç gün resmi tebliğ neşretmemeği daha doğru bulmuş, esaslı neticeler almağa bakmıştır. 26 Ağustos tarihli tebliğ, Anadolu ile hariç arasında her türlü haberleşmelerin ve gidip gelmelerin şimdilik yasak edildiğini bildirmekle yetiniyordu. Bu tedbirlerin casusluğu önlemek amacıyla alındığı anlaşılıyordu.

28 Ağustos’tan sonra yayınlanan ve İstanbul gazetelerinde ancak dört gün sonra yer alan zafer haberleri, İstanbul halkını sevinçten çıldırtıyor, kesin zaferin uzak olmadığını belli ediyordu. İstanbul bir tek kalp gibi çarpıyor, bozguncular kaçacak delik arıyorlardı. Cami ve mescidlere dolan halk: “Allahım, sen kahraman ordumuzun zaferini ve başarısını devam ettir.” diye dua ediyor, şehitlere fatiha okuyordu.

3 Eylül’de “Bir Zihniyetin Tahlili” diye “Vakit”de çıkan yazım şöyle bitiyordu: “Eskiden Garp alemi bizi niçin tanımıyor, niçin anlamıyor” diye yakındırdık. Son tecrübelerimize göre, buna artık şükretmemiz lâzım geliyor. Düşmanın bizim kudretimizi yanlış ölçmesini ve gafil avlanmasını sırf buna borçluyuz. Bir ordu kumandanlığı için en birinci gaye, kuvveti hakkında düşmana yanlış bir fikir vermek ve kendisini icabına göre kuvvetli veya zayıf göstermektir. İşte bu önemli gaye, bizim parmak oynatmamıza lûzum olmadan, sırf düşmanın bizim hakkımızdaki cehaleti ve taassubu yüzünden kolayca elde edilmiştir.

3 Eylül’de “Siyasi Ricat” başlığıyle çıkan bir yazıda da İstanbul’daki bozguncu ve düşman Beyoğlu gazetelerinin ve bunlarla bir hizada giden ve tek Türkçe gazete olarak Yunan işgali altındaki yerlerde satılmasına izin verilen Peyamı Sabah gazetesinin Anadolu zaferi karşısında birdenbire dil değiştirmesiydi, gazete eski yazdıklarını unutarak her şeyin arzuya uygun bir surette geliştiğini ileri sürüyordu.

İLK HEDEF AKDENİZ

Gazi Mustafa Kemal Paşa’nın ordulara hitaben: “Ordular ilk hedefiniz Akdeniz’dir, ileri” diye biten beyannamesi 5 Eylül tarihli gazetelerde yer aldı ve İstanbul’daki coşkunluğu son haddine çıkardı. 5 Eylül’de “Bir hülyanın bedeli” başlığiyle çıkan bir başyazıda şöyle deniliyor: “Son gerçek haberlere göre ortada Yunan ordusu denilecek bir şey kalmamıştır. İşgale uğrayan topraklarımızın her kısmını geri almak ve nihayet sevgili İzmir’imize girmek ordularımız için artık bir yürüyüş ve zaman meselesinden ibarettir. Bir taraftan da Anadolu’daki bozgunun bir neticesi olarak, eski Yunanistan’da karışıklıklar baş göstermiştir. Demek ki küçük Yunanistan için emperyalizm rüyalarına ait son büyük taksitleri ödemek saati gelmiş, çatmıştır. Yunanistan, dünyanın mağluplar ve düşkünler için pek cazip bir yer olmadığını fark edecek ve bu kara günlerinde kimsenin kendisine acımadığını görecektir.”

7 Eylül’de çıkan bir başyazıda: “Ankara’dan gelen bir telgrafta belirtildiği gibi, Yunanlılarda saldırışa değil, geri çekilmeğe de kudret kalmamıştır. Yunanlılar yalan haberlerle kendi kendilerine afyon şırıngası yapabilirler. Bu kendi bilecekleri bir şeydir, fakat afyonun tesiri geçicidir. Bu tesir geçtikten sonra acı eskisinden fazla şiddetle kendini gösterir.”

Yunan Başkumandanının Eylül’ün ikinci günü akşamı bir çok generallerle birlikte esir edildiği, ancak 7 Eylül tarihli gazeteler yoluyla İstanbul’da duyulmuş, Kızılay bu haberi, Yunan Kızılhaçına bildirmeye vasıta olmuştur. İzmir’in işgaline sebep olanlardan biri olan eski sadrazam Damat Ferit Paşa, tam İstanbul’un zafer şenlikleri içinde olduğu bir sırada İstanbul’a gelmiş ve kendi adamları tarafından süklüm büklüm karşılanmıştır.

Yunanlıların bozgun günü ne düşündüklerini bir Yunan gazetesinde çıkan şu sözler dikkate layık bir surette ortaya koymuştur: “Yunanistan’ı bu felaketlerden mümkün olduğu kadar az zararla kurtarmak için Mustafa Kemal Paşa çapında bir Yunanlıya ihtiyaç vardır.”

1 Eylül’de “İkinci Fetih” başlığıyla “Vakit”de çıkan bir yazım, zafer günlerinin büyük sevincini şöylece tasvir ediyor: “Dün İstanbul’da büyük bir bayram günü hali vardı. Allı beyazlı bayraklarla dolu bir çerçeve içinde, İstanbul’un bütün Türk ve Müslüman halkı en tatlı saadet dakikaları geçiriyordu. Her yüzde vakarla karışık sevinç izleri okunuyordu. Beyoğlu’ndan dalgın dalgın İstanbul tarafına geçen bir insan, birdenbire gözünü açınca kendini şevkle, saadetle dolu başka bir alemde buluyor, göğsünün derin bir iftiharla kabardığını, geçen acı günlerin biriktirdiği bütün azap ve ıstırapların bir an içinde dolgun bir sevince çevrildiğini hissediyordu.”

Bugün bizimle beraber bütün Türklük ve Müslümanlık alemi seviniyor. Bütün insanlık aleminin de sevinmesi lazımdır. Çünkü bizim zaferimiz, hakkın haksızlığı, meşru milliyet prensiplerinin çılgınca bir emperyalizmi yenmesi demektir. Üç kûsur yıl önce İzmir’in Yunanistan’a teslim edilmesi, zulmun ve gafletin ortalığa hakim kılınmasından başka bir şey değildi. Biz üç kûsur yıl mucizeler yaratarak uğraştık. Neticede hakkı, barışı, vakarlı ve ölçülü bir prensip siyasetini her şeye rağmen, zafer tepelerine yükselttik…

Hazırlayan: Semanur Beşevli

Not: Ahmet Emin Yalman, bu tren yolculuğundan 6 ay önce, yani 1922’nin ocak ayında Mustafa Kemal ile uzun bir söyleşi yapmıştı. Vakit gazetesinde yayımlanan bu söyleşi, Mustafa Kemal’in hayatına ve özellikle gençlik yıllarına dair kendi ağzından en ayrıntılı anlatımdır.

İLGİLİ:

Gazetecilikte ilk doktora tezi: Ahmet Emin Yalman, Columbia Üniversitesi’nde yazmıştı

30 Ağustos: Cephede bile gazete okuyan bir ülkenin zaferi

Hemingway’in Türkiye haberleri: Muhteşem yazarın vasat gazeteciliği

Journo

Yeni nesil medya ve gazetecilik sitesi. Gazetecilere yönelik bağımsız bir dijital platform olan Journo; medyanın gelir modellerine, yeni haber üretim teknolojilerine ve medya çalışanlarının yaşamına odaklanıyor, sürdürülebilir bir sektör için çözümler öneriyor.

Journo E-Bülten