“Bir yanlışın, yalanın, hatanın gücü hiç bu kadar kısa sürede ve etkin şekilde yaygınlaşmamıştı” diyor Yenal Bilgici, dünyada “hakikat-sonrası” deyince akla Türkiye dâhil 3 ülkenin geldiğini söyledikten sonra. “Memlekette Tuhaf Zamanlar, Hakikat-Sonrasıyla Geçen İki Binli Yıllarımız” adlı yeni kitabını Yenal Bilgici ile Burak Kuru konuştu ve yazdı:
Gazetecilik, kişisel gelişiminizi sürekli olumlu yönde etkileyebilecek bir meslek. Bu olumlu gelişmenin bir kısmı ara vermenize müsaade etmeyecek kadar hayatınızı kuşatan bir meslek olmasından, bir kısmı da bu mesleği icra ederken mesainizi paylaştığınız kişilerden kaynaklanıyor. Ben kendimi şanslı hissediyorum, çünkü meslekte örnek aldığım gazetecilerle mesai paylaşma, vakit geçirme hatta dost olma şansını yakaladım.
Dost olunca da şunu gördüm: Meslekte fark yaratmaları boşuna değil. Gündelik hayatlarında da sürekli gazetecilik peşindeler. Dinmeyen merak, bildiğini öğretme arzusu, hiç kaybolmayan vicdan. Yenal Bilgici onlardan biri.
Kişisel bir giriş oldu. Ama az sonra okuyacağınız söyleşide kullandığımız dildeki samimiyetin arka planını anlatmış oldum.
Memlekette Tuhaf Zamanlar, Hakikat-Sonrasıyla Geçen İki Binli Yıllarımız, isminden aldığı pasla tüm dünyayı turluyor ve Türkiye’deki tuhaflıklarla beraber “Yahu bizim bu yaşadığımız nedir” sorusunu kucağımıza bırakıyor. Kitabın sunuşunda “Bugünlere dair en belirleyici dert, hakikatle ilişkimizin her geçen gün zayıflaması. Neyin doğru neyin eğri olduğunu ayırt etmekte günbegün daha da zorlanıyoruz” diyor Yenal Bilgici.
Kitabın sunuşunda son olarak Hazine ve Maliye Bakanı Nureddin Nebati’nin, 21 Aralık 2021 tarihli “Gözlerdeki ışıltı” temalı açıklamasından bahsediyorsun. Kitapla ocak ayının ortasında buluştuk. Yani esasında bir kitap bu kadar güncel olabilir. Şu an Ocak 2022’nin sonundayız ve bu açıklama çok eskiymiş gibi geliyor bize. Çünkü Türkiye’nin gündemi bir saniye aynı kalmıyor. Ne dersin?
Bu bizim çilemiz ama bir bakıma yazıp çizmek için verimli bir yerdeyiz. ‘Memlekette Tuhaf Zamanlar’da, 2000’li yıllarda AKP iktidarıyla şekillenen yeni Türkiye’yi, bu yeni Türkiye’deki tuhaflıkları anlattım. Gerçeklik zemininin ayağımızın altından nasıl kaydığını örneklerle ortaya koymaya çalıştım. Biliyorsun, içinde bulunduğumuz dönem birçok bakımdan “hakikat-sonrası” kavramıyla açıklanıyor. Yani en basit şekliyle açmayı denersem: Kamuoyunu şekillendirmede olgulardan çok duyguların geçerli olması…
Kavramın ismi ileride değişebilir ama bu fena bir tarif sayılmaz. Dedim ya, bu yıllar, bu yeni çağ, bizde AKP dönemi olarak yaşandı; hâlâ da yaşanıyor. AKP’nin kendisi de dev bir duygu makinesi olarak çalışıyor. İktidar ilk başlarda, yani 2000’li yılların ortalarına kadar belki ekonomik yeniden yapılanma sürecinin zorlamasıyla, belki Avrupa Birliği’ne adaylık sürecinin gerektirdiği maddi altyapı neticesinde ister istemez olgulara daha yakın bir görüntü çiziyordu. Ama Gezi sürecinden sonra bir duygu makinesine dönüştü AKP. Hamasi bir duygu makinesine. Başta Cumhurbaşkanı Erdoğan, AKP’nin tüm ileri gelenleri, bugün çoğu tasfiye edilmiş veya ıskartaya çıkartılmış isimler de dâhil olmak üzere herkes yatırımını hep duyguya yaptı. O kadar ki, artık olgularla bir işleri kalmadı. İşte sorduğun örnekte Ekonomi Bakanı, tüketici psikolojisi gibi birkaç unsur bir kenara tamamen olgulardan oluşan bir yapıyı, ekonomi yönetimini, hem de göreve geldiğinin ilk haftasında “gözündeki ışıltıyla” açıklayabildi. Bunun hakikat-sonrasının tam da göbeğinde yaşadığımızın iyi bir örneği olduğunu düşünüyorum.
Hakikat-sonrası çağının en hızlısı olabilir miyiz Türkiye olarak?
Bu çağın, bu kavramın birçok bileşeni var. Bilgiye verilen kıymetin azalması, uzmanlığın değersizleşmesi ve sürekli sorgulanır olması, iktidarların otoriterleşmesi, kurumların içinin boşalması, komplo teorileri ve safsataların, kulaktan dolma her türlü bilginin etkinlik kazanması, yalanların daha hızlı ve etkili şekilde yayılabilmesi… Türkiye’de bütün bu kutucuklara tek tek tik atabiliriz. Ama elbette bunun bir ölçümü yok. Hakikat-sonrası bahsinde ABD mi daha hızlı yoksa biz mi daha hızlıyız? Brezilya mı Rusya mı? Bu tür bir sıralama ancak kanaate göre yapılabilir. Benim kanaatime göre, ABD, Brezilya ve biz bu işin Şampiyonlar Ligi’ndeyiz, diğer herkes başka bir ligde.
Ama kanaatler bir yana, hakikat-sonrasının bazı sonuçları, hem de çok önemli sonuçları ölçülebiliyor. Sözgelimi kutuplaşma. Az önce saydığım faktörlerin tümünden beslenen ve bizimki gibi ülkelerde insanların kamplaşmasıyla iyice güçlenen kutuplaşma, dünyada birçok ülkede gitgide derinleşiyor. Türkiye bu konuda hep ‘case study’lerden biri ve ismi en tepeye yazılıyor. Kutuplaşmanın Türkiye’de zaman içinde nereden nereye geldiğini de isabetle ölçenler var. KONDA’nın ve bilfiil kutuplaşma araştırmaları için kurulmuş TurkuazLab’ın çalışmalarına kitapta da yer verdim. Bu çalışmaların epey de üzerinde durdum; çünkü bizimki gibi ülkeler için esas tehlikeli olan hakikat sonrası kavramının kendisi değil, onun güçlenmesiyle derinleşen kutuplaşma. İşte TurkuazLab’ın Kutuplaşmanın Boyutları Araştırması’ndan çıkan bir sonuç: Kendini bir parti taraftarı olarak niteleyenlerin %91’i kendi tarafını vatansever sayarken, %86’sı diğer parti taraftarlarını bir tehdit olarak görüyor; %84’ü onları “ikiyüzlü” buluyor. Herkes kendi tarafına hem siyasi hem ahlaki bir üstünlük atfediyor. Ortalarda seyreden hemen hemen kimse yok. Çok tehlikeli.
Kitaptan alıntılıyorum. Diyorsun ki: “Şehir haritalarında ‘Şu an buradasınız’ diye bir ibare vardır. İşte biz şu an buradayız. Birçok hazin tesadüfün kesişimindeyiz. Kakutani’nin ‘Hakikat saldırı altında’ dediği nokta burası. Arendt’in ‘Doğru ile yanlış arasındaki ayrıma sahip değil’ diyerek tarif ettiği insan bu çağda yaşıyor.” Tarih bilincinin oluşmaya başladığı dönemlerden beri herkes kendi yaşadığı dönemi en ilginç dönem olarak tanımlıyor. Peki adil bir kıyaslama yapacak olursak, bu dönem de en çılgınlarından birisi değil mi?
Sence öyle mi?
Eriştiğimiz teknolojik imkânları bir kenara bırakıyorum ve bir hile daha yaparak tarihi kendimden başlatıyorum. Bence en çılgınlarından birisini yaşıyoruz. Her şeyin tanığı oluyoruz. Dönemimizin özeti olarak, son dönemlerde sıkça paylaşılan ve Aleksandr Soljenitsin’e atfedilen “Yalan söylediklerini biliyoruz, yalan söylediklerini biliyorlar, yalan söylediklerini bildiğimizi biliyorlar, yalan söylediklerini bildiğimizi bildiklerini biliyoruz, ama hâlâ yalan söylüyorlar” alıntısını aktaracaktım. Ama araştırınca gördüm ki bunları Soljenitsin’in söylediğine dair bir kanıt yok. Bu da yaşadığımız dönemin, tam da senin Memlekette Tuhaf Zamanlar kitabının konusu olabilecek bir başka çılgınlığı.
Çılgınlık açısından sanırım dünya savaşları dönemlerine, büyük göç hareketlerine göre yaya kalırız. Ama tuhaflık açısından, bizimkiyle kıyas kabul edecek az dönem olduğunu düşünüyorum. Biz tarihin neresinde durduğumuzu ne kadar biliyoruz, emin değilim.
Şöyle düşünelim, internet hayatlarımıza girdiğimizde ben üniversiteye yeni başlamıştım. Evimde hâlâ internet öncesinin o büyük bilgi bankaları olan ansiklopediler duruyor. Bizden sonra gelen kuşaklar internetin içine doğdu; üç yaşında tablet kullanmaya başladılar. Bütün bunlar 25 sene içinde yaşandı. Tarihin içinde bir virgül koyacak kadar zaman bile değil ama sonuçları olacak. Gutenberg denen bir girişimci, Mainz şehrinde matbaayı lanse ettiği zaman bu işin nereye gideceği tahmin ediliyor muydu acaba? Ama çağ değişti. İnsanlık değişti. Bilgiyle alışveriş değişti. Beş yüz küsur yıllık bir kültürel birikimin üzerine de internet geldi. Üstelik dünya da küreselleşmeyle beraber küçülmüşken geldi. Muazzam imkânları var internetin. Bilginin demokratikleşmesi, eğitim araçlarının yaygınlaşması, aklınıza ne gelirse…
Bugün işittiğimiz kadar yalanı geçmişte hiçbir zaman işitmemiştik
Ama işte yeni dünyanın küreselleşmeyle kesiştiği noktada pandemiyi de tecrübe ettik. Yalanların, safsataların, komplo teorilerinin nasıl yayıldığını, nasıl organize olduğunu da tecrübe ettik. Hakikat-sonrası dönemin sırrı da işte burada yatıyor. İnsanlık, dilin icadından beri yalan söylüyor ve yalanlara maruz kalıyordu ama bugün işittiğimiz yalanlar kadarını hiçbir zaman işitmemiştik. Bir yanlışın, yalanın, hatanın gücü hiç bu kadar kısa sürede ve etkin şekilde yaygınlaşmamıştı. Doğru ile yanlışı ayırmak bugün çok güç. Kimin, neyin ne olduğunu kısa sürede anlayacak kapasitesi var ki? Ama tehlike bununla da sınırlı değil. Sorunda da bahsettiğin, düşünür Hannah Arendt’in on yıllar önce dikkat çektiği nokta esas tehlike. Arendt, doğru ile yanlış arasındaki ayrımı umursamayan insanın totaliter rejimlerin ideal öznesi olduğunu söylemişti. Ben esas bu umursamazlığın yayıldığını ve totaliter rejimlerin aradığı ortamı bulduğunu ya da bulmak üzere olduğunu düşünüyorum.
“Evimde hâlâ ansiklopediler duruyor” dedin az önce. Kitapta da ansiklopedilerin, Britannica’ların, Larousse’ların orta sınıfların evinden nasıl çıktığını anlattığın bir bölüm var. Neydi önemi bu ansiklopedilerin?
Hem pratik hem de sembolik düzeyde önemliydi ansiklopediler. Birincisi bilginin eski bekçileri olarak hizmet veriyorlardı; çok da yetkinlerdi. Örneğin açıp bir Ana Britannica’nın künyesine bakarsan, editörlerinden redaktörlerine, yayın kurulundan katkıda bulunanlara hepsinin o dönemin de bugününün de otoritesi olduğunu görürsün. 12 Eylül sonrası üniversitelerden istifa edenler, atılanlar derken müthiş bir kadro toplanmış, ki bu da ayrı bir mesele. Bugünün internet bilgisiyle karşılaştırıldığında, ansiklopediler, evet sınırlı, evet birtakım dünya görüşlerine bağımlı ama neticede güvenilir denilebilecek bir bilgi birikimi sağlıyordu.
Gazeteler ansiklopedi vererek milyonluk tirajlar görmüştü
Doksanlarda bu tür ansiklopedileri kuponla vermek için gazeteler büyük bir savaşa tutuşmuştu. Bu sayede altın dönemini de yaşadı gazeteler, milyonluk tirajlar gördüler. Çünkü insanlar bilgiye önem veriyordu. Dahası bilgiyi, eğitimi bir sınıf atlama vesilesi olarak da görüyorlardı. Orta sınıf, işçi sınıfı hep kupon kesti doksanlarda. Ansiklopediler evin en güzel yerlerine, salonlardaki büfelere yerleşti. Çocuklar dönem ödevlerini o ansiklopedilere bakarak yaptı ve bu çocuklar büyüdü, üniversiteye girdi. Sonra da 2001 kriziyle darmadağın oldular. Sınıf atlama heveslerinin duvara çarptığı ilk dönem buydu.
Derken internet geldi. Derken orta sınıflar internetten gelen her bilginin gerçek olduğunu düşündükleri bir ara dönem yaşadı. Derken bu bilginin gerçek olmayabileceğini gördüler ama artık fark etmiyordu. AKP Türkiyesi’nde sınıf atlamanın, toplum içinde ilerlemenin de bilgiye, eğitime ve liyakata bağlı olmadığı ayan beyan ortaya çıkmıştı. Bu arada ansiklopediler de zaten gözden düşmüş ve büfelerden çıkarılmıştı. Bana kalırsa, üzücü bir son ve bu son sadece çağa yenilmekle ilgili değil. Ansiklopedileri veren eski medya da bugün aynı kaderi paylaşıyor ama bence hâlâ eski usul haberciliğe dayalı, sorumluluğa dayalı o yapının iyi uygulanmış versiyonlarının bugün iş yapma şansı var.
Kitapta Journo’ya atıf yaptığın bir haberden yola çıkalım. “Yalancının kâr payı” kavramından bahsedeceğim. Bir haberin, video, belge ya da ses kaydının sahte olduğunu açıklamak bile başlangıçtaki asılsız iddianın elini güçlendirebiliyor buna göre. Nasıl yürüyor bu iş?
‘Yalancının kâr payı’ bugün başımıza gelen birçok şeyi isabetle tarif eden bir ifade. Google’ın dijital tehditlerle ilgilenen altkuruluşu Jigsaw’dan Yasmin Green’in getirdiği bir tanım. Bir yöntemi değil ama bir sonucu anlatıyor.
Biliyorsun, başta siyasilerin aparatçikleri, bazen aparatçik rolüne soyunmuş koca koca devletliler ve nihayet troller sıklıkla bir hedef seçiyor, o hedef hakkında yalan üretiliyor ve o yalan birçok kanaldan servis ediliyor. Hedefin büyüklüğüne, yalanın cüretine göre uğultu giderek büyüyor. Neticede yalanın muhatapları, doğrulama platformları, gazeteciler işin doğrusunu anlatmaya çalışıyor. İşte yalancının kâr payı da burada devreye giriyor. Bu çaba derinleştikçe, işin aslı anlaşılsa bile, konu dallanıyor budaklanıyor, insanların zihninde yalanın izi kalıyor.
“Bu hâl, yalancının kâr payını artırıyor”
Hatırlarsan, çoğu insanın, duyduklarının yalan mı doğru mu olduğunu önemsemediğinden bahsetmiştim… İşte bu hâl de yalancının kâr payını arttırıyor. Tekrarlanan İstanbul seçimlerinde bunun epey örneğini gördük; her türlü propaganda faaliyetinde görüyoruz. Şunu unutmayalım, Türkiye’de 2000’li yıllarda en çok aşınan sistem unsuru, hesap verirlik oldu. Bir güç mevkisindeki hemen hemen kimse hesap vermiyor; en azından halka hesap vermiyor. Yalancının kâr payı biraz da bu yüzden etkili; hesap verme derdi yoksa, herkes istediği her şeyi söyleyebilir, üretebilir, yayabilir. Türkiye’de de bu dert yok, hukukun bunu iş edindiğini de çoğu kez görmüyoruz ve bu yüzden hakikat-sonrası kültürüne de bu hesap vermezlik büyük katkı sağlıyor.
İmamoğlu’nun esnaf ziyaretinden geriye kalan: ‘Yalancının kâr payı’
Peki doğru bilgiye ulaşası yoksa insanların, doğruluğu nasıl yayabiliriz? Bir de erişimin bu kadar kolay olduğu çağda isteyenin, doğru bilgiyi zahmete girmeden bulabileceği ortada. Buna rağmen insanlar bu zahmete neden girmiyor sence ya da neden dezenformasyonu tercih ediyor?
Sanırım doğruluk yayılabilecek bir şey değil. Bir tercih meselesi. Bir örnek oluşturma meselesi. Bir niyet meselesi. Niyet de çoğu zaman maalesef iyi değil. Ama bu kötü niyetin arkasındaki mekanizma o kadar basit bir şekilde işlemiyor. Yani insanlar bir yalanı sırf kendilerini iyi hissetmek için yaymıyor ya da bir işin doğrusu onlara anlatıldığında, sırf gururları kırıldığı için inanmazlık ediyor değiller. Daha kapsamlı bir çıkar var ortada. Bir gruba ait olma isteği, bazen bir gruptan kovulma endişesi, lider tarafından grubun dışına atılma endişesi, bir kimlik ihtiyacı… Takdir edersin ki kutuplaşmış toplumlarda çok daha sert gözleniyor bunlar.
“Temel mesele, sosyal statüden olma korkusu”
Kitapta Yale Üniversitesi’nden Dan Kahan’ın yürüttüğü oldukça ilginç araştırmalara yer verdim. Kahan ve ekibi, eğitim durumları ne olursa olsun, insanların önemli bir kısmının, karşılaştıkları bir bilgi ideolojilerine uymuyorsa, o bilgiyi göz ardı ettiklerini, hatta göz göre göre tam aksini savunduklarını saptamış. Bir tür bile isteye aptallık ya gönüllü cehalet… Bir başka araştırmada da bu kendini aldatma halinin çok rasyonel bir gerekçeye dayandığını bulmuşlar. Örnekle gidelim: ABD’de iklim değişikliği inkârcılığı epey popüler, biliyorsun. İşte Kahan’a göre, iklim değişikliğine inanıp inanmamanın bir kişiye getirdiği tek risk, sosyal statüsünden olma riski… Mesela çoğunluğu iklim değişikliğini inkâr eden hardcore Trumpçıların, Çay Particilerin arasında birdenbire “ya aslında insan eliyle bir değişim var” dersen yalnız kalırsın. Ya da bir AKP’liye sosyal medyada “İmamoğlu da iyi işler yapıyor” dedirt de sonuçlarını gör mesela. Tam tersi de geçerli elbette. Sayısız örnek var. Temel mesele gruptan atılma, sosyal statüden olma korkusu… Yalanların önemli bir kısmı bu motivasyonla kabul görüyor ve yayılıyor. Yalan oldukları bilinse bile…
Anladığım kadarıyla, dezenformasyon sürekli yeni enstrümanlarla kuvvetleniyor ve onun karşısındaki yöntemler sanki eski müfredatta kalmış gibi.
Evet epey enstrüman var. Çünkü hikâye anlatıcılığı giderek gelişiyor. Dezenformasyon, KGB’nın çok ince tekniklerle geliştirdiği bir manipülasyon yöntemiydi ama neticede o da bir tür propaganda ve propagandanın Orta Çağ’dan beri kayıtlı, uzun bir tarihi var. Şimdi de başka tür propagandaya maruz kalıyoruz.
İçlerinde epey ilginç örnekler var. Sözgelimi, televizyon dizileri. Özellikle de TRT’deki dönem dizileri. Bunlar, Türkiye için özel başlık ürettirecek kadar bize özgü bir hakikat-sonrası ortamı kuruyorlar. Örneğin Diriliş Ertuğrul’daki Ertuğrul Bey de, Payitaht Abdülhamid’deki 2. Abdülhamit de aslında Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı ve AKP’nin gözünden, AKP’nin ideolojisiyle şekillenen günümüz Türkiyesi’ni anlatıyor. Osmanlı’nın ilk ve son döneminden birer karakter… İkisi de birer Erdoğan’a dönüşmüş.
Bunlar elbette birer kurgu, tarihi gerçeklik kaygısı yaşamak zorunda değiler ama bu dizilerin Erdoğan tarafından “Nereden neredeye geldiğimizi öğrenmek için izlenilsin” diye övüldüğünü de unutmamak gerekir. Neticede bu da tarih soslu bir “Yeni Türkiye” propagandasından başka bir şey değil. Seçimlerde, kritik dönemeçlerde, hatta ekonomik zorluklarda dahi iktidarın görüşlerini senaryoya yediren yapımlar bunlar. Üstelik TRT’de olanlar bunu AKP’li olsun olmasın tüm halkın finansmanıyla yapıyor.
“Bilgi, gerçeğe, hakikate giden yolda en önemli basamak. Bilgiyle sağlıklı bir ilişki kurmak; çarpıtılmamış, eğilmemiş, bükülmemiş hakikatin egemen olduğu bir toplum kurmanın ön şartı” diyorsun. Buna en yakın toplum hangisi?
Bunun net bir cevabı olduğunu sanmıyorum. Memleketi bir kenara bırakıp konuşayım. Özellikle pandemiyle birlikte, dünyanın her tarafında tek tek fertlerin de toplumların da epey sendelediğini gördük. Almanya ve Hollanda gibi eğitim düzeyi yüksek toplumlarda aşı karşıtlığı da, aşıya ya da pandeminin yayılmasına ilişkin komplo teorileri de çok revaçtaydı. Hollanda’da, İngiltere’de 5G istasyonları yakıldı. Düşün ki, Hollanda’da bir test merkezi bile ateşe verilebildi.
Hep beraber şunu görmüş olduk: Doğruyla yanlışın arasındaki ayrımın giderek ortadan kalkması, sistemlerin otoriterleşmesine neden olduğu kadar, insanların ve toplumların da sistem karşıtlığı ile komplo zihniyetini birbirine dolamasına ve dünyanın genel gidişatı hakkında tuhaf fikirlere sahip olmasına yol açıyor. Amerikan Kongresi şaman kıyafetindeki insanlar tarafından basılabiliyor örneğin. Ya da Hillary Clinton’ın pedofil-satanist bir çete kurduğuna samimiyetle inanan milyonlar çıkıyor ve bu tür inançların da katkısıyla ABD gibi bir ülkede seçimler el değiştirebiliyor. Kapitalizmin temel açmazları, sistem tıkanıkları ve yaşamın da giderek hızlanması yüzünden, insanların kendini kaybolmuş, sahipsiz ve yalnız hissettiğini de atlamayalım. Bunlar da ister istemez bilgiyle ilişkideki boşvermişliğin bileşenlerinden.
80’li yıllarda tıbbi bir bilginin yarılanma süresi 7 yılmış. 2017’de Harvard’da yapılan sunumda bu sürenin 18-24 aya indiğini açıklamışlar. Ve ortaya koydukları perspektifle 2021’de bu sürenin 73 güne inmesini öngördüklerini belirtmişler. Biraz önce pandemiden örnek verdin. Böyle bir deneyimi yaşayan dünyada bu süre çok daha düşmüş olmalı. Bir tarafta doğrunun bile sürekli kendini —bilimin gereği olarak— yanlışladığı bir dünyadayız. Öbür tarafta hiçbir söylediğini ispat etmek zorunda olmayan dezenformasyoncular var. Yapılan tüm icatlar kötü kalplilerin elinde korkunç silaha dönüşecek. Gelecekte bizi ne bekliyor, var mı bir ümidin?
Bu hızla baş etmek gerçekten zor. Bilim insanları için de zor, bilimin kıyısından geçmeyenler için de. Ama bu zorluk, bir kirlilik ürettiğinde herkes için duble zor. İşte propagandayla, dezenformasyonla falan yalanlar yayılıyor diyorum ama bunu kim yapıyor? Yani kim bir amaç doğrultusunda yapıyor? Sen kötü kalpliler dediğinde aklıma böyle James Bond kötüleri değil de bilgi kirlenmesinin esas aktörlerinden olan troller geliyor.
“Trollerin en tedirgin edici yanı, sıradan insanlar olmaları”
Kitapta da anlatmaya çalıştım; trollerin insana en tedirginlik verici yanı, “trol” kelimesinin çıktığı İskandinav mitlerindeki çirkin yaratıklar değil de kanlı canlı, sıradan insan olmaları. O meşhur sokaktaki vatandaş… Bu kitaba çalışırken çok ilham aldığım Can Kozanoğlu, Türkiye’deki trolleri “muhtemelen prekaryaya dâhil” diye tanımlıyordu. Belli ki trollük bizde bir tür güvencesiz işkolu ve Türkiye’de her tuhaflığın normalleşmesi gibi, herhangi birisinin, mesela yeni mezun ve işsiz bir gencin bilgisayarının başına geçip, bir komut doğrultusunda şu veya bu siyasiye küfür etmesinin, onun hakkında yalan haber yaymasının da normalleşebilmesi bana korkunç geliyor. Bence Türkiye’de birçok insan, sistemin tıkanıklığından dolayı trolleşmek zorunda kaldı. “Oturup trollere mi üzülelim şimdi” diye düşünenler muhakkak vardır ve haklılardır ama neticede insan kendi toplumunun dışında bir canlı değil. Her insan bir ada değil bence. Unutmayalım ki, sosyal medyada yaşaya yaşaya, ucundan kıyısından hepimiz trolleşiyoruz.
Kişisel bir soru. Zor bir ikilemle karşı karşıyayız. Duyarlı bir insan olup dezenformasyonla mücadele etmek için fayda getireceği belli olmayan bir mesai harcamak mı, doğru bilgiye erişmekle yetinip bunu sadece kendi hayatında uygulamak mı?
Kimse yalanın hızına yetişemez. Örneğin ileride “deep fake” teknolojisinin, dünyanın herhangi bir yerinde belki hükûmet düşürdüğünü, iç savaşa yol açtığını göreceğiz ama işin aslı ortaya çıktığında iş işten geçmiş olacak. Daha düşük düzeyde, kişisel bir mücadele verdiğinde de, mesela sosyal medyada çok tutan yanlış bir tweet’i doğruladığında keyif kaçıran bir insan oluyorsun. Çanakkale Savaşı’nın o meşhur iki askeri mesela… Gazeteler posterini bile verdi onların. Asker olmadıkları, Bolulu iki işçi oldukları bizzat birinin çocuğu tarafından açıklandı ama bugün bile onları Osmanlı askeri zannedenlerin sayısı, doğruyu bilenlerden çoktur. Çünkü yakışan ya da yakıştığı düşünülen bu.
Amerikan tarihçi Daniel Boorstin’in müthiş bir sözü var; “Hakikatin yerini inanılabilirlik almıştır” diyor Boorstin. Bence şu an tam olarak oradayız. Yazılan çizilen şey inanılabilir bir şeyse tasasızca sepete atılıyor. Daha önce demiştim, bu bir tercih meselesi. Kanaatimce bize düşen elbette doğruyu yanlıştan ayırmakta çabalamak. Bunun eğitimin ilkokuldan itibaren tesis edilmesi için mücadele etmek ve her ne olursa olsun bağımsız, en azından olabildiğince bağımsız haber kaynaklarını desteklemek. Bir de hesap verirliğin toplumda yerleşmesi için her düzeyde olabildiğince çalışmak. Bu da az şey sayılmaz.
Son söz benden gelsin. Bir gazete, dergi okurunun Yenal Bilgici’yle bu kitap vesilesiyle tanışacak olması düşük bir ihtimal. Ama onunla ilk kez karşılaşacaklar şanslılar. Önlerinde, mesleğin yüzakı isimlerinden birinin tarihe düştüğü notlardan oluşan kıymetli bir külliyat bulacaklar. Ona da ister Google’a adını yazarak başlayın, isterseniz de güncel tuttuğu blogu tuhafzamanlar.com’dan başlayın. Karar sizin.
İLGİNİZİ ÇEKEBİLİR – İYİ BİR KİTAPLIK NASIL KURULUR?