Görüş

‘Anne, ben Afganistan’a gidiyorum’: Taliban sahasında kadın muhabir olmak

Gazeteci Nimet Kıraç, Afganistan'da bir haber fotoğrafı çekerken

Taliban, tarihinde ikinci defa Afganistan’da yönetimi ele geçirdi. Haklarından ve belki de en çok gelecek umutlarından mahrum kalan milyonlarca Afgan vatandaşı ülkelerinden kaçmaya başladı. Tüm bunlar, sahada çalışmayı seven bir muhabir olarak beni önce Kabil’e, sonra Taliban’ın kalesi sayılan Kandahar’a götürdü. Peki “kadın başıma” nasıl yolculuk ettim? Kılık-kıyafet, yiyecek, güvenlik konularını nasıl hallettim? Bir gazeteci olarak karşılaştığım sorunları nasıl çözdüm? Yanıtlar, retrospektifte.

Taliban, 11 Eylül saldırıları sonrasında El Kaide’nin kurucu lideri Usame Bin Ladin’i ABD’ye bir yemin uğruna teslim etmeyen Peştun milliyetçisi, cihatçı ve silahlı bir grup. Bavulumu hazırladığım anlarda Afgan devlet mekanizmasında tüm giriş-çıkış izinleri, çalışma izinleri ve basın faaliyetleri bu grubun denetimine girmişti. Taliban ile muhatap olmadan Afganistan’da herhangi bir faaliyette bulunmak, yeni koşullarda artık imkânsızdı. Sokakta yürümek bile…

Yıllanmış AK-47’leri ile Afgan kırsalında yıllarca sosyokültürel ve bir noktaya kadar da politik hüküm süren Taliban, Afganistan’ın 20 yıllık ABD işgali süresince tekrardan kontrolü tekrar ele geçireceği günleri gözlemişti. ABD, Joe Biden’ın başkan seçilmesinin ardından Güney Asya ile Orta Asya’nın kavşağındaki bu ülkeden askerlerini çekeceğini açıklayınca Taliban geçen yaz birkaç hafta içinde tüm vilayetleri tek tek ele geçirdi. Cumhurbaşkanı Eşref Gani Afganistan’ı terk etti ve Taliban Başkanlık Sarayı’nı basıp devletin de yeni hakimi oldu.

Bir Türk vatandaşı olarak Afganistan’a gitmek işimi kolaylaştırıyor, bir kadın olarak gitmekse zorlaştırıyordu. Türkiye-Afganistan ilişkilerinin tarihi ve mevcut iktidarların birbirlerine dair olumlu mesajları nedeniyle Afganistan’da bir Batılı kadar “yabancı” karşılanmamayı, en azından “kafir” ithamlarıyla karşı karşıya kalmamayı umuyordum.

İsmimin Nimet olması bir avantajdı. Esmer olmam da artıydı. Geçmişte sıcak bölgelerde saha muhabirliği ve yapımcılık yapmıştım. Kendimi tanıyor ve yüksek strese verdiğim reaksiyonları az çok biliyordum. Ancak bir kadın olarak başıma gelebileceklerin ihtimalinin sınırı yoktu ve bu ihtimaller pek de renkli, iç açıcı sahneleri akıllara getirmiyordu.

Yolculuğa Pakistan üzerinden başladım

Dünya, Taliban ile yeni tanışmıyordu nitekim. 1996-2001 yılları arasındaki ilk Taliban iktidarı döneminde işkenceye maruz kalan, recm adı altında taşlanarak infaz edilen insanların hikâyeleri; sanatçıların, muhaliflerin, bireysel hak savunucularının ve kadınların yaşadığı zulüm unutulmamıştı.

Almam gerektiğini düşündüğüm tüm güvenlik önlemlerini aldıktan sonra, Pakistan’ın başkenti olan İslamabad’a tarifeli uçakla yola çıktım. İslamabad’a varınca ön camında Türk bayrağı olan sedan arabayla, Pakistanlı bir şoför ve denk geldiğim bürokratla batıya doğru dört saat kadar yol aldım. Bölgenin tarihi gerilim noktası ve kültürel kesişim sahası olarak geçmişin izlerini taşıyan Hayber Geçidi ve Durand Hattı’nı geçerek Torkham Sınır Kapısı’ndan Afganistan’a girmeyi planlıyordum.

Taliban kültürünün etkilerini arabanın pencerelerinden gördüğüm kadınlardan bile okuyabildiğim Pakistan’ın Peşaver vilayetinden Afganistan’ın Celalabad şehrine geçtim. Kabil’e kadar dört saat daha sürecek yolculuğumda, kendisini “Irak ve Şam İslam Devleti” (IŞİD/Daiş) diye isimlendiren ve Birleşmiş Milletler’in terör listesinde olan örgütün hüküm sürdüğü bölgeleri de kat edecektim. Pakistan bana çıkış damgasını vurduğu anda ben artık, arayan için, dünyanın hiçbir yerinde olacaktım.

1. Kılık-kıyafet: Gültepe’den aldığım ferace ve spor ayakkabılar

Yeşil ve tropik sayılabilecek atmosferinden ayrılmadan önce İslamabad’da yalnızca saçımı hafifçe kapatacak bir şal sallamıştım başımın üzerine. Afganistan’ın doğusunda kalan ve Pakistan’ın en batısında yer alan, Taliban’ın köklerinin de buradaki medreselere dayandığı Peşaver eyaletine yaklaştıkça, yol kenarlarında durup biraz daha kapandım ve saçımı tamamen örtmek için siyah bir bone taktım. Üzerime siyah, upuzun, kollarımı ve bacaklarımı sonuna kadar kapatan feracemi giydim. Beyaz spor ayakkabılarım, İstanbul’da Gültepe’den aldığım tesettürün altında neredeyse görünmüyordu. Ömrümde ilk defa bu kadar kapsamlı kapanmıştım.

Torkham Sınır Kapısı’na geldiğimde, Taliban ile ilk defa karşılaştım. Orada kimse gözlerime bakmıyordu. Kadının insan sayılmaması ne demek, ipucunu o zaman aldım. Yanımdaki kişiye gelip bana burnumu kapatmalarını söylediklerinde ise durumun vahametini idrak ettim. Sinirlendim, birkaç saniyelik bir direniş gösterdim, ancak sonunda yalnız gözlerim açık kaldı. Ya böyle olacaktı ya da Afganistan’a giremeyecektim.

Sınır kapılarını henüz birkaç hafta önce hakimiyeti altına almış olan Taliban üyesi, ezan okunurken bile telefondan Taliban marşı dinliyordu. Bana elleriyle “Kenarda dur” hareketi yapıyordu. Omuzlarına astıkları keleşlerle ve plastik terlikleriyle volta atıp güç gösteriyorlardı. İşin aslı, Taliban, sınır yönetmeyi ve sınır bürokrasisini bilmiyordu. Ama bana “Kapan” demişlerdi ve bu konu kapanmıştı.

Kabil’e vardığımda, çevremdeki tüm erkekler Afgan elbisesi giyiyorlardı ve sakalları uzundu. Kadınların hepsi, gözlerine kadar kapanmamışlardı. Anlaşılan Kabil bu konuda nispeten rahattı. Ancak kimse kot pantolon giymiyordu, marka taşımıyordu; zaman durmuştu, insanlar uyumluydu.

Afganistan’da nereleri ziyaret edeceğim konusunda bir fikir sahibi olduktan sonra, yolcuğun  geri kalanında iyice kapanacağım aşikar oldu. Çünkü Taliban’ın doğal başkenti ve sıfır noktası olarak adlandırılan, ülkenin Kabil’den sonraki en büyük şehri olan ve güneyde yer alan Kandahar da rotama girdi.

Taliban’ın doğal başkenti Kandahar’a giderken

İç hatlar uçuşuna binmek için, henüz birkaç hafta önce ABD güçlerinin çekilmesiyle ve on binlerin ülkeden çıkan son tahliye uçuşlarına yetişmek adına akın edişiyle talan edilmiş, eski ismiyle Hamid Karzai Havalimanı, yeni adıyla Kabil Havalimanı’na geldim. Katarlı görevlilerin telsizleri ve safari şapkalarıyla yeni ekipmanların montajlarını yaptıkları ve darmaduman olmuş kontuarları yerleştikleri esnada, çevremde yüzü açık kalan tek bir kadın olmadığını fark ettim.

Erkekler çeşitliydi; başında sarık olan vardı, Pençşir kepi olan vardı. Beklerken, Agence France-Presse’e (AFP) çalışan Türk bir foto muhabir tanıdığımla karşılaştım; en çok normal t-shirt giyiyor olmasına şaşırdım. “Ben kapalı giyinmeyi sevmiyorum ya” dedi. Bir kadın olarak şahsımın öyle bir lüksü maalesef yoktu.

Havalimanı güvenliği sağlanamadığı ve işleyiş konusunda aksaklıklar mevcut olduğu için nadir yapılan iç hatlar uçuşlarını beklediğim anlar, Kandahar’ın muhafazakâr, kırsal, ataerkil anatomisinin bir ön perdesiydi. Kandahar, kadınların %99 burka giydiği bir yerdi. Sıklıkla gece mavisine yakın pastel tonlarda dikilmiş burkalar, kadınların gözlerini dahi ipten kafesler ardında bırakıyordu.

Burka giymedim, ancak Kandahar’da kaldığım beş gün boyunca yalnızca gözlerim açık, simsiyah kumaşlar içinde gezdim. Bone, ferace, namazlık üzerimden eksik olmadı. Güneş gözlüğü takmam bile marjinal sayıldı. Sigara içmek bir kadına kültürel olarak yasaktı. Hava sıcaktı.

2. Sırtı dönük yapılan bir söyleşi

Ömrümün en ilginç birkaç röportajını Afganistan seyahatimde yaptım. Önce, absürt olanından başlayayım. Absürt kelimesinde yargı var, değil mi? Evet var, çünkü bahse konu röportaj düzeneğinin kendisinde oldukça bariz bir yargıya maruz kaldım. Ömrümde ilk defa bir grup erkek bana sırtını dönerek, bana bakmadan sorularıma yanıt verdi.

Kandahar’dan Kabil’e döndükten birkaç gün sonra, eskiden Sağlık Bakanlığı himayesinde bulunan ahşap müstakil bir binada, Taliban’ın Kabil emniyet güçleriyle görüşmeye gittim. Gitmeden önce mihmandar, başka birisi aracılığıyla kendilerine ulaştı. Bizi bekliyorlardı.

Beni geniş bir odanın köşesinde yer alan boş bir toplantı masasının ucuna oturtup kendilerinin odanın diğer tarafında oval halinde gruplaşarak oturacaklarını hiç beklemiyordum.

Ben, soruları bağırarak mihmandara soruyordum. Mihmandar, emniyet ekibine diğer köşede sözlerimi çeviriyor, aldığı cevabı bana yüksek sesle iletiyordu. Bu gelgitlerin arasında da birkaç dakikalık zaman vardı. Aralarda üzüm yedim, nasılsa kimse görmüyordu.

Kandahar’da Taliban’ın kurucu kadrosundan Molla Şah Ahund ile mazbut medresesinde yaptığımız söyleşi, çok daha normal koşullarda gerçekleşti. Aslında Taliban’ın tohumlarını atmış birisi olan molla ile bir kadın olarak karşılıklı yerde oturup söyleşmek ilginçti ama anekdotların yıldızı bu emniyetçiler oldu.

Bir enteresan söyleşi de, yine Kandahar’da, Taliban’ın örgütlendiği medresede, oraya giden ilk Türk kadın gazeteci olan ben ile yine Taliban’ın kurucu kadrosundan bir molla arasındaydı. Molla, benim Müslüman olup olmadığımı çevirmene sordu, soruyu anlayınca ben çantamdan Gültepe’den aldığım pembe kapaklı cep Kuran’ını çıkardım. Molla, çok beğendi, “Maşallah” dedi, öpüp başına koydu ve kendisine hediye etmemi istedi. Elbette ettim.

Sengisar köyünde, Taliban’ın kurucu lideri Molla Ömer’in evinin önünde, Kandahar’ın sıcağında ayakta yaptığımız söyleşi, Taliban’ın Sovyet güçlerine karşı ne sebeplerle örgütlendiğine dair çok önemli bilgiler sundu bana. Ertesi gün, ABD’nin hava saldırılarına yıllarca maruz kalmış yerleşkeye bir defa daha gittik, bu sefer çok daha mutlu bir kabul ile karşılaştık.

Afganistan’da bulunduğum süreçte onlarca kadınla konuştum. Çoğuyla evlerinde, burkalarını ve başörtülerini çıkardıkları güvenli ortamlarında görüştüm. Çünkü birincisi, sokakta çok fazla kadın yoktu; ikincisi, bir kadının bir yabancıyla röportaj yapması bir güvenlik zafiyeti oluşturabilirdi.

Kadın olmanın avantajı, Sengisar’daki yerleşkede kendini açıkça gösterdi. Molla Ömer’in damadı olan yeni Taliban hükûmetinin başbakanı Molla Baradar’ın, medresenin hemen yanındaki evinin avlusunda dolaşıyordum. Çevreme uçuşan kelebekler gibi doluşan çocuklar, bana Peştunca “Gel” dediler ve bir evin içerisine götürdüler. Orada, uzun saçları boncuklarla örülü bir kadın beni içeriye buyur etti. Yerde bir bebek uyuyordu. Çevirmen giremediği için konuşamadık, ancak kadın hemen çay koymak istedi, yere minder serdi. Konuşmadık, ama anlaştık.

Hükûmet sözcü vekili Samangani ile Kabil’deki Kültür ve Enformasyon Bakanlığı’nda yaptığım söyleşi ise alışkın olduğumuz resmi söyleşi tarzına yakındı. Karşılıklı koltuklarda oturduk; ben sordum, o bazen kızdı sorularıma, ama çoğunu cevapladı. Resmiyet, Afganistan’da da resmiyet.

3. Bireysel güvenlik önlemleri ve hazırlık süreci

“Anne, ben Afganistan’a gidiyorum.” Aileme gideceğimi nasıl söylediğimi soranlara cevabım bu. Bir telefon açıp Afganistan’a habere gittiğimi söyledim. İlk sıcak bölge görevim değildi, ancak annem tam olarak durumu anlamamış olacak ki ertesi gün vize işlemlerimi yaparken beni aradığında, “Neden vize alıyorsun?” dedi. “Anne, dedim ya, Afganistan…” deyince anladı durumu. Hani genel bir ifadeyle, “Bir ara Afganistan’a giderim” dediğimi sanmış.

Ailenizle ve güvendiğiniz yakınlarınızla iletişim kurmak, onlara hangi otellerde kalacağınızı bildirmek, gece yatağa girmeden hayatta olduğunuzu, iyi olduğunuzu söylemek bir tercih meselesi ancak bunları yapmak sahada bana da bir güvenlik hissi sağladı diyebilirim.

Türkiye Dışişleri Bakanlığı’na haber verdikten sonra Afganistan ve çevre ülkelerdeki misyonlar ile gerekli koordinasyonun sağlanması ve Afganistan’daki mevcut iktidarla iletişim kurulması gerekiyordu. Bunları yapmadan yola çıkmanın çok da makul olmadığı görüşündeyim oradaki deneyimimden sonra. Özellikle Taliban’dan çalışma izni almadan yola çıkarsanız, orada, bir meslektaşımın sözleriyle, “belki öldürülmezsiniz ama sürünürsünüz.” Kesin bilgi, yayalım.

Taliban ile yazışmalara başlamadan önce, WhatsApp’ta yıllardır duran, çimlerde yatarken straplez üstle kitap okuduğum kare pek de hoş karşılanmayabilir diye düşündüm. O fotoğrafı vesikalık, mutaassıp bir hâlimle değiştirdim. Sosyal medya hesaplarım zaten gizli olduklari için bir sorun olmazdı.

Olası bir kaçırılma durumunda yanımda bulunabilecekler de önemli bir hazırlık mevzu oldu. Renkli, üzerinde marka, damga, logo olan tüm kıyafetlerimi bavul yaparken eledim. Orası için gerekli kıyafetleri edindim, ekipmanımın çalışıp çalışmadığını kontrol ettim ve hızla yola koyuldum.

4. Sıcak bölge psikolojisi ve saha muhabirliği

Kabil’de bulunduğum süre boyunca iki, Afganistan’da olduğum süredeyse ülkede sanırım 7-8 patlama, yani bombalı saldırı oldu. Bunların bir çoğunu IŞİD üstlendi, bazılarıysa basına bile yansımadı; kırsalda olan birkaçını köylülerden duyduk.

Kabil’deki patlamaların ardından çatışma sesleri başlayınca elçiliğe sığındım. İkincil patlamalara aşina olduğum için olay yerine ivedi bir şekilde gitmedim. Bu, tercih meselesi. Ben, ajans muhabiri olmadığım ve sıcak haber yetiştirmediğim için, ortalığı kolaçan edip gitmek sorun olmadığı gibi aynı zamanda mâkul olan seçenekti.

Gazetecilerin sıkça konakladığı bir otelde kalmayı tercih ettiğim için lobide veya restoranda vakit geçirmedim. Zira Şanlıurfa’nın Akçakale ilçesinden hatırladığım üzere, lobiler saldırılara sıkça hedef olabiliyorlar. Onun dışında, Afganistan’ın çöken ekonomik atmosferinde, haftada bankadan en fazla 200 dolar çekebildikleri için gece 03.00’te sıraya girmeye başlayan vatandaşların oluşturduğu banka kuyruklarından ve önünde izdihamvâri sahneler oluşan İran Büyükelçiliği ve başka ülkelerin aktif misyonlarının önünden geçmektense arka sokakları tercih ettim. Burada aldığım önlem, kısaca, dışarıda işim her neyse onu bitirip bir an önce odama dönmek oldu.

İki hafta kaldığım Afganistan’da, on günden sonra sinir bozukluğu baş gösterdi; gelene gidene çatmaya başladım. Bunun açıklaması benim için şu: “Nerede patlama olur,” burada Taliban var mı,” “saçım görünmüyor umarım” gibi maddeler kafamda on gün boyunca her saniye döndükten sonra yoruldum.

Kandahar’ın, Pakistan’ın yine Taliban merkezi olan Quetta vilayeti sınırındaki Spin Boldak sınır kapısına gittiğimde, orada birkaç hafta önce Pulitzer Ödüllü Reuters foto muhabirinin öldürüldüğünü biliyordum. Aslına bakarsanız Afganistan’da nereye adım atsam, kara hikâyelerin ardına orada olduğumdan, psikolojik “staminam,” batarya bitercesine günbegün azaldı.

Kara hafta: 3 ülkede 3 gazeteci öldürüldü

Afganistan’dan çıkarken yine Kabil’den Peşaver’e, Celalabad’ı geçip arabayla dönmem gerekiyordu. Kabil’den Özbekistan sınırına kadar araçla 14 saat yol yapmam, elçilik tarafından kabul gören bir opsiyon olmadı. Yer yer IŞİD hâkimiyetinde olan Celalabad’ı kat ederken artık ülkenin her yerinde olduğu gibi, her birkaç kilometrede bir Taliban kontrol noktasından geçmem gerekiyordu. Bu geçişler zor olmasın diye şoför, yanına 8 yaşındaki yeğenini de almak konusunda ısrar etti. Aile gibi göründüğümüzden hiç durdurulmadık.

On beşinci günün sonunda, ülkeme dönmek için can atıyordum. On milyonlarca travmatik hayat öyküsünü ardımda tamamen bırakamayacağımı, önceki deneyimlerimden ötürü biliyordum. Ancak Afganistan, umudun yokluğu konusunda gerçekten ekstrem bir ülke. Hâlâ düşünüdükçe nefesim daralıyor, içim sıkılıyor.

Dönüşümde “Çok cesursun” veya “Delisin” sesleri arasında karşılanmam şaşırtıcı olmadı ancak her seferinde cevabım şu minvalde oldu: “Oraya macera aramaya giden yoktur. Bu cesaret, mesleki amaç ve etikten bağımsız bir adrenalin arayışı değil.”

En azından benim için değil. Arkamda bıraktığım sevdiklerim ve uluslararası ilişkiler bağlamında başıma bir şey gelmesinin doğurabileceği sonuçlar, anbean aklımda oldu. Bu, ne demek? Basit anlamda, sağduyulu davranmak demek. Tekrar altını çizmek isteyeceğim konu şu: Kendinizi, tepkilerinizi tanıyınız.

Çantanızdan kapalı su, hızlı aramanızdan elçilik, telefonunuzdan şarj, lugatınızdan öz denetim eksik olmasın derim. Hatırlayalım; en faydalı haberci, evvela hayatta kalan habercidir.

5. Vejetaryen muhabir

Afganistan’ın et yemekleri konusunda methini çok duydum, ancak Adanalı olsam da yıllardır vejetaryenim. Et, tavuk, balık yemiyorum ve kimi koşullarda, sahada beni en çok düşündüren konulardan birisi yemek opsiyonlarım olabiliyor.

Meslektaşlarım topluca dürüm sipariş ederken alternatif düşünmeye alışkınım. Bu sebepten, Güneydoğu Anadolu’da humus veya tost, Karadeniz’de pide, daimi pratik kurtarıcılarım oluyorlar. Peki Kabil, yine başkent olduğu için bir derece diyelim, ama Kandahar’da beş gün boyunca ne yiyecektim?

Bu Asya ülkesinde, Uzak Doğu, Hindistan ve Türkî cumhuriyetlerin etkilerini, tabaklarda açıkça görmek mümkündü. Özbek pilavı, ki içinde yasemin pirincine benzer ama daha diri bir pirinç var, kuş üzümü, havuç ve az biraz yağ kullanılan, oldukça lezzetli ve aynı zamanda hafif sayılabilecek bir pilav türü. Afganistan yolculuğumda benim iki haftalık kurtarıcım oldu.

Yanında “salat” adını verdikleri yoğurtlu makarna ve domates söğüş yedim, bir de körili nohut. Turuncu renk bir tabak olarak sunulan körili nohutun mercimek versiyonu da vardı ancak bana fazla ezilmiş geldiği için nohutu tercih ettim. Yanında kimi zaman yoğurt yedim, bazen manda sütünden ayran içtim, ki ona çok bayılmadım ancak doğal olduğu kokusundan belliydi.

Afganistan’da bir vejetaryen ne yer sorusunun ötesinde, yeme kültürünün yer sofrası üzerine kurulu olması ilgimi çekti. Lokantalarda özel odalar var, siz bir odayı tutuyorsunuz ve oradaki yer sofrası, kalkana kadar locanız oluyor. Artık sigara mı içersiniz, biraz uyur musunuz, size kalmış.

Kahve sevenler için çok doğru bir coğrafya değil; sıklıkla yeşil çay veya sütle kaynattıkları, biraz ağır gelen baharatlı çayları var. Kahve seviyorsanız yanınızda mutlaka bir çözüm önerisiyle gitmeniz tavsiye olunur. Kahveyi benim gibi sigara ile tüketenlerdenseniz de, 25 paket sigara götürdüğümü söylemeliyim. O kadar çok tüketmeseniz de, gerekirse minimal rüşvet ve takas ürünü olarak iş gören sigara paketi taşımakta fayda var. Bir defasında da Türk bayraklı bir çakmak hediye ederek gergin bir ortamdan kurtuldum.

Otellerden aldığım su şişelerine sarıldım. Zira Kandahar’da dışarıda satılan pet şişeler, doldurma olduklarını bağırıyorlardı. Yıllar önceki Tanzanya seyahatimde meslektaşımın tifüs kapıp günlerce ateşler içinde kıvrandığı ve bir tam günümüzü yıkık dökük bir acil serviste geçirmemiz, su konusunda kulağıma bir küpe.

Bunun dışında atıştırmalık olarak paketli alınacak abur cuburun da taze olmayabildiğini gördüğümden, meyve stantlarını kaçırmadım. Türk markasından fındık bulunca da depoladım. Giderken yanıma almayı unuttuğum tek şey protein bardı, orada “unutmasam iyiymiş” dedim çok defa.

6. Kaynaklar ve kaynakların güvenliği

Taliban’ın eylül ayında gazetecilere işkence edip sonra basına gösterdiği anların yansımalarını gördünüz mü? Gördükleriniz görmediklerinizden çok daha azsa, kaynakların güvenliği o denli mühim bir ortamda çalışıyorsunuz.

Arkası dönük söyleşi yaptığımız Taliban Kabil emniyet sorumlusunun aktardığına göre, artık ağır cezai işlem yapılacak suçlar işlenmiyormuş. Kendisine hapishanelere girmem için izin isterken taciz, tecavüz, adam/kadın öldürme gibi suçlara karşı nasıl bir yol izlediklerini sorduğumda, bana “Hiç öyle haberler duyuyor musunuz?” diye sordu. Basın çalışanlarının işlerini korkarak yaptıkları, birçok gazetecinin ülkeyi Taliban’ın gelmesiyle terk ettiği ve yaklaşık 150 medya kuruluşunun şak diye kapandığı bir ortamda, nereden duyabilirim ki; değil mi?

Özellikle konuştuğum kadınların isimlerini gizli tutmak, röportaj yaptığım ortamı tasvir ederken ailelerin hayatını tehlikeye atmaktan kaçınmak ve bu bilgileri yalnızca kendime saklamak, gerekirse Oksijen’deki editörümden bile gizlemek, benim için ön planda kurallar oldular.

Fotoğraf çekerken de mutlaka iki, bazen üç defa sordum “Emin misiniz?” diye. Yüzünü göstermek istemeyen kimseyi zorlamadım, kimseyi ikna etmeye çalışmadım. Benim farklı yollardan da anlatabileceğim bir durum veya hikâye varsa, bunu insanları risk altına alarak yapmayı tercih etmem, ki etik gazetecilik de bunu gerektirir.

Yüzünü göstermek konusunda rahat davranan kaynaklardan yazılı izin almadım ancak söyleşi başladığı andan çıkana kadar ses kayıt cihazımı açık tuttum ve izin konusundaki konuşmalar da orada kayıtlı durmuş oldu. Kimsenin hayatından önemli hiçbir haber olmadığı için, kaynakların güvenliği, Afganistan gibi her köşesi travmatik bir sahada, en ön planda tuttuğum husus oldu diyebilirim.

7. Solo muhabirin ekipmanı

Yalnızca sokakta etrafınıza bakarak yürümek bile yabancı olduğunuzu ele verirken, fazladan malzeme taşımanın bir alemi yoktu. Aynı zamanda Taliban, onları görüntülerken yakalarsa pek de nazik davranmıyor. Mesela, havaalanında bana fotoğraflarımı sildirdiler.

Yalnızca fotoğraf çekip yazı yazacağımı bilerek gittiğimden, Sony Alpha fotoğraf makinemi götürdüm. Kabil’de de bir elektronikçi dükkânından küçük bir Canon satın aldım. Canon’u satın almamın sebebi, Sony’nin çok büyük bir kamera olmamakla beraber yine de dikkat çekebilecek büyüklükte olması ve ola ki telefonuma bir şey olursa, yanımda küçük bir görsel kayıt cihazının olmasını istememdi.

Aynı zamanda Canon PowerShot S200, küçücük ebatına rağmen 9x zoom özelliğine sahip olduğundan, beni her seferinde şaşırtan uzakları yakınlaştırma görevini başarıyla yerine getirdi. Sıklıkla, bir nevi dürbün olarak kullandım diyebilirim.

Bunun dışında elbette birkaç adet farklı boyutlarda SD kart ve “power bank” götürdüm. Video işi yapmayacağım için mikrofon, ışık, lens götürmeme gerek olduğunu düşünmedim, zira yanımda götüreceğim her ek malzeme bana yük olacaktı. Kararımın isabetli olduğu kanaatindeyim.

Ezcümle, Afganistan’a gitmek isterseniz, siz de Taliban’ı görebilirsiniz. Ancak kendinizi tanımadan ve gerekli önlemleri almadan yola çıkmamanız naçizane tavsiyem olur. Hep söylediğim üzere; kimisi çok iyi adliye muhabirliği yapar, kimisi çatışma bölgelerinde ışıldar. Siz, kimsiniz?

Afganistan dönüşü…

İLGİNİZİ ÇEKEBİLİR – AFGAN GÖÇMENLER TÜRKİYE’DE NASIL HABERLEŞİYOR?

Nimet Kıraç

George Washington Üniversitesi Gazetecilik ve Kitle İletişimi bölümü mezunu. Kariyerine Atlanta'da CNN International'da haber masası editörü ve saha yapımcısı olarak başladı. 2016'da İstanbul'a taşındı. Bir süre haber editörlüğü yaptıktan sonra bağımsız gazeteci olmaya karar verdi. Haber yazıları, fotoğrafları ve videoları Al-Monitor, Financial Times ve Le Figaro gibi uluslararası haber mecralarında yayımlandı. 2019'dan beri New York Times ile bağımsız olarak çalışmalarına devam ediyor. Gazete Oksijen yazarı olarak sosyopolitik perspektifli dosya haber çalışmalarını sahadan sürdürüyor.

Journo E-Bülten