Türkiye’de gazetecilik konulu ilk doktora tezini, Ahmet Emin Yalman, Columbia Üniversitesi’nde 1914’te yazmıştı. Birinci Dünya Savaşı’nın tek Türk savaş muhabiri olan, sonrasında birçok gazete çıkaran ve Uluslararası Basın Enstitüsü’nün (IPI) kurucuları arasında yer alan Yalman’ın İngilizce tezi, “Modern Türkiye’nin Gelişiminin Basın Yoluyla Ölçümü” başlığını taşıyor.
Journo’nun “Temeller” başlıklı yazı dizisi için Yalman’ın tezinden bir bölümü Baran Orduran tercüme etti. Yalman, çevrim içi ortamda ilk kez yayımlanan bu bölümde, 30 yıllık sansür döneminin ardından 1908 Devrimi ile gelen ’24 Temmuz Basın Bayramı’nı ve sonrasında yaşananları anlatıyor: Seçim hazırlıkları, gazeteci Hasan Fehmi suikastı ve 31 Mart Kalkışması…
Osmanlı İmparatorluğu’nun en önemli kentlerinden Selanik’te 14 Mayıs 1888’te doğan Ahmet Emin Yalman‘ın babası Osman Tevfik Bey, Atatürk’ün Selanik Askeri Lisesi’ndeki yazı ve tarih öğretmeniydi. Kendisi de bu lisede okuyan Yalman, mezuniyetten önce Selanik Alman Okulu’na geçti. Aile 1903’te İstanbul’a göçünce Yalman da liseyi İstanbul Alman Mektebi’nde bitirdi.
Mezuniyeti sonrasında Sabah gazetesinin İngilizce çevirmeni olarak ilk kez gazetecilik dünyasına giren Yalman, İstanbul Hukuk Fakültesi’nden mezun oldu. Yeni Gazete‘de köşe yazdı, Almanca bilgisi sayesinde Viyana’da çıkan Neue Freie Presse gazetesinin İstanbul yardımcı muhabirliğini yaptı.
Osmanlı hükûmetinin düzenlediği sınava 1911’de giren Yalman, ABD’de üniversite eğitimi için devlet bursu kazandı. Yalman, New York’taki Columbia Üniversitesi’nin Siyaset Bilimi Fakültesi’nde eğitimini tamamladı ve 1914’te “The Development of Modern Turkey as Measured by its Press” (Modern Türkiye’nin Gelişiminin Basın Yoluyla Ölçümü) başlıklı teziyle doktor (Ph.D.) unvanını kazandı.
Yalman’ın New York’ta ders aldığı akademisyenler arasında, 1912’de kurulan Columbia Gazetecilik Okulu’nun ilk direktörü seçilen ve 1917’deki ilk Pulitzer Ödülleri’ni dağıtan jüriye başkanlık edecek olan Talcott Williams da vardı. Yalman bu dönemde bir yandan doktora yaparken bir yandan da ABD’deki Almanca gazetelere yazılar yazıyordu.
Ahmet Emin Yalman 1914’te yurda döndü ve ABD’deki New York Evening Post gazetesinin Türkiye muhabirliği görevini üstlendi. 1914 ağustosu geldiğinde İstanbul Üniversitesi’nde Ziya Gökalp’in sosyoloji asistanlığının yanı sıra Tanin gazetesinin yazı işleri müdürlüğünü yapıyordu. Birinci Dünya Savaşı çıkınca Enver Paşa, iyi Almanca bilen Yalman’ı, Almanya’ya tek Türk savaş muhabiri olarak gönderdi.
Yalman Milli Mücadele’yi destekledi, demokrasiden yana oldu
Sonraki yıllarda Milli Mücadele’yi destekleyen; Sabah, Vakit, Tanin ve Tan gibi gazeteleri yöneten Yalman, Türkiye’nin en ünlü gazetecilerinden biri oldu. Ülkenin girdiği kritik dönemeçlerde demokrasiyi, özgürlükleri ve hukukun üstünlüğünü savundu. Siyasi görüşlerini yeri geldiğinde cesurca dile getirse de meslek hayatı boyunca aldığı çok sayıda teklife rağmen siyasetçilerin veya partilerin yayın organlarını kurmayı hep reddetti, bağımsız gazetecilikte direndi.
Uluslararası Basın Enstitüsü’nü (IPI) 1950 ekiminde 15 ülkeden gelip Columbia Üniversitesi’nde kuran 34 gazeteci arasında Ahmet Emin Yalman da vardı. 1952’de Yalman’a düzenlenen suikast girişimine daha önce Journo’da yer vermiştik. Alttaki metin ise Yalman’ın Columbia tarafından kitaplaştırılan 142 sayfalık doktora tezinin 5. bölümünün ilk kısmı. Yalman tezinde Osmanlı İmparatorluğu’nda basının tarihi gelişimini anlatıyor, farklı bölgelerde ve dillerde yayımlanan gazetelerin envanterini ilk kez çıkarırken haberciliğin gidişatını her dönemin siyasi ve toplumsal gelişmeleri ışığında yorumluyor.
5. bölüm, Sultan İkinci Abdülhamid’in 30 yıllık istibdat döneminin ardından 1908 Devrimi ile gelen İkinci Meşrutiyet’in ilk aylarında yaşananları içeriyor. Yeniden anayasal düzene geçilmesi, “24 Temmuz Basın Bayramı,” genel seçim hazırlıkları, 31 Mart Vakası diye de bilinen karşı-devrim girişimi, gazeteci Hasan Fehmi‘ye yönelik suikast ve özgürlük vaadiyle iktidara gelen İttihat ve Terakki’nin de basın özgürlüğünü boğması, bu bölümde irdelenen gelişmeler arasında…
Ahmet Emin Yalman’ın doktora tezinden bu bölümü çevrim içi ortamda ilk kez Journo aktarıyor:
Temmuz 1908: Gazeteciler birlik oldu, sansürcüler kapı dışarı edildi
25 Temmuz 1908’de İstanbul’un* günlük gazeteleri on yıllardır süren ne getireceği belirsiz faaliyetlerini telafi etme fırsatı yakalamışlardı. Bir önceki gün yerel makamlara meclis seçimleri için gerekli hazırlıkları yapmaları yönünde yetki verildiğine dair başlıksız ve üç satırlık bir resmi bildiri yayımlamışlardı.
Nüfusun büyük bir kısmı işlerin aslından bihaber olduğundan, haberlerin çoğunluk üzerinde yarattığı tatmin o an için dışa vurulabilmiş değildi. Yurtdışı menşeli gazeteleri okumaya izinli olan gazeteciler daha fazla bilgi sahibiydi. İnsanları hareketlendirmek için ilk adımı atanlar da onlardı. Bazı ihtiyatlı sokak gösterileri yapılmasına vesile olmuşlar ve gazetelerin imtiyaz sahiplerini coşkunun bir göstergesi olarak, büro binalarını ışıklar ve süslerle donatmaya zorlamışlardı.
O akşam üzeri Osmanlı’nın tüm gazetecileri durumu değerlendirmek ve bir Osmanlı Basın Birliği’nin temellerini atmak üzere, bir akşam yemeğinde bir araya geldiler. Yeni çağın ilk gününde atılan bu adım, âni değişimin yarattığı ruh hâlini ve baskının derecesini belirgin biçimde ortaya koymaktaydı. Daha sonra vaziyet normale döndüğünde, bir basın birliğini oluşturmak için ardı ardına teşebbüslerde bulunulmuşsa da, bir nizamname taslağı hazırlamanın ötesinde bir başarıya ulaşılamamıştı.
25 Temmuz’da basılan gazeteler coşkun bir sevinç feryadı olmuştu. O gün, gazete bürolarında çoğu zaman mutlak bir hâkimiyet sahibi olan sansür memurlarının girişlerine dahi izin verilmemişti. Herkesçe sevilen ancak yıllardır kalem oynatmasına izin verilmeyen yazarların makaleleri yayımlanmıştı.
Ortaya çıkan etki hayret vericiydi. Uykuda olan şehir bir çırpıda heyecan ve şevkle yanıp tutuşmuştu. Casusların dikkatini çekmemek için insanların genellikle hızlı yürümeye bile çekindikleri sokaklar, coşku içerisinde devrim nutuklarını dinleyen veya kamu binaları, gazete büroları ve yabancı elçilikler önünde gösteri yapan gürültülü kalabalıklarla dolmuştu.
Gazeteler kapışıldı, karaborsada 40 katı fiyatla satıldı
Önceki hükûmetin önde gelen figürleri haricinde, her yönden geniş bir uzlaşma havası kendisini gösteriyordu. Yakın ilişkilerden daima kaçınmış olan farklı milletlere ve mezheplere mensup insanlar, birbirleriyle kaynaşmaktan memnuniyet duyuyorlardı. Daha önce takındıkları uzlaşmadan uzak tavrın suçu eski hükûmetin politikalarına atılıyordu. O coşkulu ilk günde şehrin her yanında “Biz birbirimizi seviyorduk ama despot hükûmet bunu farkına varmamıza izin vermedi” cümlesi duyuluyordu.
İkdam gazetesi 60 bin, Sabah ise 40 bin kopya bastığı hâlde talep karşılanamamıştı. Öğleden sonra, fiyatı bir sent olan İkdam gazetesini gazeteci çocuklardan 40 sentten ucuza almak mümkün değildi.
Takip eden günlerde, imparatorluğun her tarafından ve yabancı ülkelerden sevinç dolu seslerin yükselmesiyle coşku daha da yaygınlaşıp yoğunlaşarak artmaya devam etti. Bir kendini ifade etme furyası peyda olmuş görünüyordu. Herkes bol bol konuşup yazarak “despotizm ve istibdat kâbusunun” bitişini kutlama eğilimindeydi. Gösterilerin ve nutukların ardı arkası kesilmiyordu. Broşürlerden, resimlerden ve karikatürlerden oluşan koca bir sokak edebiyatı bir gecede yaratılıp yüksek bir tiraja ulaşıyordu.
Türk gazetelerinin sayısı bir haftada 3’ten 15’e çıktı
Birkaç hafta içerisinde Türk günlük gazetelerinin sayısı 3’ten 15’e yükselmişti. Keza bu yeni çağın ilk aylarında sayısı 5 ile 10 arasında değişen yeni bir karikatür yayıncılığı sınıfı tesis edilmişti. Genel anlamda yayınların sayısı son derece değişkendi. Her gün gazetelerden bazıları ortadan kayboluyor, onların yerlerini yenileri dolduruyordu.
Yeni günlük gazetelerden yalnızca 3’ünün editörlüğünü şöhretli gazeteciler yapıyordu ve bu duygusal patlamanın zamanla sönümlenmesinin ardından, ayakta kalmaya muktedir olduğunu ispat edebilenler de onlardı. Bu 3 gazeteden biri olan Mizan yalnızca 4 ufak sayfadan oluşuyordu ve Jön Türkler hareketinin önde gelenlerinden Murat Bey’in şahsi düşüncelerinden öte pek bir şey içermiyordu. Haber vermeye teşebbüs dahi etmeyen bu gazete, zaman zaman köklü gazetelerden daha yüksek tiraja sahip oluyordu.
Başarısız olan gazeteler genellikle iş tecrübesi bulunmayıp sırf gazete çıkarma modasına uyan veya tanınıp bu yolla siyasi ün elde etmeyi amaçlayan kimseler tarafından kurulmuş olanlardı. Daha azimli olan bazı girişimciler, ülkenin modernliği yönünden donanımının tamam olması için Batılı ülkelerde bulunan her tür ve tipteki gazetenin yeni ve anayasa sahibi Türkiye’de de var olması gerektiğini düşünüyordu. Bu doğrultuda mevcut olan hiçbir ihtiyaca veya çıkara cevap vermeyen gazeteler çıkarttılar. Bunlar arasında, “Biri yer, biri bakar, kıyamet ondan kopar” atasözünü düstur olarak benimseyen komünist günlük gazete İştirak da bulunuyordu.
Özgürlük ortamı, bilimsel ve sanatsal yayınları da doğurdu
Mümkün olan her branşı yayın konusu etme eğiliminin aynı zamanda bazı sevindirici sonuçları da olmuştu. Böylece ekonomi ve sosyoloji üzerine aylık bir yayın ortaya çıkmıştı ve diğer ülkelerdeki benzerlerinin çoğundan daha titizlikle kurgulanıp ve basılmaktaydı. İstişare gibi hakiki bilimsel değeri haiz başkaca yayınlar da mevcuttu. Demet adlı haftalık dergi ve şatafatlı bir aylık resimli dergi olan Mehâsin gibi kadınlara yönelik yayınlar da bulunuyordu.
Din konusundaki yeni İslami zihniyet ise ifadesini Sırat-ı Müstakim dergisinde buluyordu. Yalnızca edebiyat üzerine süreli yayınlar çıkarmaya bir çok kez teşebbüs edilmiş ise de bunların akıbetleri başarısızlık olmuştu. Popüler resimli dergiler daha talihliydi. Eski rejim döneminde de basılan Servet-i Fünun dergisinin yanı sıra Resimli Kitap, Şehbal ve Kalem dergileri büyük başarıya ve popülariteye ulaştı. Örneğin Kalem, üst seviyede bir sanatsal değeri ve zarif bir nüktedanlığı haiz bir mizah dergisiydi. Bu durum, büyük ölçüde kaba bir üslubu olan ve günlük gazeteleri takip etmekten ve anlamaktan dahi aciz kimselere hitap etmeye çalışan diğer benzer yayınlara nazaran büyük bir zıtlık oluşturuyordu.
Batı’yı sadece taklit edenler uzun ömürlü olmadı
Farklı meslek ve öğrenci topluluklarının çeşitli kesimlerine ait yayınlar ise bir başka grubu oluşturuyordu. Neredeyse eşzamanlı olarak ressamlar, mimarlar, kimyagerler, veteriner hekimler, tabipler, avukatlar, farklı ekollerden yazarlar, oyuncular, emekçiler, hükûmet yetkilileri, eski siyasi sürgünler, mülkiyeliler ve öğrenciler için kuruluşlar ortaya çıkmıştı. Bunların neredeyse tamamı kısa ömürlü olmuştu. Temsil ettikleri kurumlar da süre ve istikrar yönünden daha talihli sayılmazdı. Bunların ardında yatan güdü kendilerine içkin olmayıp, safi bir taklitçilikten ileri geliyordu. Basitçe, gerçek anlamda eleştirel bir irdelemeye girişilmeksizin, Batı’nın üstünlüğünün sebebi olarak görünen kurumların biçimleri ve ayrıntılarıyla benimsenmesi yoluyla, Batılı anlamda bir ilerlemenin gerçekleştirilebileceği umulmaktaydı.
İster kamu yararına, ister mesleki bir amaca hizmet etmek, isterse ticari bir yükümlülüğün ifası gereksin, takip edilen prosedür hep aynıydı: yapılan ilk şey etkileyici bir isim bulmaktı, sonrasında çoğu kez yabancı ülkelerdeki benzerlerinin tercümesinden ibaret bir nizamname taslağı oluşturulurdu. Sonraki adım ise görkemli bir açılış töreni düzenlenmesiydi. Toplulukların yaşamının geri kalanı büyük ölçüde bir buluşma yerinin var olup olmamasına bağlıydı. Bir buluşma yerine sahip olabilecek kadar talihli olanlar, gittikçe daha az şevk ve ilgi duyulan, değişen sayılarda buluşmalar düzenlerlerdi. Her nasılsa, bu yeni çağın ilk aylarında ivedilikle düzenlenen organizasyonlardan biri bile uzun ömürlü olmadı.
Sayının yüksekliği, yaşanan ani siyasi değişim esnasında çeşitli faaliyetler düzenlenmesine duyulan isteğe ve iyi niyete işaret ediyordu; diğer taraftan bunlardaki başarısızlık ise, resmi bir organizasyon tesis etmeye yetecek derecede kuvvetli bir amaç ve çıkar için bir araya gelmiş gibi görünen kimseler arasında dahi ortak fikirlerin istişare edilmesinin ve işbirliği ihtimalinin eksikliğini ortaya koyuyordu. Yayınlar ve organizasyonlar için gösterilen bunca çabaya rağmen, yakalanan başarının azlığının sebebini anlayabilmek için ele alınması gereken bazı belli başlı unsurlar bulunmaktadır.
Eleştirel düşünemeyen, her şeyi devletten bekleyenler çoktu
En başında, gözleri önündeki Batı örneği insanların zihninde öyle zorlayıcı bir otorite olarak yer etmişti ki mevcut şartlar dâhilinde eleştirel düşünerek, bu doğrultuda davranmaya engel teşkil etmekteydi. İkinci olarak, derhal yenilenme yönündeki iç ve dış baskılar, eldeki ekipman ve teşkilatlanma kabiliyetindeki yetersizlikten ötürü biçim ve isim değişikliğinden öte bir karşılık bulamadı. Üçüncüsü, nüfusun başkaca unsurlara mensup bireylerinin çıkarları da buna bağlı olmasına rağmen, imparatorluğun refahıyla ciddiyetle ilgilenen kesim Türk kesimdi.
Türkler kendi çıkarları ve yöneten millet konumunda olmaları için içtenlikle ve çok çeşitli şekillerde bedel ödemişlerdi. Yüzyıllardır ardı arkası kesilmeyen savaşlarda, en üst düzey ve cesur olanlarını yitirmişlerdi. Batılı fikirlerin benimsenmesi sürecine girilmesini takiben, otorite ile mücadele sırasında en aydın ve girişimci olanları bertaraf edilmişti. Saray mensuplarından oluşan, çoğunluğu Türk olmayan bir zümrenin baskısı altında olmasına rağmen, nüfusun büyük bir kısmı yöneten konumunda olmasa da, bilinç sahibiydi.
Bu nüfusun büyük çoğunluğu her şeyi hükûmetten bekliyordu: onlara maaşlı pozisyonlar sağlamasını, onları eğitmesini, sağlık durumlarıyla ilgilenmesini, onları tohum ve tarımsal alet edevatla donatmasını. Neticeten Türk unsurların bireysel inisiyatif kullanma fırsatı bulunmuyordu, onların yeni bir duruma ulaşmasını sağlayacak tecrübeyi de edinemiyorlardı. Bu yoksunluk, sürekli dışarıdan ve ister Müslüman, ister Hristiyan olsun, Türk olmayan nüfusun büyük çoğunluğu tarafından içeriden tehdit edilen ve iki yüzyılı aşkın süredir, kendisini gözlemleyen her bir yabancı için var olması dahi bir mucize hâline gelen imparatorluğun hayatta kalması için ödenen bedeldi.
Kutsallaştırılan İttihat ve Terakki sonunda hayalkırıklığı yarattı
Var olan tüm enerjisini hayatta kalmak için sarf eden ve sonucunda idareli ve bireysel zevklerden feragat etmiş şekilde, katı bir saltanatın gölgesinde yaşamakla yetinmeye mecbur olan, yaşamını bir süreliğine de olsa, üzerinde baskın bir etki hissetmeden sürdürme imkânı bulamayan bir millet. Yeni çağda bir seçenek bulunmuyordu. Olayların gidişatı yönetim görevini İttihat ve Terakki Cemiyeti’ne teslim etmişti. Cemiyet tarafından getirilen değişiklikler eski sistemden şahsi bir çıkarı bulunmayan herkes için büyük önem taşıyordu.
Toplumsal durumun doğasından kaynaklanmayıp gelişim ve iyileşmeye engel olan tüm sınırlandırmaları tek kalemde ortadan kaldırmıştı. Genel olarak halk için Cemiyet’in başarısının anlamı bundan çok daha fazlaydı. Onda gördükleri, değişim ve iyileşme için bir fırsat değil, iyileşmenin kendisiydi. Dolayısıyla “kutsal” Cemiyet’in halkın büyük bir kesimince ilahlaştırıldığına şüphe yoktu. Karşı çıkılamayan ve çoğu durumda eleştirel yaklaşımdan azade tutulan bir Cemiyet zihniyeti ve Cemiyet inancı gelişti. Bu sayede ve gizli ve merak uyandıran kabul töreni ile Cemiyet üyeliğinden kaynaklanan itibar ve avantajlar sayesinde, organizasyon büyük başarıya ulaştı. Hükûmet makamının da yardımıyla, ülkenin her yanında şubeler oluşturuldu.
Bir süreliğine mevcut uyumu bozacak bir şey söz konusu değildi. İnsanlar bayram havasında geçen seçimlerle meşguldü. Oy sandıklarını şehir boyunca taşımak için şatafatlı tören alayları kurulmuştu. Bu tören alaylarının başlıca unsuru beyaz sarıklı bir Müslüman din adamı ile siyah kıyafetler içinde bir Hristiyan rahibinin bir at arabasında birlikte oturmalarıydı. Bu eşitliğin ve “unsurların birlikteliğinin” sembolünün kabulüydü.
Değişime olan ilgisini sokakların, okulların, ticari müesseselerin, dükkânların adını değiştirerek ve ulusal renkleri her yere yayarak sergileyen halkın geneli, ırk ve inanç ayrımı olmaksızın tüm Osmanlı’nın bölünmez ve uyum içinde bir bütün oluşturması fikrine neşeyle bu şekilde katkıda bulunuyordu. Yaptıkları şey onlara hakiki ve kalıcı bir başarı gibi görünüyordu. Ancak memnuniyet verici bir şekilde ve az bir masrafla bu kadar muazzam sonuçlara ulaşılması herkeste öylesine kusursuz bir tatmin duygusu yaratmıştı ki aynı şiddette hayalkırıklığına uğranması da kaçınılmaz oldu.
Avusturya ve Bulgar mallarının boykotu, Osmanlı’daki ilk halk eylemiydi
Bulgaristan’ın bağımsızlığını ilan etmesi ve Bosna Hersek’in Avusturya tarafından ilhakı vatansever gösteriler düzenlenmesi için yeni vesileler meydana getirdi. Avusturya ve Bulgaristan mallarının boykot edilmesi şeklindeki bir misilleme hareketine girişildi. Hatta ulusal başlık olarak kabul edilen ve o zamana kadar üzerinde en ufak bir değişiklik yapılmasına dahi müsamaha gösterilmeyen kırmızı fes bile bir kenara bırakılmıştı. Özünde dürtüsel de olsa, bu hamle Türk yaşamında örneğine rastlanmamış unsurlar barındırmaktaydı. Bunun anlamı, başkalarının (hükûmetin veya yabancı güçlerin) onlar adına aksiyon almasına alışmış olan insanların işlerini kendilerinin görmeye başladığıydı.
İki olayda yaşanan toprak kaybı yalnızca sembolik düzeydeydi. Meydana gelen her iki olay da zekice bir tavizle hükûmet tarafından tasdik edildiyse de, insanlar her türlü toprak kaybına karşı aşırı hassas olduklarından, yine de memnuniyetsizlik had safhadaydı. Bu dönemde memnuniyetsizliğe sebep olabilecek başkaca durumlar da söz konusuydu. Eşitlik rejimiyle neredeyse her unsurun birtakım ayrıcalıklarına son verilmişti. Bilhassa padişah tarafından sistematik olarak kollanan ve şımartılan başkent sakinleri vergi ödemeye ve askerlik görevlerini ifa etmeye mecbur hale gelmişlerdi. Dahası, kamuda çalışmak başlıca gelir kapısı olmaktan çıkma tehdidi ile karşı karşıyaydı. Kamu birimlerinin yeniden düzenlenmesi, kendilerine özel teşebbüslerdeki gibi kasa tazminatı ödenmesinden istifade edemeyen yüzlerce memurun işten çıkarılmasına da yol açmıştı.
Şubat 1909: Yetkileri alınan Abdülhamid, basındaki nüfuzunu korumaya özen gösterdi
Bu vaziyetlerden kaynaklanan memnuniyetsizliklere, iktidarı elinde bulunduranlardan daha önemsiz bir görevi üstlenmeyi kabul etmeyen hırslı adamlar, Türk harici ırklara mensup milliyetçiler, yeni dönemdeki ani değişimlerden korkan radikal dinciler, İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin gizli faaliyetlerini ve cemiyetin sorumlu hükûmet yetkililerinin faaliyetleriyle olan münasebetini tasvip etmeyen ileri görüşlü vatanseverler de eklenmişti.
14 Şubat 1909 tarihinde Kamil Paşa hükûmetinin az çok mecburi düşüşüyle durum daha da alevlenerek bir tür krizin patlak vermesi an meselesi halinde geldi. Herhangi bir aksiliği önlemek için tahtta bırakılan padişah [İkinci Abdülhamid], mümkün olan her türlü entrikaya başvurmak suretiyle bu durumdan istifa etmekten çekinmedi. Basındaki nüfuzunu güvenceye almaya bilhassa özen gösterdi. Niyeti, basının faaliyetlerinin kısıtlamadan yoksun oluşunun muhafaza edilmesiyle mevcut her tür denetim mekanizmasının zayıflatılması ve anarşi meydana gelmesiydi.
Halk gazetecilere sahip çıktı, mahkeme kararları bile uygulanamadı
Bu yönlerden ortalığı kışkırtmak kolaydı; zira gerek basının, gerekse okuyucuların büyük bir kısmının gözleri ifade ve toplanma özgürlüğüne yönelik kıskançlıktan dolayı adeta kör olmuştu. Halkın basına karşı duyduğu kuvvetli sempatiden ötürü, birçok kez mahkemelerin suç işleyen gazeteler aleyhine işlem uygulayamadığı olmuştu. Basının özgürlüğünü daha da suiistimal edebilecekken bunu yapmamış olması dikkate değerdi. Şüpheli kimselerce basına erişilebildiği hâlde, şahsi saldırı ve şantaj vakaları nispeten az görülmekteydi. Özellikle ailesel konular başta olmak üzere kesin surette şahsi nitelik taşıyan meselelere basında yer verilmesine gösterilen önyargının sınırlayıcı etkisi çok kuvvetliydi.
Meclis, [basın özgürlüğünün sınırları konusunda] Batı Avrupa’nın en özgürlükçü kanunlarından birinin adeta tercümesi olan bir kanunu yasalaştırmaya kalktığında, ülkenin her yanından protestolar yükselmişti. Yeni eğlenceleri olarak her fırsatta mitingler düzenleyip ateşli konuşmalar dinlemek ve eylemlerinde aldıkları kararları yetkili mercilere ve basına telgrafla bildirmek insanların hoşuna gidiyordu. ‘Tam basın özgürlüğü’nün savunulduğu bu tür gösteriler çok sayıda katılımcı buluyordu.
Kutuplaşan basın körü körüne yandaş veya muhalif oldu
Bu durumdan cesaret alan basın da çelişen akımları ve çıkarları açıkça ya da gizliden gizliye dile getirmekteydi. Yeni çağın daha en başında siyasi fikirler ve kuramlar arasında yapay bir farklılaşma arayışı hasıl olmuştu. Gazeteler Batı basınında mevcut ayrım doğrultusunda gelişigüzel bir tarafgirlik mecburiyeti hissediyordu. Hepsi radikal, özgürlükçü, ılımlı, muhafazakâr gibi sıfatlara bürünmüşlerdi.
Ne var ki anayasacılık oyununa dair kuralların bu kısmı kısa sürede geçip gitmişti. Mevcut şartların düpedüz ortaya çıkardığı asıl bölünme ise uzlaşma yanlısı bir azınlık haricinde, İttihat ve Terakki Cemiyeti’ne körü körüne bağlı olma veya körü körüne muhalefet etme arasındaydı. Başkent nüfusunun çoğunluğunun memnuniyetsizlik duymak için sebepleri bulunuyorken, Cemiyet’e ait olan veya doğrudan onun tarafından yönetilen iki veya üç tanesinin haricinde tüm İstanbul gazeteleri, farklı hoşnutsuzluk seviyelerine sahip muhalif gazeteler hâline gelmişlerdi. Türkiye’nin [İstanbul dışında] Avrupa kıtasında yer alan topraklarında basın, Cemiyet taraftarıydı. Özellikle devrimin başladığı bölgelerde [Makedonya ve çevresi] çıkarılan gazeteler, İstanbul’deki rakiplerine karşı acımasız bir dil kullanıyor ve “eski Bizans’ın sefil ortamında çevrilen entrikaları” şiddetle lanetliyorlardı. Anadolu basını ise çekişen taraflara bağlılık yönünden bölünmüş durumdaydı.
Basındaki kışkırtmalara ve irticai sokak gösterilerine göz yumuldu
Her iki taraf da heterojen unsurlar barındırmakla birlikte, yalnızca ortak bir muhalefet duygusunda ve nedeninde birleşiyordu. Resmiyette başlıca çekişme konusu, taşraya tanınacak yerel özerkliğin seviyesiydi. Her iki taraf da birbirine zarar vermek için sık sık ülkenin geleneklerine aykırı minvalde adil olmayan yöntemlere başvurdu. Bu duruma itiraz edenlere, Avrupa ve özellikle Amerika’daki siyasi partilerin bu yöntemlere düzenli olarak başvurdukları ve neticede bunların oyunun bir parçası olduğu söyleniyordu. İnsanların zihinleri üzerinde bu argümanın öylesine buyurgan bir etkisi vardı ki, her türlü suiistimali cezalandırmak için kullanılabiliyordu.
Bunun kuşku uyandıran bir örneği, Saray tarafından gizlice desteklenen Volkan adlı günlük gazetenin bağnazca kışkırtmalarına gösterilen müsamaha idi. Böyle bir kışkırtmayla bağlantılı tehlikeler açıkça fark edildiği hâlde Volkan aleyhine herhangi bir işlem yapılmamıştı. Zira “Fransa ve diğer Avrupa ülkelerinde de aynı nitelikte dini gazeteler mevcuttu.” Aynı gerekçelerle irticai bir İslami ittifakın örgütlenmesine ve sokak gösterileri yapmasına da müsamaha gösterilmekteydi.
İstanbul’un atmosferi patlayıcı yüklü gibiydi. Ayrıca taşranın çeşitli bölgelerinde de her daim şu ya da bu türden sorunlar veya ayaklanmalar olagelmekteydi. Denetim eksikliği her yerde fark ediliyordu. Aşırı enerji israfı ve sonucunda gelen toplumsal açık, katı ve kısıtlayıcı uygulamaların yürürlüğe konmasını mecbur kılan ortamı hazırlamıştı.
Nisan 1909: Gazeteci Hasan Fehmi suikastı ve 31 Mart Kalkışması
Muhalif günlük Serbesti gazetesinin yazı işleri müdürü Hasan Fehmi 5 Nisan 1909 tarihinde esrarengiz bir şekilde sokak ortasında vuruldu. (Editörün notu: Türkiye’nin “ilk basın şehidi” kabul edilen ve basın tarihimizde bir gazetecinin hedef olduğu ilk faili meçhul cinayete kurban giden Hasan Fehmi 5 değil, 6 Nisan’da öldürülmüştü. Sonrasında “Öldürülen Gazeteciler Günü” kabul edilen bu günde gazeteciler her yıl anma törenleri yapıyor.)
Halk bu suçu İttihat ve Terakki Cemiyeti’ne isnat etmeye meyilliydi. Hükûmet aleyhine irticai bir kışkırtma için daha geçerli bir gerekçe bulunamazdı. Galeyan hâli kısa sürede zirve noktasına ulaştı.
14 Nisan günü İstanbul uyandığında şehri, daha önce subaylarını kovup taleplerini dile getirmek için devasa bir miting düzenleyen isyancı askerlerin kontrolü altında buldu (Rumi takvimle 31 Mart 1325 tarihi, miladi 13 Nisan 1909’a denk geliyor. Bu nedenle bugün bu olay 31 Mart Kalkışması diye biliniyor). Tüm olay ani gelişen bir çete işiymiş gibi görünecek şekilde tasarlanmıştı. Ağızdan ağıza yayılan sloganlar şöyleydi: “Dini kanunların uygulamaya konmasını istiyoruz, mutlak güç sahibi bir padişah istiyoruz, her sürünün bir çobanı olmalı.”
Gerçekte hareket gayet iyi organize edilmiş ve her daim kontrol altında tutulmuştu. Binlerce silahlı asker 10 gün boyunca sokaklarda dolaştığı hâlde neredeyse hiç yağma veya taşkınlık olmamıştı. Liderlere Saray tarafından rüşvet veriliyordu ve onlar da ayaklanmayı büyük bir beceriklilikle kontrol altında tutuyordu. Teşebbüs edilen tek zorbalık, alanında uzman ve önde gelen gazetecilerden oluşan geniş bir kadroya sahip olup ustalıkla kurgulanan, doğrudan Cemiyet’in çıkarttığı Şura-yı Ümmet gazetesinin ve yine gönüllü olarak Cemiyet tarafındaki etkili bir gazete olan Tanin gazetesinin ofislerinin tahrip edilmesiydi.
Başkent halkı ve hatta basının büyük bir bölümü yanılarak olayı Cemiyet yönetimi aleyhine ve daha iyi, özgürlükçü bir hükûmet yanlısı gösteri olarak algıladılar. Bu görüş, en azından, o günkü sayının içeriği hakkında yorumlar yapan ve bir sonraki sayı için talimatlar veren silahlı askerlerin her gün ziyaret edip gözdağı verdiği gazeteler tarafından dile getiriliyordu.
Taşra ise bu konuya farklı bakıyordu. Büyük çoğunluğu İstanbul hükûmetine olan bağlılığına son vermişti ve bir hafta içerisinde Jön Türk ordusu İstanbul’a ulaşmıştı. Meclis üyeleri bir “Ulusal Meclis” oluşturmak amacıyla kara kuvvetleri karargâhına çekildiler.
Basın, isyancı askerlere karşı sesini ancak bir hafta sonra yükseltebildi
İstanbul basını bir haftadır hareketli günler ve geceler geçirmekteydi. Ordunun her adımı onu maruz kaldığı askeri baskıdan daha da uzaklaştırmaktaydı. Silahlı isyancı askerler hâlen şehrin efendisi konumunda olsalar da, gazeteler kısa süre içinde kendilerini, pohpohlayıcı üsluplarını bir kenara bırakmaya yetecek kadar özgür hissedebildiler. Sonrasında, askerlere silahlarını bırakmazlarsa bir Bulgar istilası yaşanma olasılığını hatırlatmaya başladılar. Üslupları uyarıcı ve daha agresif bir hal almıştı.
Padişah bakımından da aynı yöntem uygulanmaktaydı. Askeri karşı-devrim’in ilk günlerinde padişaha yönelik olarak eski usul anlatım biçimini kullanan ve uzun bir liste hâlinde ilahlaştırıcı sıfatlar bahşeden gazeteler bulunmaktaydı. [Kalkışmayı bastırmak için] şehre karşı bir hareket için hazırlıklar yapıldığı yönündeki haberler başkente ulaştığında, kendisinden yalnızca “padişahımız” olarak bahsedilmeye başlandı. Ordu İstanbul’a yaklaşır yaklaşmaz, “sarayın parmağı” ve “saray entrikaları” cüretkâr yorumların konusu hâline geldi.
En azından şehir düzenli aralıklarla kuşatma altına alınıyorken, gazeteler “büyük zulüm ve baskı simgesinin artık daha fazla zarar verecek hâlde olmadığını” doğruluyorlardı. Yalnızca 2 hafta önce esrarengiz şekilde öldürülen gazetecinin yönettiği ve cinayetten açıkça Jön Türkleri sorumlu tutan Serbesti, şimdi editörünün şüphesiz Jön Türkler Cemiyeti hakkında şüphe yaratmak ve kamuoyunu yanıltmak için saray yanlıları tarafından öldürüldüğüne inancını ifade ediyordu. Bu değişen tavra rağmen muhalif gazetecilerin bazıları devrim ordusu şehre girmeden sırra kadem basmanın daha güvenli olduğu düşüncesindeydi.
25 Nisan’da İstanbul yeniden Jön Türkler’in elindeydi. Padişah, ulusal meclisin kararı ve kendisine gaddarlık ile baskıcılık suçlamaları yönelten şeyhülislamın fetvası uyarınca derhâl görevden alınmıştı.
Deneyin ilk bölümü artık sona ermişti. Varlığıyla vaziyeti olumsuz etkileyen adam saha dışına itilmişti. Bundan sonra yaşanacaklar, yabancı örneklerin, ulusal geleneklerin ve bir yıl süren özgür ve anayasal hükûmetin etkisi altında değişime uğrayan mevcut şartların bir ürünü olacaktı. Yeni çağ Jön Türk idealizminin sonunun başlangıcını işaret etmekteydi.
Karşı-devrimin bastırılması, yeni bir baskı dönemini doğurdu
Yazılı kanunların lafzına ve “özgürlük, eşitlik ve kardeşlik” fikirlerine bağlı kalmak yerine, anayasal haklar olağanüstü önlemlerle askıya alınmış, kuşatma hâli ilan edilmiş ve “nüfuz ve etki yoluyla yönetim” yerine “doğrudan güç kullanarak yönetim” yaklaşımı benimsenmişti. Ülkenin canlılığında büyük ölçüde dışsal tehlikelerin müdahalesinden ötürü ritmik olarak iniş ve çıkışlar yaşansa da, anayasal durumu neredeyse ezelden beridir kesintisiz olarak bu şekildeydi.
Yeni hükûmet 13 Nisan 1909’da yaşanan olaydan basını sorumlu tuttu. Bu doğrultuda, muhalif gazetelerin büyük çoğunluğu baskı altına alındı ve personellerinin çoğu sürgün edildi. Avrupa’ya kaçarak kendilerini kurtaranlara gıyaplarında cezalar verildi. Muhalefet bir süreliğine ortadan kaldırılmıştı. Ne var ki yeniden ortaya çıkması uzun sürmedi.
Siyasi kaçaklar tarafından Paris’te basılan gazeteler vasıtasıyla şiddetli bir muhalefet sürdürülüyordu. Memleketteki Türk gazeteleri ise geniş sınırlara sahip bir özgürlüğün yokluğundan, gittikçe daha keskinleşen bir üslupla şikâyet etmek için kendilerine bırakılan özgürlük alanını kullanıyordu. Bu özgürlükler de sıklıkla askıya alınsa bile kısa zaman içinde zorlukların üstesinden gelmenin bir yolunu buluyorlardı.
Yayınları yasaklanırsa, yalnızca bir sonraki gün, asıl isimlerine mümkün olduğunca yakın olan yeni bir isimle yeniden piyasaya çıkıyorlardı. Sorumlu yazı işleri müdürleri hapsedildiyse de gazete bundan etkilenmiyordu, çünkü bu kişi personelin daimi bir mensubu değildi. O sadece gerektiğinde hapse girmek için para alıyordu ve yeni bir “hapis editörü” bulmak da pek zor değildi. Vaziyet, İkinci İmparatorluk döneminde Fransız basınının içinde bulunduğu şartlara bir hayli benziyordu.
Bazı gazetelerin protestolarına rağmen, askeri rejim kendi varlığını sürdürebildiği sürece verimli ve inşa etme işinde üretken olduğunu ortaya koydu. Meclis büyük bir gayretle çalışıp kısa sürede uzun bir kanunlar listesini yasalaştırdı. Hükûmetin her bir birimi tam kapasiteyle faaliyet göstermekteydi. Halkın öğretimine özel bir ilgi gösteriliyor ve çok sayıda öğrenci yurt dışına gönderiliyordu.
İttihat ve Terakki de Abdülhamid’in taktiklerini kullanmaya başladı
Nisan 1909’da yaşananların yarattığı karşı konulmaz etkinin tazeliğini ve canlılığını yitirmesiyle vaziyet, mükemmel ve uyumlu bir denetimin devamını sekteye uğratacak unsurları barındırıyordu. Asıl zayıflık unsuru, gerçek yetkinin sorumlu dairelere değil, sorumluluğu bulunmayan gizli Cemiyet’e ait olmasında yatıyordu. Cemiyet’in müdahalesi ile gizli ve şahsi faaliyetlerinin bir sonucu olarak kısa süre içinde askeri rejim de sahip olduğu itibar ve desteği yitirmeye başladı.
Diğer taraftan 13 Nisan 1909 karşı-devrimi, 1908 Devrimi’ni başlatanlar olarak Cemiyet liderlerinin, İmparatorluk’un kaderine sahip çıkmaları ve onu her türlü tahrip edici eğilimden kurtarmaları gerektiği yönündeki fikirlerini doğrulamış oldu. Böyle bir görevi üstlenebilmek için güç ve nüfuzun şart olduğu düşünülmekteydi. Devrik padişahın yeniden güce sahip olmak için uyguladığı yöntemler zihinlerde hâlen cezbedici örnekler olarak tazeliğini koruyordu. Farkında olmadan, Cemiyet liderleri bu yöntemleri gittikçe daha da yakından takip eden uygulamalara giriştiler.
Ancak aradaki büyük fark şuydu: Jön Türkler samimi olan ve büyük ölçüde herhangi bir çıkarı bulunmayıp kendini feda etmeye hazır ve en ağır çuvallayışlarıyla hatalarında dahi bilinçli bir güç arzusu yerine aşırı ateşli vatanperverliklerinin etkisinde olan yurtseverlerdi. Gizlilik ve gizemin etkileyici tesirinden sonuna kadar istifade edilmişti. Din, popülariteyi güvence altına almak için bir kışkırtıcı bir dayanak olarak kullanılıyordu. En kötüsü de, körü körüne ve saldırgan bir Türk emperyalizmi Cemiyet’in politikasının baskın saiki haline gelmişti. “Osmanlıcılık” ve “Türkiye nüfusunun tüm unsurlarının din ve mezhep ayrımı yapılmaksızın birliği” gibi ifadeler halen dillendiriliyordu ancak onlara atfedilen anlam artık farklı unsurların karşılıklı fedakarlık göstererek Osmanlı İmparatorluğu’nun eşit haklara sahip yurttaşları sıfatıyla ortak ve tarafsız bir düzlemde buluşması değildi. Bu ifadelerin artık sadece nüfusun Türk olmayan unsurlarının gerekirse cebren asimile edilmesi anlamına geldiği kabul ediliyordu.
Girit’in Yunanistan’a bağlanması, o sırada yeni tamamlanan Defter-i Hakani binası önünde, Sultanahmet Meydanı‘nda protesto edilmişti (1908). Bu fotoğrafın bir anlamı var. Mekânların kullanıcılar, bir toplum için hafızası var. pic.twitter.com/mhCV3hAsD2
— Seda Özen Bilgili (@Seda_Ozen) July 21, 2020
Milliyetçi ve emperyalist duyguları kışkırtmak için Girit mitingleri düzenlendi
Cebri yöntemlere başvurmaya yönelen sonuçlara genellikle mevcut şartları ve engelleri görmezden gelmek suretiyle, bir devletin yurttaşlarının genel mahiyetteki hak ve görevlerine dair soyut bir akıl yürütmeyle ulaşılıyordu. Böyle bir politikanın işe yaraması mümkün değildi. Bu sadece, ortak çevrenin ve yüzyıllardır süren etkileşimin sonucunda gelenekler ve alışkanlıklar bakımından büyük ölçüde birbirine benzeyen Türkler ve Türk olmayanlar arasındaki yapay engelleri güçlendirmeye yarıyordu.
İncelikli ve uzlaştırıcı bir politika vasıtasıyla kolaylıkla aralarında işleyen iyi niyet ve işbirliği kurulabilir, epey bir çekişme ve israfın önüne geçilebilirdi. Bunun yerine uygulanan katı politika Arnavutluk ile İmparatorluk’un diğer kısımlarında tekrar eden ayaklanmalara yol açtı. Yaratılan acımasız baskı, birçok hayatın ve mal mülkün yitirilmesine sebep oldu. Türk olmayan unsurların büyük çoğunluğu, İmparatorluk’un varlığı karşısında daha öncekinden de saldırgan bir şekilde, düşmanca bir yaklaşıma büründü.
Nezaketsiz tavır dış ilişkilere de yansımıştı. Girit uzun zaman önce elden çıkmış olsa da, Suda Koyu’na Türk bayrağı çekme hakkı Türk hâkimiyetinin tek emaresi haline gelmişken ve bunun ötesinde bir egemenlik hakkı kazanma umudu olmamasına rağmen, ada için muazzam bir kışkırtma çabasına girişilmişti. Duygulara hitap edilmiş ve “o kutsal ve değerli toprağın bir parçasından dahi vazgeçmektense, 30 milyon Osmanlı’nın bir arada ölmeyi yeğleyeceğini” tasdik etmek için her yerde mitingler düzenlenmişti.
“Osmanlı süper güçtür, Bulgarlar eşkıyalığı sürdürdükçe onlarla dost olamaz”
Gazeteler, İmparatorluk’un dört bir yanından, dillerinin canlılığında birbirleriyle yarışan yurtsever telgraflarla doluydu. Girit insanların kamu meselelerine adayabileceği tüm enerjiyi ve şevki yiyip bitiren bir saplantı hâline getirilmişti. Türk nüfusunun büyük çoğunluğu toprak kazanımı ve kaybı konusunda aşırı derecede hassas olduğundan, “kutsal” ada adına kamu kanallarından sarf edilen ve yayılan sözcükler herkese çok düşük bir bedel karşılığında derin bir tatmin ve başarı duygusu hissettiriyordu.
Keza duygular mümkün olan tüm toplumsal kurumlar vasıtasıyla sistematik olarak galeyana gelip şiddetleniyor, öznel bir kendine güven atmosferi ile bir yenilmezlik ve güç duygusu yaratıyor, bu da kamuoyunun komşu devletlere ve hatta büyük devletlere karşı meydan okuyan bir tavır takınmasına yol açıyordu.
1908 Devrimi’nin ilk ortaya çıktığı, Türkiye’nin Avrupa kısmında yayımlanan bir grup gazetede emperyalist ve kendini kandıran eğilimler epey saldırganca yansıtılmaktaydı. Bunlar emekli subaylar ve eski devrimciler tarafından basılıyor; Silah, Kılıç, Süngü, Mermi ve Şimşek gibi isimler taşıyorlardı. Bulgaristan’ın yarı resmi bir gazetesinde yayımlanan ve Türkiye ile dostane ilişkiler kurulmasını savunan bir makaleye cevaben çıkan alttaki sözler, bu türdeki yayınların karakteristik tavrını gösterir nitelikteydi:
- Biz kiminle istersek onunla dost oluruz. Yalnız Bulgarlar eşkıyalığı sürdürdükçe onlarla dost olamayız. Aslanlar ancak kaplanlarla arkadaşlık eder. Aslanlardan oluşan bir ulus, bir süper güç, Bulgaristan gibi bir kedi yavrusunun dostu olamaz. (Silah gazetesi, 12 Eylül 1911, Selanik)
. . .
* Ahmet Emin Yalman’ın doktora tezinden bu bölümü Baran Orduran, Journo için tercüme etti. Dönemin tüm İngilizce yayınlarında olduğu gibi özgün metinde İstanbul için “Constantinople” ifadesi kullanılıyor. Çevirideki arabaşlıklar Journo’ya ait. Ayrıca okuma kolaylığı için bazı uzun paragrafları böldük. Tezin tamamı, “Modern Türkiye’nin Gelişim Sürecinde Basın 1831-1913” başlığıyla İş Bankası Kültür Yayınları tarafından 2018’de kitap olarak yayımlandı.
İLGİNİZİ ÇEKEBİLİR: Akademisyen Emrah Safa Gürkan “entelektüel” kavramından bahsederken Ahmet Emin Yalman‘a da değiniyor. Yalman’ın doktora tezini, TRT 2’deki İletişim Arkeolojisi programında Prof. Dr. İsmail Arda Odabaşı anlatmıştı.