Söyleşi

İmamoğlu’nun iletişim stratejisi ve medya: 31 Mart’tan Kanal İstanbul’a

Necati Özkan, Ekrem İmamoğlu ve Dilek İmamoğlu
2014 yerel seçiminden bu yana Ekrem İmamoğlu’nun kampanya direktörlüğünü yürüten stratejist Necati Özkan ile bir araya geldik. Özkan, “iyi bir iletişimci” diye nitelediği İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı İmamoğlu’nun, “Kanal İstanbul projesi ile ilgili olarak zamanında, güçlü ve farkındalık yaratan bir iletişim stratejisi yönettiğini” düşünüyor. İktidara yakın medyanın Kanal İstanbul konusundaki yayınlarını ise “tam anlamıyla ‘Reis ne diyorsa o!’ diyebileceğimiz bir pozisyon” şeklinde tanımlıyor. Yerel seçimden önce Ülke TV’de Turgay Güler’in sunduğu ve İmamoğlu’na birkaç puan kazandırdığı yazılan tartışma programı hakkında ise Özkan şöyle diyor: “Medya kamusal bir alan. Orada görev yapan birinin bu denli partizan olabileceğini, bu denli sarkastik ve saldırgan davranabileceğini doğrusu kimse beklemiyordu.”

Necati Özkan, yayımladığı kitabın isminde de geçtiği gibi Ekrem İmamoğlu’nun Büyükşehir Belediye Başkanlığı seçim kampanyasını “Kahramanın Yolculuğu” olarak tanımlamıştı. Kitaba göre kampanyanın ivmelendiği anları şöyle özetleyebiliriz: Semt pazarlarında yaşadığı diyaloglar, 19 Mart tarihli Ülke TV yayını, 31 Mart gecesi ve 1 Nisan sabahı arka arkaya yaptığı açıklamalar, İstanbul seçimlerinin yenilenmesine hükmeden 6 Mayıs tarihli YSK kararı ve o gece İmamoğlu’nun Beylikdüzü’nde yaptığı konuşma, 15 Haziran günü yapılan ortak yayın.

İmamoğlu’nun Beylikdüzü’ne belediye başkanı seçildiği 2014 yerel seçiminden bu yana kampanya direktörlüğünü üstlenen Özkan, kendi deyimiyle ‘yeni nesil siyasetin zaferi’ni anlattı.

Önce en güncel konu… Kanal İstanbul projesi konusunda İmamoğlu’nun ve iktidar kanadının iletişim stratejisi hakkında Özkan ne düşünüyor?
Ekrem İmamoğlu, Kanal İstanbul projesi ile ilgili olarak zamanında, güçlü ve farkındalık yaratan bir iletişim stratejisi yönetti. Ekrem Bey sorumlu bir siyasetçi ve kamu yöneticisi olarak bu konuya dikkatimiz çekene kadar risklerin bu denli büyük olduğunun farkında değildik. İmamoğlu aklı, bilimi ve 16 milyonu işin içine katan bir yol kullandığı için başarılı oldu. Ekrem Bey’in Saraçhane’deki İBB binasında yaptığı basın toplantısından sonra konu tüm İstanbullulara ve millete mâl oldu. Yüzbinlerce insan ÇED raporuna itiraz etti. Arkasından İBB’nin düzenlediği Kanal İstanbul Çalıştayı ise konuyla ilgili yüzlerce bilim insanını ve uzmanı bir araya getirdi. Bir siyasetçi olarak İmamoğlu, İstanbul tarihinin en riskli projesine ilişkin temel duruşunu ortaya koyarak, toplumu ve karar vericileri ikaz etmiş oldu. Bundan sonrası hukukun işi olacak gibi görünüyor. Tabii hukuk ne kadar hukuksa bu ülkede… İktidar bloğunun ve o bloğa göbekten bağlı medyanın Kanal İstanbul pozisyonu ise, tam anlamıyla “Reis ne diyorsa o!” diyebileceğimiz bir pozisyon. Bu pozisyonun içinde, bilimin, ortak aklın ve halkın sesine kulak vermek yok. Bu pozisyonun içinde kentin ve ülkenin değerlerini korumak yerine rant paylaşma hırsı ve ortaklığı var.

“Kahramanın Yolculuğu” adlı kitabınızda değinmiyorsunuz. 2010’daki referandum sürecinin ardından CHP’deki görevinizden nasıl ayrıldınız? Örgütle anlaşmazlığa mı düştünüz? (Yazarın notu: Özkan, kitabı üzerinden CHP İstanbul Başkanı Canan Kaftancıoğlu ile yaşadığı polemikle ilgili soruları yanıtlamak istemedi.)
Kemal Kılıçdaroğlu genel başkan olduktan sonra beni iletişimden sorumlu başdanışman olarak atadı. Önder Sav partinin genel sekreteriydi ve önemli bir gücü temsil ediyordu. Referanduma gelindiğinde Kemal Bey bir kampanya hazırlamamı istedi. Ancak o kampanyanın uygulanmasını Önder Bey istemedi. Dolayısıyla profesyonel bir kampanya yapamadık o dönemde. Bir markayla ya da siyasi heyetle çalışırken fikirlerimin değersiz olduğunu görüyorsam şapkayı alıp çıkmayı tercih ederim.

Kampanyaya güveniyor muydunuz?
O kampanyayı yapsaydık 2010 referandumunun sonucu tamamen tersine dönerdi.

Ekrem İmamoğlu ile 2014 yerel seçimi kampanyasından bu yana berabersiniz. Bu uzun birliktelik kampanyaya nasıl yansıdı?
İletişimde onun kişiliğini dikkate alan işler yapıyorsunuz. Bu sayede kurgusal olmayan bir kampanya yapıyorsunuz.

‘Bir yıl önce başlasaydık 31 Mart’ta fark 1 milyondan fazla olurdu’

Kitapta “Daha iyi muhalefet yaparak değil, daha farklı hikâyeyle seçim kazanırsınız” diyorsunuz. İmamoğlu’nda gördüğünüz farklı hikâye neydi?
O cümlenin içerisinde iki şey birden var. Birincisi, daha sert muhalefet. CHP, çok uzun yıllardır iktidarda olamamış bir siyasi parti. Ama buna rağmen yaşayabiliyor çünkü toplumsal bir ihtiyacın karşılığı. Karşılığı ama bir türlü de iktidara gelemiyor. Bunun temel nedeni yönteminde aslında.

O yöntemi nasıl tarif edersiniz?
Sert muhalefet, değerler siyaseti olarak tanımlayabileceğimiz bir yön. Bu, uzun yıllardır çalışmıyorsa bundan sonra da çalışmayacak demektir. Bir şeyi farklı yapmak lazım. Hayatım boyunca insanların gerçek kişilere oy verdiğini gördüm. Seçim kazanan liderler partilerinden öncedir. Aynı durum yerel seçimde de geçerlidir.

Hatta daha baskın denilebilir mi?
Evet. Yerelde daha da önemli olduğu için kampanyaya başlarken gerçek bir kişinin hikâyesini anlatmaya karar verdik. Konuşmayı iştahla seven, enerjik bir Karadenizli genç adamın hikâyesi… Ekrem Bey iyi bir iletişimci. En kolay yol buyken niye olmayan yolları tercih edelim…

Kampanya için vaktiniz daha fazla olsaydı haziran ayında yaşanan farkın mart ayında olacağını düşünüyor muydunuz?
Sahada ve hatta finansta durumunuz çok daha gerideyse kampanyaya erken başlamak zorundasınız. Kılıçdaroğlu ve Sarıgül çok kısa süreler kala aday gösterildi. Mümkünse bir yıl önce olsun ki ‘Kampanya Makinası’ dediğimiz yapıyı kuralım ve inşa edebilelim. Bir yıl önce kampanyaya başlasaydık 31 Mart seçiminde fark 1 milyondan fazla olurdu.

‘İlk kez bir aile kampanyada bu kadar yer aldı’

24 Haziran seçiminden sonra CHP seçmenindeki bıkkınlık ve yılgınlık… Anketlerde CHP seçmeninin yüzde 30’unun sandığa gitmeyeceği söyleniyor. Bunu görünce nasıl bir strateji kurmayı düşündünüz?
En iyimser rakam her dört CHP seçmeninden birinin sandığa gitmeyeceğini gösteriyordu. Araştırmalarda bunun yüzde 30’ların üzerinde olduğunu gördük. Çok tanımadıkları Ekrem İmamoğlu gibi bir siyasetçinin kendilerini koruyamayacaklarını düşünüyorlardı. “Dilek İmamoğlu filmi” ve ailenin gösterildiği diğer iletişim ürünleri bu nedenle tasarlandı. Türkiye seçimler tarihinde ilk kez bir adayın ailesi bu kadar net bir şekilde kampanyanın içerisinde oldu. Filmin yayımlanmasının ardından şunu gördük: Bu film, sadece CHP seçmenini motive etmekle kalmadı. Milliyetçi, muhafazâkar, düşük gelirli ve yüksek gelirli seçmen gruplarının da kendilerini bu aileden hissetmelerini sağladı. Hepsi şunu söyledi: “Aynı benim ailem.”

Dilek İmamoğlu aktif bir figür olmaya devam edecek mi?
Dilek Hanım her şeyden önce kendisini sürekli geliştirmeye çalışan bir insan. Toplumsal meselelere kafa yoran biri. Bugüne kadar gördüğümüz pek çok siyasetçi eşiyle kıyasladığımız zaman çok önemli işler yapma potansiyeli olan bir insan. İki önemli alanla ilgileniyor: Aile ve eğitim. Ekrem Bey’in yaptığı işlere yardım edip yolunu açacaktır. Bu, çok önemli ve değerlidir. Bir politikacı olmayacaktır hiçbir zaman; öyle bir derdi yok. Ekrem Bey’in yanında hep olacaktır. Türkiye’de ya da yurt dışında gördüğümüz pek çok örnekten farklı işler yapacaktır diye düşünüyorum.

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın görmezden gelme politikası… Bu strateji İmamoğlu kampanyasına ve seçmene nasıl yansıdı? İmamoğlu da aynı şekilde polemik ortamı oluşmasını tercih etmedi. Aksi olsaydı süreç nasıl şekillenirdi?
Eğer bir rekabette güçler dengesizse ana gücün yolları, yöntemi ve silahlarıyla mücadeleye girmek akılsızlıktır. Onların temsilcisi ve sözcüsü olan medyadan gelen saldırılara cevap vermeyerek oyunu değiştiririz diye düşündük. Hiç beklemedikleri bir şeydi. Ekrem Bey sahaya çıktığı andan itibaren kentle ilgili kendi çözümlerini anlatmaya başladı. Bir noktadan sonra onlar bizim gündemimizin takipçisi hâline geldiler.

‘O fotoğraf Turgay Güler’in kendi mahallesini bile incitti’

Turgay Güler’in 31 Mart seçimine kısa bir süre kala İmamoğlu’nu konuk ettiği Ülke TV yayınının nasıl bir etkisi oldu? Ülke TV, ana akım haber kanallarından da değil. Hükûmete ve İBB’ye fazlasıyla yakın sembolik bir mecra…
Kampanyanın başından bu yana hangi medya organından talep gelirse gelsin konuşmaya kararlıydık. Ama tek bir kararla, ana rakip ve yerel siyasetle ilgili bir şey konuşmayacak… Talep ilk geldiği zaman Ekrem Bey kabul etti. Birçok kişi “Ya ne yapıyorsun?” gibi şeyler söyleyince “Kendimizi anlatmaya gidiyorum” yanıtını verdi. Sonra olanları hep beraber gördük. O güne kadar öyle bir gazetecinin var olduğunu bilmiyordum. Karikatür gibiydi. Ekrem Bey gerçekçi bir sabır göstererek çekilmek istenen yerlere konuyu getirmedi.

Öncesinde programın çatısı konuşuldu mu?
Hayır. Kampanyanın başından beri alınan karar nasılsa öyle davranıldı. Spesifik bir konuşma olmadı. Medya kamusal bir alan. Orada görev yapan birinin bu denli partizan olabileceği, bu denli sarkastik ve saldırgan davranabileceğini doğrusu kimse beklemiyordu.

Yayını terk etme gibi bir durum gündeme geldi mi?
“Ekrem Bey bıraksa çıksa” dedim. Ama Ekrem Bey sonuna kadar sabretti. Tabii o fotoğraf Turgay Güler’in kendi mahallesini bile incitti. Kendi mahallesinde Ekrem Bey, mağduriyet ve güç fotoğrafı ortaya koydu.

‘Değişim deseydik risk olurdu’

O akşam tepkileri gördükten sonra “Galiba kazanıyoruz” dediniz mi?
Tabii oldu. Ancak araştırmalara göre 3-4 puan önde görünüyorduk. 20 binlik oy farkına şaşırdık. Galiba bazı seçmenlerin eli yine de gitmedi. Ya da CHP seçmenlerinin de bir kısmı sandık başına gitmedi.

Kitapta da “Nakavt etmeli. Fark atmak için çalışmalıyız” diye vurguluyorsunuz. “Değişim” sözcüğünün tehlikeli olduğunu da söylüyorsunuz aynı zamanda.
Değişim çok sihirli bir sözcüktür. Tüm demokrasilerde sıklıkla kullanılmıştır.

Seçmende ‘değişim’i duymak nasıl bir etki yaratıyor?
Eğer durumumdan memnun değilsem “değişim” benim için önemli bir motivasyon aracı olabilir ama durumumdan memnunsam bu söz tehdit olabilir. Şöyle düşündük, AKP’ye oy veren kesim yüzde 40’tan fazla. Onlardan oy almalıyız. Ekrem Bey’in olası başkanlığında bir tehdit görmemesi lazım. O yüzden “değişim” yerine “İstanbul’a yeni bir başlangıç” dedik. Hem kendi seçmenlerimize cevap veren, hem de karşı mahallenin seçmenlerini ürkütmeyecek bir ütopya. “Değişim” deseydik seçim sonucu bizim açımızdan riskli olabilirdi.

İmamoğlu’nun sürekli olarak semt pazarlarını gezmesi ve AKP’nin oy depoları denilebilecek bölgelere birden fazla kez gitmesi seçim başarısının önemli faktörleri olarak konuşuldu. Bu nasıl bir etki yarattı? Pazarlarda nelerle karşılaştınız?
Kampanyaya başlarsak yapacağınız analizlerin en önemlisi seçmen profillerini doğru anlamaktır. Dünyanın her yerinde seçmenler üçe ayrılır: 1) Kesinlikle size oy verecekler. 2) Kesinlikle size oy vermeyecek olan seçmenler. 3) Aradakiler. İlkine odaklanmanın bir anlamı yok. Zamanınızı ve paranızı buralara harcamamalısınız. İkincisi de aynı şekilde. Kararları kesin ve seçimden altı ay önce netleşmiştir. Yapmanız gereken şey; aradakilere, kararsızlara ya da kararını değiştirebilecek olanlara odaklanmaktır. Geleneksel medya gücümüz olmadığı için en eski medyayı yani ‘kapıdan kapıya’yı ve yeniyi ‘dijital medya’yı kullanmaya karar verdik.

‘Kapıdan kapıya’yı nasıl planladınız?
‘Aradakiler’ diyerek tanımladığımız üçüncü kısımda, genellikle AKP, MHP ve HDP’nin seçmenlerinin olduğu bölgelerin olduğunu gördük. Ekrem Bey’in kucaklayıcı karakteri çok önemliydi. “Ben senin oyunu istemiyorum, duanı istiyorum” lafı gibi. Bunlar en başından beri istediğimiz ve süreç yaşanırken gördüğümüz durumlardı.

‘Solun DNA’sında duygu değil retorik var’

Sol siyasetin “duygular yerine retorik ısrarına” karşı çıktığınızı söylediğiniz bir düşünceniz var. Kampanyanızın da başarıya ulaştığını düşünürsek, sol siyaset bundan sonra böyle mi ilerlemeli?
Bu sol siyasetin DNA’sında olan bir şey. Türkiye’ye özgü bir şey de değil. Sağ beyin-sol beyin meselesi. Mesela sol siyaset, “Dün dündür bugün bugündür” diyemez. Sol siyasette her şey bir mantığa oturmalı. Dolayısıyla mantık duygulardan çok öncedir. Oysaki duygular mantıktan çok daha büyük bir insani rasyoneli oluştururlar. Mahallede iki bakkal varsa sevdiğinizden alışveriş yaparsınız. Siyasette de durum budur. Siyasette oy verme rasyonelinin duygular olduğunu öğrendiğin andan itibaren buna göre bir iş yapmak zorundasın. Bir siyasetçi ulusal siyaset sahnesine çıktığında insanların sevgilisi olabiliyorsa gerisi iyidir.

AKP’nin adayı Binali Yıldırım’ın İmamoğlu’na göre yaşlı ve yorgun olmasını vurguluyorsunuz. Zayıf bir adayla yarıştığınızı düşündünüz mü?
AKP gösterebileceği en güçlü adayı gösterdi. En doğru demiyorum, en güçlü diyorum. Çünkü AKP içinde en sevilen figürlerden bir tanesi. Pozitif biri. Bir de proje deyince akla gelen iki isimden birisi. Rakibinizin zayıflığından hareketle bir iş yapamazsınız. Doğrusu, rakibinizin zayıf noktalarını doğru algılayıp onların üzerine gitmektir. Sosyal medya ve sokakta gördüğünüz “Pili bitmiş” görselleri hep o zayıflıkları yakalayıp üzerine gitmekten çıktı.

Binali Yıldırım’ın sloganlarının hatırlanmadığını söylüyorsunuz. Bir profesyonel olarak AKP’nin kampanya yönetimini nasıl görüyorsunuz?
AKP toptancı iş yapıyor. Partinin iletişimini yapanlar hep şöyle düşünüyor: “En önemli gücümüz cumhurbaşkanıdır. Onu koyalım, her yerde satarız.” Dolayısıyla Çemişgezek’te de aynı şey var, İstanbul’da da. Bütün bir kampanya boyunca Binali Yıldırım’ın tek bir mesajnın olmaması kabul edilebilir bir şey değil. Bu nasıl bir iletişim yönetimi? AKP’nin stratejisinin yanlış ve kötü olduğunu gördük. Bu da işimize yaradı.

‘Ekrem Bey ortak yayının ilk bölümünde tutuktu’

Seçim akşamı Binali Yıldırım’ın erkenden çıkıp zafer ilan etmesine dair birçok senaryo konuşuldu. Pelikan merkezli operasyonlar gibi… Siz böyle bir şeye inanıyor musunuz? AKP’nin içinde farklı klikler var ve Yıldırım yönlendirildi mi?
Tam tersine inanıyorum. Bir siyasi hareketi doğru analiz edebilmek için asıl karar vericinin kim olduğunu iyi bilmek lazım. Pelikan’ı gereğinden fazla abartılan küçük bir yapı olarak görüyorum. Kendi başlarına hareket etme iradeleri olmadığını biliyorum. Bütün ortaya çıkan kararların en tepeden verildiğini düşünüyorum.

Yıldırım’ın 31 Mart gecesi yaptığı açıklama sırasında ekibinizde “Eyvah!” denildi mi? Yılgınlık ve motivasyon düşüklüğü yaşandı mı?
Üç ay öncesinden o gecenin bu şekilde yaşanacağını biliyorduk. Ekrem Bey o akşam en az üç dört kez açıklama yapmak zorunda kalır diye düşünmüştüm. Yanıldığımı gördüm. 13 kez açıklama yaptı. Onların elindekilerden daha fazla veriye sahiptik. Ne yaparlarsa yapsınlar, bu işin uzayacağını ancak hakkın teslim edileceğini biliyorduk.

23 Haziran sürecine gelirsek… İmamoğlu-Yıldırım televizyon yayınından sonra ekibinizde nasıl bir hava esti? İmamoğlu’nun performansının daha iyi mi olmasını bekliyordunuz, yoksa beklediğinizi gibi miydi?
Bütün bir kampanya boyunca düşünmediğimiz tek olasılık bu yayındı. Kabul edilmesini beklemiyorduk. “Aman yapmayın, burada bir risk var, tuzak var” gibi söylemler çevremizden, partililerden ve tanımadığımız birçok insandan geldi. O seslere kulak vermedik. Programın ilk bölümünde iki taraf da tutuktu. Ekrem Bey de “Buradan bir çapanoğlu çıkacak” düşüncesiyle temkinliydi. İlk bölümün sonunda öyle bir şeyin olmadığını gördük ve Ekrem Bey açılarak projelerden bahsetmeye başladı. Ve rakibine açık ara fark attı. Objektif değerlendirecek olursak Ekrem Bey çok daha büyük bir sonuçla ve performansla çıkabilirdi. Nedeni de ilk bölümdeki tutukluğudur.

‘Erol Olçok’un bile kazandıramayacağı bir noktadaydı AKP’

Erol Olçok’un yokluğunun AKP kampanyalarını olumsuz etkilediğine dair yorumlara meslektaşı olarak katılıyor musunuz?
Erol Olçok hem rakibim hem meslektaşım hem de arkadaşımdı. Öncelikle, Erol Olçok hiçbir şey yapmış olmasa bile iletişimde bir disiplin sağlamıştır. Bu bile çok değerlidir. “Erol Olçok olsaydı İstanbul’u kazanamazdık” gibi bir şey söylemiyorum. Erol Olçok’un bile kazandıramayacağı bir noktadaydı AKP. Erol Olçok, AKP’nin seçim başarılarında zannedildiğinden çok daha önemli bir rol oynamıştır. Bu seçim kampanyasında bahsettiğimiz toptancılık bugünü yönetenlerle ilgili bir durum değil. Erol Olçok da bütün kampanyalarının başından itibaren hep aynı şeyi yapmıştır. Bir slogan bul, bir tane ana mesaj yap, onun yanına Erdoğan’ın fotoğrafını koy, yanına öbürünün fotoğrafını koy. Ancak Erol Olçok, AKP’nin iletişiminin bu kadar pejmürde hâle gelmesini engelleyebilirdi.

Son üç seçimde AKP’nin kendini tekrar ettiğini düşünüyorsunuz….
Son üç seçimdeki bütün kampanyalarını yan yana koyun. Neredeyse aynı filmler, sloganlar, grafik dili… Milletin balık hafızalı olduğunu zannetmek doğru değil. Aynı yemeği ısıtıp ısıtıp önünüze koyuyorlar.

İmamoğlu’nun siyasi kariyeri bundan sonra nereye evrilecek?
Ekrem Bey çok net olarak birkaç şeyi başarmak istiyor. Birincisi, İstanbul’un gelmiş geçmiş en başarılı belediye başkanı olmak. İkincisi, dünyanın en demokrat belediye başkanı olmak. Bu vizyonları ortaya koyabilmek tarihi bir iş. Bu ikisini sağlayabilirse sadece ülkenin değil yakın coğrafyanın geleceğini değiştirir. Ekrem Bey’in yurt dışı gezilerinde dünyanın çeşitli yerlerinden insanların gösterdiği saygıya şahit oldum. Yakın zamanda bu ülkeden hiçbir siyasetçi dış dünyada bu kadar büyük bir saygı görmedi. Türkiye’nin geleceği adına ciddi bir umut. O yüzden “İmamoğlu varsa umut var” dedik. Her şey çok daha güzel olacak.


İLGİNİZİ ÇEKEBİLİR – ‘AKP MEDYASI MİLYARLAR HARCADI, AMA BAŞARAMADI’

Emrah Temizkan

Kadıköy Anadolu Lisesi ve İstanbul Bilgi Üniversitesi Medya Bölümü’nden mezun oldu. Gazeteciliğe başladığı 2008 yılında 32.Gün'de yapım asistanı ve stüdyo şefi olarak çalıştı. Birand Yapım bünyesinde hazırlanan belgesellerde editör ve yönetmen yardımcısı olarak görev aldı. BirGün gazetesinde muhabir ve editör görevlerinin ardından Diken'de 2014-2018 yılları arasında editörlük ve sorumlu yazı işleri müdürlüğü yaptı. Son olarak Açık Radyo'nun web operasyonunu yürüten Temizkan, serbest gazeteci olarak devam ediyor.

Journo E-Bülten