İsrail-Hamas savaşının ilk günlerinde bölgeye vardım. 15 gün boyunca Gazze sınırından, Kudüs’ten, Batı Şeria’dan, Tel Aviv’den ve Elad’dan Gazete Oksijen için bildirdim. Saniye saniye büyüyen bir insanî kriz karşısında, karşılıklı soykırım ithamları arasında, bir gazeteci olarak gerçeği ve barışa dair olasılıkları aradım.
İsrail-Hamas savaşının üçüncü gününde Tel Aviv’e Türkiye’den kalkan son aktarmasız uçuşla vardım. Dünyanın dört bir yanından havayolu şirketleri, başlayan savaş karşısında İsrail’e uçuşlarını askıya aldıklarını açıklıyorlardı. 7 Ekim’de Hamas’ın İsrail’e sızarak başlattığı Aksa Tufanı Operasyonu sonrasında Gazze’den fırlatılan roketler Tel Aviv’e isabet ediyor; Hamas, bu şehirdeki havalimanını da hedef aldığını söylüyordu. Birçok noktasına sığınak tabelaları konulmuş Ben Gurion Uluslararası Havalimanı’na sorunsuz indim. Aklımda pek çok soru, içimde olayların gidişatına dair büyük bir tedirginlik vardı.
Hamas, İsrail’in o günkü açıklamasına göre yaklaşık 1.200 kişiyi öldürmüş, 200’den fazla kişiyi kaçırmış, İsrail şehirlerine füzeler atmaya ve şehirleri cehenneme çevirme tehditleri savurmaya devam ediyor; İsrail, suyunu, elektriğini, yakıtını kestiği, dünyanın en yüksek nüfus yoğunluğuna sahip olan noktalarından abluka altındaki Gazze Şeridi’ne bombalar yağdırıyor, kara operasyonu için 300.000 yedek askeri göreve çağırmış, bir yandan da Batı Şeria’daki baskısını artırmaya başlamış. Her şey çok hızlı gelişiyordu. Böylesi sıcak bir bölgeye varmanın gerginliğiyse, her saniye büyüyen bu krizi gazeteci olarak yerinde takip etme ve tarafları anlama isteğimin gölgesinde kalıyordu.
Tarihinin en büyük saldırılarından birini yaşayan Filistin’in perspektifini Doğu Kudüs’ten, Batı Şeria’nın “şehitler başkenti” ve “arı kovanı” olarak bilinen Cenin’den, Ramallah’tan ve telefonla Gazze’den yaptığım röportajlardan; İsrail’in perspektifini, Gazze’nin kuzeyinde roket saldırılarının hedefinde olan Aşkelon’dan, 7 Ekim’de Hamas’ın saldırı düzenlediği noktalardan biri olan Gazze sınırındaki Sderot’tan, savaşın başlamasıyla hayalet kente dönen Tel Aviv’den, Batı Kudüs’ten ve Batı Şeria sınırında silahlanan ultraortodoks Elad’dan takip ettim. İsrail’in yaşadıklarını haberleştirmeme bazı eleştiriler de geldi, ancak bu savaşı takip ederken Hamas’ın 7 Ekim operasyonunu, süren roket saldırılarını, rehine krizini ve bunların yarattıkları etkileri atlamak, İsrail kamuoyuna bakmamayı tercih etmek, bence ortaya eksik bir tablo çıkarırdı.
Bagajda çelik yelek, kompozit başlık, gaz maskesi…
Bölgede geçirdiğim sürede hem gerginliğin arttığı Batı Şeria’ya yakın diye, hem kendisi kritik olduğu için hem de her iki perspektifi de alabileceğim bir yer olduğu için çoğunlukla Kudüs’te kalmayı tercih ettim. Birbirinden en fazla birkaç saat uzaklıkta olan şehirlerin arasında beraber çalıştığım mihmandarın arabasıyla seyahat ettik. Bagajda çelik yeleklerimiz, kompozit başlıklarımız, gaz maskesi, bolca su ve kameralarımız vardı. Araba yolculuklarında Gazze’den gelen kâbus gibi görüntüleri izliyor, Filistinli mihmandarın gazetecilik anılarını dinliyor, Oksijen TV için çekeceğim anonsların notlarını hazırlıyordum.
Gazze’ye en çok yaklaşabildiğim nokta, 1.5 kilometre kuzeydoğusundaki İsrail şehri Sderot oldu. Sderot sokaklarında gazetecilerden ve İsrail askerlerinden başka kimse yoktu. Bağlantı yolunun öteki tarafındaysa İsrail obüsleri Gazze’yi vuruyordu. Uzaktan gördüğüm üzeri siyah duman tüten Gazze’de vahşetin tonu gittikçe kararıyor; ibadethaneler, okullar, hastaneler, ambulanslar, sağlık çalışanları, gazeteciler hedef alınıyordu. 15 Kasım itibarıyla (çoğu Gazze’de olmak üzere) 42 gazeteci ve basın çalışanının öldürüldüğü bir savaştan söz ediyoruz. Bu anlamda Gazze’de yaşayan, çalışan ve Gazzeli olan meslektaşlarım, çitin öteki tarafında benim anlamakta zorlanacağım bir sınav veriyorlar.
Evet, Gazze sınırı Hamas’ın hedefinde olması sebebiyle tehlikeliydi. El Ehli Baptist Hastanesi’nin vurulduğu gece Ramallah’ta ortalık savaş alanına dönmüştü. Mescid-i Aksa etrafındaki cuma müdahaleleri sert geçti. Ama çalışırken aklımda ailemin, sevdiklerimin ve memleketimin güvenliği yoktu. Telefonumu ve bilgisayarımı ne zaman şarj edebilirim derdinde değildim. Bir sonraki öğünümün ya da içeceğim suyun endişesinden uzaktım. Öğünlerimi ayaküstü falafelle geçiştirdim, kahveyi otelden buldum, 15 günün sonunda da bir uçağa binip oradan ayrıldım.
“Kurallara uy ki vurulma”
Orada bulunduğum sürede gazeteci olarak çalışmak için gerekli olan geçici basın akreditasyonumu İsrail basın ofisinden teslim alırken elime çekim ve röportaj kurallarının yazılı olduğu bir kâğıt verdiler. Ofiste çalışan adam, “Kurallara uy ki vurulma” deyip güldü. Bence komik bir şaka değildi. Nasıl bir ruh haliyle böyle bir şey söyleyebilmişti?
Evimin anahtarını çantamda taşıdım. Günler geçtikçe ölü ve yaralı sayısı katlandı, güneşli havaya rağmen içimi yoğunlaşan bir kasvet kapladı, içtiğim sigaraların sayısı gittikçe arttı. İsrail Gazze’de katliam yapıyor, dünya seyrediyor, çok sayıda uluslararası aktör savaş kurallarını bile yok sayan bu kanlı tabloyu destekliyor, bu desteği ilan etmek üzere İsrail’e resmi ziyarete geliyordu. Ana akım Batı medyası, olan biteni İsrail’in gözünden takip ettiğini “İsrail savaşta” gibi başlıklarla dünyaya ilan etmekten geri durmuyordu.
Gazze’de gidecek güvenli yer kalmamıştı. Bir yandan Hamas, İsrail şehirlerine roket saldırılarını sürdürüyor, 200’den fazla rehineyi elinde tutuyordu. İsrail, kuzeyde Hizbullah, kuzeydoğuda Suriye ile karşılıklı atışlar yapıyor, savaşın bölgeye yayılması ihtimali büyüyordu. Geceleri Gazze’ye saldırılar sıklaşıyor, televizyondan izlediğim canlı görüntülerde her turuncu parlamanın bir yıkım daha olduğunu bilmenin ağırlığıyla uyuyor, erkenden geceki yıkımın sabah ışığındaki kalp yakan görüntülerine uyanıyordum. Kaldığım otelin kahvaltı salonunda Gazze sınırından, Hamas saldırılarından kaçıp Kudüs’e sığınan aileler kalabalık masalarda güne başlıyorlardı. Batı Kudüs’ün İstiklal’i sayılabilecek Jaffa Caddesi’nde röportaj için konuştuğum kişilerin çoğu da benzer şekilde 7 Ekim’de saldırıya uğrayan noktalarda yaşayan, geçici olarak Kudüs’e sığınan ve yanlarında yeterli kıyafet olmadığı için üst baş alışverişi yapan İsraillilerden oluşuyordu.
“Kimin tarafındasın?”
Hem Batı Kudüs’te hem de Tel Aviv’de konuştuğum İsrailliler’in neredeyse hepsi Hamas ortadan kaldırılmadan barışın mümkün olmayacağını söylüyor, Gazze’nin ve kapana sıkıştırılmış Gazzeliler’in bombalanmasının meşru olduğu görüşünü paylaşıyor, sivilleri Hamas’ı destekledikleri için bir anlamda suçlu bulduklarını ifade ediyorlardı. Bu cevapları duymak kolay değildi ama şu açıktı ki çok sayıda İsrailli kendi şoklarını ve acılarını yaşıyor, tehdidin ne pahasına olursa olsun ortadan kaldırılması gerektiğine inanıyordu. İsrail hükûmetinin öne sürdüğü “bebeklerin kafalarının kesilmesi” iddiası, röportajlarda da sık sık netlik kazanmışcasına dile getiriliyordu. İsrailli bir kadın, bunu örnek göstererek Naziler’in “daha insaflı” olduğunu söylemişti. Bir yandan Savunma Bakanı Yoav Gallant “insansı hayvanlarla” savaştıklarını ifade ediyor, Ulusal Güvenlik Bakanı Itamar Ben-Gvir kendi elleriyle İsrailliler’i silahlandırıyordu.
İsrail meşru müdafaa yaptığını söylüyor, İsrail’de barış yanlısı sesler bastırılmaya çalışılıyor, Gazze için destek paylaşımı yapanlar, her iki tarafın acısına da sahip çıksalar bile işlerinden, okullardan uzaklaştırılıyor, atılıyorlar, hatta kimisinin evi basılıyordu. Savaş karşıtı seslerin azınlıkta olduğu, farklı şehirlerde yaptığım onlarca röportajdan da açıktı. Röportajlar, beni kimi zaman taraf tutmaya açıkça davet ediyordu. Tel Aviv’in protesto noktası Kaplan Caddesi’nde rehineler için sürdürülen eylemde elinde pankart tutan bir kadının yanına gittiğimde bana, “Kimin tarafındasın” diye sordu. Bir tarafı tutmadığımı, tüm sivil ölümlerine üzüldüğümü gördüğünde konuşmaya gönüllü olmadı.
Aynı eylemde karşılaştığım 70 yaşındaki İsrailli bir adam dışında iki hafta boyunca konuştuğum tüm ateşkes yanlısı seslere kendim ulaştım. Bunlardan birisi İsrail Komünist Partisi ile diğer sol grupların oluşturduğu bir ittifak olan Barış ve Eşitlik İçin Demokratik Cephe (Hadaş) üyesi milletvekili Ofer Cassif’ti. Gazze’deki saldırıları kınadığı ve ateşkes çağrısında bulunduğu için İsrail parlamentosu Knesset’in etik kurulundan 45 gün uzaklaştırma cezası alan Cassif ile yurtdışında olduğu için telefonla görüşebildim. Üzerinde büyük bir toplumsal baskı olduğunu ama inandığı yoldan sapmayacağını söyledi. Bir başka barış yanlısı ses, “Standing Together” adlı Arap-Yahudi taban hareketinden Sally Abed’di. Abed, Filistinliler’in on yıllardır işgal altında yaşadıklarının altını çizdi, kalıcı barışın karşılıklı haysiyetli ve özgür yaşam hakkına saygı duyularak sağlanacağını anlattı ve barıştan hiçbir dönemde bu kadar uzaklaşılmadığına dikkat çekti. Bu anlamda beni en çok düşündüren röportajlardan biri oldu.
Biber gazı alan mihmandar
Bir yandan Gazze’de sivilleri öldürmeye devam eden İsrail, Batı Şeria ve Doğu Kudüs’te de Filistinliler üzerindeki baskısını artırıyordu. Gazze’ye erişemiyordum ama buralardan bildirebilirdim. Doğu Kudüs’te İsrail askerleri tarafından Filistin marşı söylediği için vahşice katledilen 24 yaşındaki Ali Abbasi’nin ailesiyle konuşmaya gittim. Askerler, önce Ali’yi vurmuş, ardından merdivenden aşağıya sürüklemiş, sonra sokağa gelen iki ambulansın geçişine izin vermemiş ve saatler süren ölümüne canice sebep olmuşlardı. Ali kan kaybettiği dakikalarda abisinin evlerinin damından çektiği videoları izledim. Abbasi’nin teyzesinin söylediği “Filistinli olmak hep zordu ama hiç bu kadar zor olmamıştı” cümlesi ikinci haftanın haberinin temelini oluşturmuştu. Zor bir röportajdı.
Bugünlerde de devam ettiği üzere, her gün Batı Şeria’nın ve Doğu Kudüs’ün farklı noktalarından yeni İsrail operasyonları ve ölüm haberleri geliyor, yüzlerce Filistinli gözaltına alınıyordu. Batı Şeria’nın kuzeyindeki Cenin’de bir caminin vurulduğunu ve iki kişinin öldürüldüğünü duyunca gidip görmek ve oralılarla konuşmak istedim. Oraya giderken çok sayıda güvenlik noktası geçtik.
İsrail’e karşı silahlı direnişin kalesi sayılan ve aslında bir mülteci kampı olan Cenin, mizacı sert bir yerdi ve buraya her an yeni bir operasyon yapılabilirdi. Az katlı evlerin birçoğunun dış cephelerinde şehit saydıkları genç yakınlarının fotoğrafları; sokaklarda genç, silahlı Filistinliler’in posterleri ve duvarlarda mermi izleri vardı. İsrail, ocak ayından savaşa kadar buraya kuşatma, hava saldırıları ve meskûn mahal çatışmaları içeren üç büyük baskın yapmıştı. Sene başından 7 Ekim’e kadar İsrail güvenlik güçlerinin Batı Şeria’da öldürdüğü Filistinli sayısı çocuklar dâhil 184’ü bulmuş, önceki seneleri geçmişti. Savaşın başından bu yanaysa en az 200 Filistinli Batı Şeria’da ve Doğu Kudüs’te öldürüldü. Konuştuğum Ceninliler, bu noktada barış değil zafer aradıklarını söylediler.
“Gazze’den sonra sıra Batı Şeria’ya gelecek.” Bu endişeyi birçok kişiden duydum. İsrail hükûmetinin açıklamaları bu korkuları doğrular nitelikteydi, Başbakan Binyamin Netanyahu’nun savaştan iki hafta önce Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nda takdim ettiği “yeni Orta Doğu haritasında” İsrail’in Batı Şeria, Doğu Kudüs ve Gazze’yi de kapsıyor olması hafızalara kazınmıştı. Sistematik olarak evleri yıkılan, toprakları çalınan, kendi topraklarına dönemeyen, dışlanan ve öldürülen Filistinliler için, Gazze’deki saldırılar ikinci bir “Nekba” korkusunu da doğuruyordu.
Nitekim savaşın başından bu yana 1,6 milyon Gazzeli yerinden edildi ve Gazze’deki yapıların yarısı tamamen ya da kısmen kullanılamaz hâle geldi. Bu korkuları taşıyan ve Hamas’ı doğrudan desteklemiyor olsalar bile bu savaşta Hamas için dua ettiğini söyleyen birçok Filistinli ile konuştum. Çoğu, Hamas’ın 7 Ekim saldırılarını, Batı Şeria’da, Kudüs’te ve Gazze’de on yıllardır süren işgale, zulme ve askeri yönetime bir tepki olarak yorumluyorlardı.
Batı Şeria’yı İsrail’den ayıran beton duvar, Filistinliler’in altında yaşadıkları “apartheid” rejiminin simgesiydi. Duvarın İsrail tarafında geçici basın akreditasyonumu, Filistin kısmında uluslararası basın kartımı kullandım. Gün içinde bazen hem İsrailliler hem Filistinliler ile röportajlar yaptım, yazılarım için izlenimler biriktirdim, karşılıklı soykırım ithamları arasında gerçekte kalmaya çalıştım. Bana en belirgin görünen gerçek, Filistinliler’in İsrail karşısında bir varoluş mücadelesi içinde olduğu, ABD’nin yanıbaşında savaş gemilerini beklettiği ve dünyanın buna seyirci kaldığıydı.
Gün geçtikçe toplumsal ayrışmanın derinleştiğini gördüm. Çalışmanın ilerleyen günlerinde Kudüs’te görüştüğüm genç bir Filistinli, hiçbir şey yapmamasına rağmen işe giderken onlarca İsrailli’nin etrafını sararak kendisini darp ettiklerini anlattı. İkinci haftanın sonuna doğru beraber çalıştığım Filistinli mihmandar, bir benzin istasyonundan biber gazı satın aldı. 14 yıldır mihmandar ve foto muhabiri olarak çalışan meslektaşım, ilk defa böyle bir ihtiyaç hissettiğini paylaştı.
Dönerken ardımda, bulduğumdan daha dolanık bir düğüm bıraktım. İsrail havayollarıyla Atina’ya uçtum, oradan da İstanbul’a geldim. Çakışan hikâyeler ve katlanan acılar aklımda kalanlar oldu.
İLGİLİ:
Yüzlerce gazeteciden Gazze için açık mektup: İsrail’i ve Batı medyasını kınadılar
‘Anne, ben Afganistan’a gidiyorum’: Taliban sahasında kadın muhabir olmak