Sarıkamış Harekâtı’nın ardından İttihak ve Terakki baskısıyla gazetelerin hayatını kaybeden asker sayısını aylarca halktan gizlendiğini biliyor muydunuz? Ben öğrenince çok sinirlemiştim. “Nasıl olur?” sorusuna bir türlü kendimce cevap bulamamıştım. Lise yıllarında bir proje ödevi için, “Demokrat Parti döneminde Basın” araştırması yapmıştık. Gazete kağıtlarının devlet tarafından sağlandığı o yıllarda, muhalif gazeteler kendilerini kağıt sayılarıyla ele veriyordu. Çünkü DP iktidarı yakın olduğu gazetelere bolca kağıt dağıtırken, muhalif gazetelere kağıt desteğini olabildiğince az tutmaya çalışıyordu. Elime yalnızca altı sayfalık bir gazete geçmişti, çünkü taraf değildi; belki de muhalifti ne önemi var ki? Her ne olursa olsun; basını bir varoluş savaşına mecbur etmek doğru değildi.
Yirmi yıl sonra 2016 tarihli “Cumhuriyet Gazetesi’nin on üç yazarı göz altına alındı” haberini okuyan herhangi bir lise öğrencisiyle aynı hisleri yaşıyor olacağız. “Olağanüstü Hal kapsamında altı yüze yakın yayın organı kapatıldı” cümlesine aynı şekilde tepki vereceğiz. Bir şeyler içimize sinmeyecek; kanımıza, vicdanımıza dokunacak.
Biz, dört arkadaş trajikomik bir amatörlükle bir sınıf gazetesi çıkarma derdine düşmüşken annem beni arayarak, “Haberleri gördün mü? Mehmet Ali Birand vefat etmiş” demişti. Telefonun ardından o gece “Gaste” canhıraş bir uğraşla bitmişti. Paris’te aralarında Sakine Cansız’ın da olduğu üç kadının öldürülmesini manşetten, Birand’ı sürmanşetten servis etmiştik.
Üniversite sınavına Newsroom izleyerek hazırlanmıştım, her bölümün ardından kalkıp yeniden test kitaplarını arşınlıyor, edebiyat notlarını ezberlemeye çalışıyordum. Çünkü onlardan biri olmak istiyordum. Bir haber odasında sağdan sola koşturabilme hayali her şeyden çok daha kıymetliydi. Dizide geçen ‘haber yapmak’, ‘halka duyurmak’, ‘kamu yararı gütmek’ gibi sözcükler beni neredeyse sarhoş ediyordu.
Üniversite ile birlikte her gazeteci adayı gibi artık gündemin içinde yaşar hale geldik. Canlı bombalar, kadın cinayetleri, çocuk istismarları neredeyse her gün, her yerden oluk oluk akıyordu. Aklımı kaybetmek üzereydim ve hiçbir şey yapamıyorduk.
Diğer yandan, ben gazeteci olmaya çalışırken bir anda herkes gazeteci oluvermişti. Tüm insanlığın sosyal medya biyografisi bir anda ‘gazeteci’ ekiyle dolmuştu. İlginçtir, İsmail Saymaz da biyografisine aynı kelime ile başlıyordu, Cem Küçük de; Kadri Gürsel de Rasim Ozan Kütahyalı da ‘gazeteciyim’ diyordu ama Başbakan ve Cumhurbaşkanı hep aynı sorulara muhatap oluyordu.
Bugün geldiğimiz nokta itibariyle, bir mafya babası edasıyla ekrandan tehditlerini savuranlar ya da nefret söylemi şöyle dursun, her bir cümlesi lağım kokanlar kazanıyor; bağlaçlar dışında öznesinden yüklemine her ögesi için ‘doğrulama ihtiyacı duyulanlar’ kazanıyor.
Can Dündar bir sürgün hayatıyla ülkesinden, eşinden uzakta bir hayat yaşamaya mecbur kalıyor; sağcının – solcunun takdir ettiği Kadri Gürsel gözaltına alınıyor; kız arkadaşımı onun dizeleriyle sevdiğim Aslı Erdoğan tutuklanıyor; Jiyan kapanıyor ve Mehmet Ali Birand ölüyor.
Bu halde yazmaya, direnmeye, devam etmeye derman kalmıyor.