Yıldırım Türker, Ali Öz’ün fotoğrafları için bunları söylemişti. Kendisinin kentsel dönüşümden önce fotoğrafladığı Tarlabaşı’nda çektiği fotoğraflara bakarken bu çığlığı işitmiş, bunu zeminin altından kayıp gitmekte olmasına yormuştum. Tarlabaşı bir daha eskisi gibi olmayacaktı ve birkaç yıl sonra geride bu kareler kalacaktı. Sanki fotoğrafçının heyecanı ve hüznü olduğu gibi karelere yansımıştı.
İFSAK’ın 60. yıl dönümünde, Öz’ün Viyana’da çektiği fotoğraflardan oluşan gösterimi izlerken bu satırları yine hatırladım. Viyana yerli yerinde duruyordu ama bir ünlem yine vardı. Bu Viyana, ‘bildiğimiz Viyana’ya benzemiyordu ki serginin adı da bunu doğruluyordu: Bir Başka Viyana.
Öz, gösterimin ardından konuşmasında hikâye anlatan fotoğrafların yerini imajların almış olmasından bahsettiğinde, aslında tam da buna dair bir şeyden bahsettiğini anlayamamıştım ve günler sonra, yapacağımız söyleşinin öncesinde ona imajın “neden kötü bir şey” olduğu sorusunu nasıl sorabileceğimi düşünüyordum.
Beni ağırladığı Kuzguncuk’taki mütevazı evinde, soramadığım bu soruyu oturduğu mahalle üzerinden kendisi yanıtladı: “25 yıldır yaşadığım mahalle bana çok sıradan gelirdi. Şu evleri çekiyorlar, Photoshop’la kırmızıyı abartılı, maviyi abartılı tonlara büründürüp Kuzguncuk’u bizim tanıyamadığımız bir Kuzguncuk’a çeviriyorlar. E ben burada yaşıyorum? Böyle bir Kuzguncuk yok. Bu korkunç bir deformasyon.”
En büyük sorun, ‘fotoğrafın belgesel değerini yitirmesi’
Kendisini politik belgeselci olarak tanımlayan (ki özellikle Tarlabaşı’nda çektiği fotoğraflara baktığında insan bunu düşünmeden edemiyor) Öz’e göre bunun en kötü yanı, “fotoğrafın belgesel değerini yitirmesi.”
Kendisi ayrıca, bugün gözümüze sevimsiz görünen ve belki bu yüzden fotoğraf çekme hevesimizi kırabilecek birçok şeye yıllar sonra bambaşka bir gözle bakabileceğimizi söylüyor: “50 yıl sonra nasıl bir mimari doku olacak bilmiyoruz ki! Mesela bugün bir mahalleye tepeden baktığınızda, çatılarda uydu, çanak antenler görebiliyorsunuz. Belki elli yıl sonra bunlar olmayacak? Dolayısıyla belgeselcinin öncelikli görevi, gerçeği bozuma uğratmadan aktarmak olmalı.”
Bu söylediği, aklıma bir başka söyleşisini getiriyor. “1978’i keşke daha çok çekseydim” diye yakınmış olması bundan olmalı. 1978, Öz’ün Ankara Üniversitesi’nde o zamanki adı Basın Yayın olan İletişim Fakültesi’ndeki öğrencilik yıllarına rastlıyor. İlk sergisini ise 1982 yılında, okulunda açmış.
Öz’ün politik bilinci ve dünyaya bakış açısı o yıllarda şekillenmiş, yine o yıllarda, konuşmayı çok sevmediği için kendini fotoğrafa vermiş. Bu bilinç onun fotoğrafçılığını belirlemiş: “Bir fotoğrafçının felsefesi, bakış açısı olmalı. Niye fotoğraf çekiyor? Ben eğlenmek için fotoğraf çekmiyorum ki! Benim bir derdim var, yaşadığım toplumla çelişkilerim var ve bu çelişkiler bağlamında fotoğraf çekiyorum.”
Kendisine, neredeyse herkesin cep telefonlarıyla fotoğraf çekebildiği günümüzde fotoğrafın belgesel niteliğini ve değerini nasıl koruyabileceğini soruyorum. Öz, bir kez daha fotoğrafçının dünyaya bakışının önemini vurguluyor:
“Aslında her yerde hikâye var ama biz hikâye gibi değil imaj olarak bakıyoruz çünkü kapitalizm bize bunu pompaladı. İmaj ve renk… Genç kuşak tamamen grafik imajlarla büyüdü, dolayısıyla dünyayı böyle görüyor ve bunun daha güzel olduğunu düşünüyor. Oysa değil. Viyana’ya gittim, belki başkası gitse orada binaları çeker, meydanları çeker, halbuki orada da evsizler var. Bit pazarlarında yıkama makinasının önünden eşya almaya çalışan insanlar, çocuklar var, bu senin bakış açınla, dünyaya bakışınla, derdinle ilgili.”
‘Fotomuhabirliği geleceğe belge aktarma işidir’
Devam ediyor:
“Bugün genç kuşakta derdi olan insanlar olduğunu biliyorum (mesela Nar Photos) ama bazı insanlar da… Yani fotoğraf bir çılgınlığa dönüştü. Herkes fotoğraf çekmek istiyor, biliyorsunuz, ilk iş adamları buna el attılar… ‘En kolay yapılan sanat’ diye. O kadar kolay değil aslında. Tarlabaşı’nda yüz tane imaj çekersin, Tarlabaşı’nı satarsın, ama Tarlabaşı’nı 50 kare belgelersin ve bu gelecek için bir dokümandır. Fotomuhabirliği geleceğe bir belge aktarma işidir; dolayısıyla bunu bozmadan çekmek, belgelettirmek ve paylaşmak önemli.”
Öz’ün 35 yıllık kişisel fotoğraf arşivi bu belgelerle dolu ve ne yazık ki bunların pek azını görebiliyoruz, gördüklerimizin bir kısmı da internetteki imajlar deryasında kaybolup gidiyor. Bu yüzden, “Kitaplaştırılması lazım” diyerek altını tekrar tekrar çiziyor Öz. Ancak anlattığına göre şimdiye kadar elini taşın altına koyan pek az kişi de finansal ve bürokratik engeller nedeniyle başarılı olamamış.
Bu noktada biraz da fotoğrafçıların büyük çilesi telif sıkıntısından konuşuyoruz. Şaşırarak belleğime kazınmış pek çok fotoğrafı kendisinin çektiğini öğreniyorum. Leyla Zana’nın kırmızı kazaklı gülümseyen fotoğrafı, Orhan Pamuk’un kedili fotoğrafı, eski ABD Başkanı George Bush’un fotoğrafının üzerinde “Bir numaralı terörist” yazan pankartının önünden yüzünü kapatarak geçen kız çocuğunun fotoğrafı. Alttaki bu son fotoğraf, 1 Mart tezkeresinde savaş karşıtı eylemlerde sıkça kullanılmıştı.
Öz, sorumu “Gazetecilik benim için hiçbir zaman para kazanma amacı olmadı” diyerek yanıtlıyor:
“Hasbelkader, işimi iyi yaptığım için para da kazandım. Ama ben oradan karnımı doyurayım, sonra da keyfime bakayım demedim, birincil kaygım bu olmadı. İşimi doğru yapmak istedim. Hiç sansüre uğramadım ve otosansüre gitmedim, yaptığım işin sonuna kadar arkasında durdum. Mesela Tempo’da çalıştığım yedi yıl boyunca Cumartesi Annelerini çektim, toplamda 50 sayfa fotoğraflı olarak kullanıldı. Onlar benden istemezdi, ben gider çekerdim ve onu kullanmak zorunda kalırlardı. Ama basının bugünkü hâline bakınca gerçekten çalışamazdım.
“Bizim dönemimizde iyi kötü, ben Özal’ı iki saat fazla takip ettiğimde iki saat mesai yazılırdı. 80 döneminde hele, gazeteciler 1 maaş tek, 1 maaş çift alırlardı. Yöneticiler ve çalışanlar arasında uçurum bu kadar yoktu. Yani düşünün, ben bir çalışan olarak bugün düzenimi kurabildim… Evet bunun bedelini ödedim elbette, mesela çocuk yapmadık. Ama karı koca çalışarak, tırnaklarımızla, mütevazı yaşayarak bu düzeni kurabildik.”
Kendisiyle biraz da bugünkü koşulları konuşmak istiyorum. Birçok söyleşisinde, foto muhabirliğinin artık bitmiş olmasından yakınıyor. Haber merkezlerinin çoğundaki yukarıdan aşağı örgütlenme bunun en temel sebebi olmalı. Ama Öz’ün söylediğine göre, bundan 30 yıl önce de durum çok farklı değilmiş. “Ben haber neredeyse oraya gitmek isterdim, bu arada fevri davranışlar da gösterdim” diyor ve deneyimlerden verdiği örneklerle anlatıyor:
“Her gece yatmadan haberleri dinlerim. O gece yattım, kalktım, ilk işim televizyonu açmak… 360 kişi göçük altında… Cumhuriyet’i aradım, haber müdürünü. Dediler ‘ekip gitti.’ Beş kişi gitmiş. Bana ‘gitme’ dediler. Dedim ‘Deli misiniz? Türkiye’nin gündemi bu. Ben gidiyorum.’ Gazeteye uğramadan, para almadan, yolda üç dört otobüs değiştirerek gittim. Benim fotoğraflarım da ağırlıklı olarak kullanıldı.
“1990’da Güneş gazetesindeyim. Celal Başlangıç, Fuat Kozluklu bölgede, ben Cengiz Mumay ile birlikte gitmişim. Bizim fotoğraflar Sipa’ya servis edildi. Güneş’te inanılmaz fotoğraflar kullanıldı. Cumhuriyet’te yok bunlar. Hasan Cemal (Cumhuriyet’in o dönemki genel yayın yönetmeni) saçını başını yoluyor. 1990’da üç haftada başıma gelenler… Cizre Kadıoğlu Otel’in çatısında tarandık, arabamız dört takla attı, özel timden ‘şerefsiz Türk basını’ diye tokat yedim…
“Arkasından yine feci bir olay… 1992 İzzet Kezer’in öldürüldüğü Nevroz olaylarına gönderildim. Otelde dört telefon hattı var, 200 gazeteciyiz, aynı anda çatışma var dışarıda, bir yandan da filmler basılacak, telefotoyla merkeze gönderilecek, yanımdaki muhabire şu filmleri otobüse teslim et, gazetenin elinde yedek fotoğraf olsun dedim. O ise otelin bodrum katında yatmayı tercih etmişti. O dönemde internet yok, cep telefonu yok, dijital fotoğraf yok… Düşünün, şimdi bindiğiniz uçak kaçırılsa üç beş saniye sonra bütün dünya duyar, servis yapabilirsin. Ama o dönemde… ‘Lanet olsun, bu mesleği niye seçtim’ dediğim anlar oldu, korkunç, stresli günlerdi.
Bağımsız, bireysel gazetecilik ve öz disiplin
“Sonra mesela Nahçıvan… Savaş çıktı, pasaport olmayanları bile gönderdiler, beni göndermediler. Kendi olanaklarımla gittim ve geldim. İstifa ettim. Böyle çok olayım var. 1999’da NTV’deydim. Johnnie Walker’ın fotoğraf ödülünü kazandım, İskoçya’ya davetliyim, viski içeceğiz keyif yapacağız… Deprem olduğunu duyduğumun ertesi günü İstanbul’daydım. (12 Kasım Kaynaşlı) Çalıştığım derginin yayın yönetmeni, ‘Abi dönme önemli bir şey yok’ dediği hâlde ben döndüm. Arkadaşım Eyüp Coşkun’u ayarladım, onun arabasıyla deprem bölgesine ulaştık.”
Ali Öz’ü dinlerken, böyle bir çalışma biçiminin aslında en çok bağımsız, hatta işsiz gazeteciler için uygun olduğunu düşünüyorum. Ama aklıma böyle çalışabilen pek az örnek geliyor. Kendisi Tarlabaşı’nı altı yıl boyunca, bağımsız olarak fotoğraflamış. Bağımsız çalışmanın bir noktadan sonra işsizlik psikolojisine dönüşmesinden ve insanı verimsiz kılmasından yakınıyorum. Kendisi ise bu derde hiç düşmemiş. Peki altı yıl boyunca düzenli olarak aynı yeri fotoğraflamasını sağlayan bu öz disiplini nasıl koruyabilmiş? Öz’ün anlattığına göre işin temelinde tutku ve sevgi yatıyor.
“Ben kendimi şanslı buluyorum, her zaman. Evet savaştım, ama benim kuşak şanslıydı. Çalıştığım gazetelerde hem huysuz, hem dikbaşlı, hem kolayca istifa edebilen biri oldum, hem de yeni gittiğim hemen her yerde öncekinin iki üç katı maaş aldım. Haber müdürlerimin, yayın yönetmenlerimin saygı duyduğu, parmakla gösterilen bir elemandım, çünkü tutkuluydum. Büyük bir tutku bu. Böyle bir tutku olmazsa zaten bugün… Ben 2003’ten beri tek kuruş kazanmadan gazetecilik yapıyorum. Bana göre bugün meslekte ne saygı, ne de tutku kaldı. Gazeteciliği ben kamusal yarar adına kutsal bir iş gibi yaptım ve yapmaya devam ediyorum.”
İLGİNİZİ ÇEKEBİLİR – FOTOĞRAF GAZETECİLİĞİ BİTİYOR MU, EVRİLİYOR MU?