ABD Başkanlık seçimlerinin sonucu artık üstüne spekülasyon yapılan bir şey değil. Seçmenin ABD tarihinin belki de en medyatik başkanını kendi popüler kültürünün içerisinden çıkararak seçmesi, aralarında Beyaz Amerikalıların ırkçı karşı refleksinden, güvencesiz kitlelerin göçmen düşmanlığı ve yoksullaşmayla güvencesizliğin ta kendisine dayanan protesto oylarına kadar birçok nedeni geride bırakıp önümüzdeki günlerin temel sorusu/sorunu olarak önümüze çıkacak.
Bugün medyayla savaşan ve medyayla savaşarak anaakım medyada satın alınmamış çok ciddi bir zamanı kendi için rezerve eden bir siyasal figürün ABD’deki birçok medya profesyoneli için hüsran olarak tanımlanabilecek hikâyesinin doruk noktasındayız. Trump’ın zaferi orta sınıf ya da eğitimli Amerikalıların düşünmekten bile kaçındığı bir gerçeklik olmakla birlikte, bu kitlenin beğenisine hitap eden televizyon şovlarında ve moderasyonlu tartışma programlarında hep dalga geçilen bir durumdu. Herkes, özellikle CNN International ya da Bloomberg gibi ‘büyük oyuncular’ Hillary Clinton’ın bu geceden muzaffer şekilde ayrılacağından emindi. Hatta Türkiye’de de konuyla ilgili özgüvenini yansıtan ve Clinton’ın başkanlığını daha seçilmeden manşetine taşıyan bir gazete oldu.
İlk kurban Jeb Bush
Yine de, uzun süredir politik mizahın görülmemiş yaratıcılık seviyesine varmasına neden olan bu ‘popüler adam’ karşısında görünen medyada elde ettiği sürekli görünme fırsatı ve tekrarlanarak sloganlaşan mesajlarıyla, hem siyasal iletişimcilere hem de medya elitlerine görülmemiş bir tecrübe yaşattı. Aslında Trump’ın alametifarikası oldukça kuvvetli bir bütçesi olduğu şüphe götürmeyen Jeb Bush karşısında verdiği sınavda ortaya çıkmıştı. Hem soyadıyla hem de bütçesiyle Cumhuriyetçiler açısından adaylığı bazılarınca çantada keklik olarak görülen Bush’u, söylemsel ve sayısal olarak ezen Trump için yolun daha başında oturttuğu karakterin başarısını test etme imkânı doğmuştu.
Öfkeli Twitter kullanıcılığından ABD Başkanlığı’na
Trump bildiğimiz anlamda sağ popülist bir politikanın ne kadar kuvvetli sonuçlar alabileceğinin bir örneği olduğu kadar, nefretin toplum içerisinde ne kadar geçerli bir faktör olduğunu ve nefret söyleminin yeniden dolaşıma sokulmasının da yüceltilmesinin hatta eyleme dökülmesinin de küresel kültürde ne kadar kolay olduğunu hepimize kanıtladı. Trump kazanırsa kim kazanır sorusuna dayanarak hazırlanan infografiklerde Putin’in hemen altında Twitter logosunun olması da tam da bu nefret döngüsünün bir klavye/cep telefonu şövalyesi olarak Trump’ın bu mecraya bağlılığının ifadesiydi. O ve ‘küçük parmaklarıyla’ attığı Tweet’ler hep dolaşımdaydı. Daha önseçim evresinde Taraf’ta yazdığım şimdilerde erişilmez olan bir yazıda Clinton, Trump ve Sanders’ın sosyal ağ performanslarını karşılaştırırken Trump’ın ‘kuvvetli’ Twitter kullanımına dikkat çekmiş ve böyle bir enerjiyle en azından sosyal ağların başkanlığı bağlamında yalnızca Sanders’ın popülaritesinin baş edebileceğini söylemiştim. Amerikalıların sürekli ‘millenial’ seçmen üzerinden tartıştıkları ve özellikle de Clinton’ın hiçbir şekilde cezbedemediği genç oylarının önemli kaynaklarından biri olan Twitter’ın Trump’ın kampanyasında yalnızca öfkeli ve geleceğe dair umudu olmayan gençlere değil, sürekli öfkeli tweet’ler atan, attıkları tweet’lerin birçoğunda Obama’nın ne kadar berbat ve Clinton’ın ne kadar bu iş için uygunsuz olduğundan Trump Cumhuriyetçiler adına piyasaya çıkmadan çok daha evvel Trump’ın beslediği öfkeyi temsil edenlere de ulaşma konusunda ona ne kadar yardımcı olduğunu görmeliyiz. Bu seçim aslında her daim yataylık ve demokratiklik karakteriyle ele aldığımız sosyal ağların, sağ popülizmin, ırkçı ve cinsiyetçi söylemlerin bile aşağıdan örgütlenmesinde ne kadar etkili olabileceği konusunda hepimize bir ders oldu.
Medya kazanacağına emin olduğu bir savaşı kaybetti
Politik dersleri bir yana bırakırsak medyanın alması gereken farklı dersler de var. Özellikle yayın politikaları konusunda. Şu kesin ki ABD Başkanlık Seçimleri, bir seçim süreci olduğu kadar bir endüstriyi besleyen büyük bir festival. Partilerin adaylarını belirleme süreçlerinden bugüne medyada kampanyalar için harcanan toplam bütçelere bakıldığında bunun bir ekonomiyi nasıl da besleyebileceğini görmek mümkün. Örneğin, Washington Post tarafından yayınlanan infografik rapora göre, toplamda 1.3 milyar dolar toplayan Hillary Clinton ve 795 milyon dolarlık bütçesiyle kampanya yapan bir Trump’tan bahsediyoruz. Bahsedilen bu büyük miktardaki para tek başına reklam ve benzeri giderlere gitmiyor; birebir iletişimden örgütlenmeye siyasal iletişim kapsamında harcanıyor ve ABD’deki seçim süreçleri bir endüstriye can veriyor. Bugün bu endüstrinin kurallarının değiştiği ve medyadaki satın alınmamış görünürlüğün ve içerik tekrarının da satın alınmış içerik kadar önemli olduğunu, hatta çok daha önemli olduğunu gördük. Özellikle Clinton’ın Trump karşıtı reklamlarının pek de işe yaramadığını, sonuçlarını öngörmenin oldukça zor olduğu bir söylemin -örneğin Meksika sınırına duvar örüp parasını onlara ödetmek- bir mizah malzemesinden politik bir harekete dönüşmesinin ne kadar kolay olduğunu ve medyada yer alan içeriklerin ne kadar hayati içeriğe sahip olabileceklerini gördük. Demokrasinin dışlayıcı söylemleri özgürlükçü bir mantıkla büyütmesi ve bir çeşit kar topu etkisiyle seçimlerin ana konusu ve hatta popüler güldürü teması haline getirmesinin sakıncalarıyla yüzleştik.
Trump: Öngörülemeyen mi, öngörülmeyen mi?
Bugün ABD Büyükelçisi John Bass’ın katıldığımız etkinlikte ve katıldığı televizyon programlarında yaptığı elbette ki diplomasinin sınırları içerisinde kalan açıklamalardan benim gördüğüm şey ABD’de yönetici sınıfın dahi bu sonuca fazlasıyla şaşırdığı yönünde. Bu şaşkınlık elbette olumlu ya da olumsuz bir ton taşımıyor. Herkes, medyanın uzun yazılarla övdüğü ve öne çıkardığı, en başarılı pop figürlerinin kariyerlerini önüne serdiği Clinton’ın kazanmasını beklerken alınmış bu ilginç sonucun analizini çok daha geniş bir tartışma dönemine bırakıyor. ABD’de herkes elbette başta güçler ayrılığı ilkesi ve üç büyük kuvvet tek partinin elinde olsa dahi parti içerisindeki çeşitlilik gibi değişkenlerin demokrasi bağlamında bir güç kaynağı olabileceğin değerlendirmesini yapıyor. Geleceğe ve Trump’ın nasıl bir başkan olacağına dair tahminler ise bana kalırsa ne kısa vadede ne uzun vadede pek bir şey ifade etmiyor. Ancak tüm dünyada sağ popülizmin yakaladığı büyük yükseliş ve hatta Trump’ın son zamanlarda genelde hep başarısız olan -ki bu metodolojik bir başka tartışmanın konusu- anketlere bile yansıyan başarısı öngörülemeyen bir şey değildi. ABD’de artık medya elitinin de siyasal elitin de yarattıkları popüler ve siyasal kültürle yüzleşmesi gereken bir dönem başladı. Trump ise sürekli bozuk olduğundan şikayet ettiği sistemin en tepe koltuğundan dünyaya bakmayı öğrenecek. Biz ise sanıyorum ki dünyaya meraklı gözlerle bakanlar olarak tarihe tanıklık etmekten daha aktif bir role sahip olmaya çağrıldığımızın yavaş yavaş farkına varmalıyız. Zira, geleceğe dair kaygılar düşünüldüğünde bundan daha berrak bir mesaj bulabilmek güç.