İstanbul-Başakşehir’deki TOKİ Osmangazi İlkokulunun sınıf öğretmeni Aydın Erekmen, geçtiğimiz günlerde sosyal medya hesabından, eline “idam ipi” tutuşturduğu öğrencileriyle çektirdiği fotoğrafı yayınladı. 15 Temmuz darbe girişiminden sonra sıklıkla duyduğumuz idam tartışmaları üzerine bu fotoğrafın sembolik anlamı çok daha derindi ve o yüzden de idam karşıtlarında dehşet duygusu yarattı.
Okul yönetimi her ne kadar söz konusu “idam ipinin” “izcilik faaliyeti kapsamında izci düğümü çalışması” olduğunu ileri sürse de, mesaj alınmıştı. Zaten öğretmen Erekmen’in açığa alınması da okul yönetiminin savunmasının hükümsüz olduğunun teyidiydi. Ayrıca aynı öğretmenin, çocuklara asker selamı verdirdiği bir başka fotoğraf da sosyal medyaya yansıdı. Dolayısıyla öğretmenin çocukları nasıl bir “izciliğe” yönelttiği ziyadesiyle ortaya çıktı.
Aslında “idam ipi” fotoğrafını sadece idam tartışmalarıyla sınırlı tutmak, Türkiye’deki eğitim politikasından toplumun ve ebeveynin çocuğa yaklaşımına kadarki karmaşık süreci gözardı etmeye sebep oluyor.
Çocuğa yaklaşımın üç türü
Bazı kavramsallaştırmalar, çocuklara yaklaşım biçimlerini özetlemek için bize önemli olanaklar sağlıyor. Buradan başlayalım. CHP’nin 15-16 Ekim 2016 tarihleri arasında gerçekleştirdiği Ulusal Çocuk Çalıştayı’nın raporunda bu yaklaşımlar şöyle özetleniyor:
Paternalist yaklaşım: Tanrı-Kral-Baba üçgeninde kurulan eril hiyerarşi çocuğa söz-yetki-karar hakkı tanımaz. En iyisini, doğrusunu, gerçek olanı kendi bilir. Çocuk, kadın ve dezavantajlı bireyler üzerinde mutlak güçtür (Patria Potestas). Çocuğu “kul” olarak görür. Onu geleneksel yöntemlerle (ezber, aktarma, dikte, dayaklı eğitim vb.) eğitir. İlahi (mabet), siyasi (saray) ve özel (ev) üçgeninde çocuğu endoktrine eder.
Pozitivist yaklaşım: Çocuk, “küçük yurttaş”tır. Hakları ve ödevleri vardır. Ulus-devletin bilimsel felsefesi ışığında birörnek, standart ve eşzamanlı programlarına tabi olur. Belirli bir kimlik doğrultusunda yetiştirilir ama siyasal çoğulculuk içinde yaşar. Modern öğretim çerçevesinde rasyonel bilgiler edinir, bilimsel gerçeklere göre yetiştirilir. Merkeziyetçi bir yapıda öğrenim görür, milliyetçi pedagojik ritüellere göre şekillenir ve ülkenin geleceği olarak görülür.
Pragmatik yaklaşım: Çocuk, ailesi tarafından proje olarak tasarlanır. Çocuk hem maddi/ekonomik hem de psikolojik olarak bir yatırım konusu ve nesnesidir. Üretimden ziyade tüketimle öne çıkar. Evrensel değerler yerine bireysel değerlerle yönlendirilir. Eğitim, çocuğun sosyal bir insan olması için değil bireysel bir kurtuluş yolu (sınıf atlama) olarak görülür. Çocuk-bireyin pratik yaratıları (performans, proje vb.) ulusal hedefler içinde değil, çocuğun kendi bireysel gelişimi açısından gerçekleştirilir.
Her ne kadar CHP raporunda pozitivist yaklaşıma görece olumluluk atfedilse de, rapordaki “belirli bir kimlik doğrultusunda yetiştirilir” ifadesi aslında o yaklaşımın da çocuk odaklı olmadığını kendi kendine itiraf ediyor. Peki, Türkiye bu yaklaşımlardan hangisini “benimsiyor”? Elbette hepsini ama hiç birini!
PISA’da 50.’lik ‘başarı’
Görüştüğümüz CHP Genel Başkan Yardımcısı, Bursa Milletvekili Prof. Lale Karabıyık Türkiye’nin aslında bir çocuk politikası olmadığını söylüyor: “İktidarın belli bir çocuk politikası yok. Çocuk politikası dendiği zaman, çocuğun adalet karşısındaki durumu, sağlık, sosyal hizmet ve en başta eğitim karşısındaki durumunu masaya yatırmak lazım.”
Türkiye’nin eğitim politikasızlığına yönelik eleştirel yaklaşımıyla bilinen Eğitim Reformu Girişimi Eğitim Gözlemevi Direktörü Işık Tüzün de Karabıyık’la aynı fikirde.
Türkiye’de bir çocuk politikadan bahsedilemeyeceğini düşünen Tüzün, var olan politikaların da hak temelli olmadığının altını çiziyor: “Çocuk haklarını temel alan politikalar yok. Eğitimin bir endoktrinasyon alanı ve aracı olarak devam ettiğini görüyoruz. Türkiye’de eğitim hiçbir zaman belli bir ideolojinin benimsetilmesinden uzak durmadı. Son yıllarda farklı bir ideolojiyle yine devam ediyor bu.”
Tüzün’e göre özellikle son yıllarda çok köklü değişiklikler hızla gündeme getiriliyor ve “paydaşların” tartışmasına fırsat tanınmadan hayata geçiriliyor. Tüzün, “Çok sık yapılan değişikliklerin gerekçelerine ilişkin de kapsamlı çalışmalar yok” diyor ve ekliyor: “Bu değişikliklerin çocuklar üzerinde nasıl etki ettiğine dair de bir izleme-değerlendirme çalışması yok.”
Türkiye’de etkili bir izleme-değerlendirme mekanizması olmasa da Uluslararası Öğrenci Değerlendirme Programı (PISA) sonuçları vaziyeti ortaya koyuyor. 540 bin öğrenci arasında yapılan PISA sınavı sonuçlarına göre Türkiye 72 ülke arasında 50. sırada yer aldı.
Türkiye’de sınava katılan 5 bin 295 öğrencinin yüzde 38,1’i Anadolu Lisesi, yüzde 36’sı Mesleki ve Teknik Anadolu Lisesi, yüzde 14’ü Anadolu İmam Hatip Lisesi öğrencisiydi.
Elbette Türkiye’yi 72 ülke arasında 50. sırada gösteren PISA sonuçlarını Milli Eğitim Bakanı İsmet Yılmaz başarısızlık olarak görmedi! Yılmaz, “tek bir kritere bakılarak” Türkiye’nin eğitim sisteminin değerlendirilemeyeceğini ileri sürdü ve PISA sonuçlarının aksine eğitimde ilerleme olduğunu söyledi: “Türkiye, geçmişe kıyasla eğitime daha çok önem veriyor, eğitime daha fazla kaynak ayırıyor ve eğitimde de alınan sonuçlar çok daha iyi durumdadır. Eksiklerimizin farkındayız, ama geçmişe göre çok iyi durumdayız.”
Acaba Yılmaz’ın sözünü ettiği “geçmiş” ne zamana kadar uzanıyor?
Her şey eğitimdeki eşitsizlikle başlıyor
Işık Tüzün, eğitim için ayrılan kaynağın önemli bir bölümünün personel giderlerine ayrıldığının altını çiziyor. Dolayısıyla kaynak artışının doğrudan öğrenci lehine sonuç yarattığını söylemek yanıltıcı olur.
Tüzün’e göre mevcut eğitim sistemindeki sorunlar için kesin bir çözüm reçetesi yok. Ama bu konuda önerileri var: “Erken çocukluk eğitiminin yararları zaten birçok bilimsel çalışmayla ortaya konmuş durumda. Fakat erken çocukluk eğitimiyle ilgili Türkiye’nin yürüttüğü politika, dezavantajlı gruplara öncelik tanımıyor. Ayrıca orta öğretime geçiş sisteminin tamamen gözden geçirilmesi gerekiyor. Çünkü mevcut sistem çocukları sınıfsal olarak ayrıştırıyor. Çocuğun eğitime başladığı sosyo-ekonomik koşullar, gelecekteki eğitimi nasıl alacağını çok belirliyor. Bu ilişkiyi kırmak için tüm okulları nitekilikli eğitim verecek hale getirmek gerekiyor.”
Öğrencilere yönelik düzenlemeler kadar öğretmen politikasının da kapsamlı bir biçimde yeniden ele alınarak düzenlenmesi gerektiğini söyleyen Tüzün, Ulusal Öğretmen Stratejisi çalışmasını hatırlatıyor ve ekliyor: “Ulusal Öğretmen Stratejisi’nin hayata geçirilmesi gerekiyor. Strateji taslak halde duruyor. Beş yıl önce bunun için farklı akademisyen ve kurumun katılımıyla bir taslak hazırlanmıştı. Aradan geçen 5 yılda o strateji nasıl değişiklikler geçirdi, bilmiyoruz. Öğretmenler de eşit dağıtılmıyor. Güneydoğu’da görev yapan öğretmenlerin çok sık değiştiğini, oradaki öğretmenlerin deneyimlerinin de çok daha sınırlı olduğunu biliyoruz. Meseleye bütüncül bakmak, eğitim fakültelerinden hizmet içi eğitimlere kadar tüm alanların tartışılması gerekiyor. Bu da ancak kapsamlı bir stratejiyle yapılabilir.”
İdeolojik çıkar çocuğun çıkarının önünde
Tüzün de Karabıyık gibi eğitim sisteminin yoksul çocukları daha da dezavantajlı noktaya sürüklediğini aktarırken, tektipleştirici eğitim müfredat ve yöntemin çocuklar üzerindeki negatif etkilerine dikkat çekiyor.
Çocuk hakları savunucularının yakındığı temel sorun alanı elbette sadece eğitim sistemi değil. Genel olarak hiçbir alanda çocuğun yüksek yararının gözetilmemesi, aksine, çocuğun yetişkinlerin, devletin, sistemin yüksek çıkarları ve hesaplarına göre yetiştirilmeye çalışılması her alana sirayet ediyor. Karabayık bu yaklaşımı tek cümleyle özetliyor: “İdeolojik çıkarların ve siyasi şartlanmaların tüm kararların önüne geçmesi söz konusu.”
Saatlerin ileri-geri alınıp alınmaması konusundaki kararda bile çocukların yüksek çıkarının gözetilmesi gerektiğini hatırlatan Karabıyık, gün doğmadan çocukların okul yollarına düşmesinin kabul edilemez olduğu görüşünde. Ayrıca sistemin kız çocuklarının eğitimini öncelemediğinden de yakınan Karabıyık, “Üç çocuk yapın demekle olmuyor, onlara çok iyi bir gelecek hazırlamak, onları çok iyi korumak da gerekiyor” diyor.
Muhalefet partileri ve çocuk
Adalet, sağlık, sosyal hizmet ve eğitim alanlarında, bütünleşik bir çocuk politikasına ihtiyaç olduğunu söyleyen Karabıyık, bu konuda HDP ve MHP gibi muhalefet partileriyle eleştiri ve taleplerinin zaman zaman ortaklaştığını da söylüyor ama diğer partilerin bu konuda kendileri gibi kapsamlı bir program çıkarmadığını aktarıyor: “Plan-Bütçe Komisyonu’nda, Milli Eğitim Komisyonu’nda ve ilgili diğer tüm alanlarda eleştirilerimizi ve önerilerimizi dile getiriyoruz. ‘Gelin beraber sorunlara çözüm üretelim’ diyoruz. Ama sözleşmeli öğretmen atamalarından ve mülakatlardan tutun da müfredatta ideolojik şekillendirmelere kadar, hiçbir şekilde doğru bir çocuk politikası üretilmiyor. Katkı da istenmiyor, fikir de önemsenmiyor. Sadece ‘biz yaptık, oldu’ yaklaşımı hakim. Muhalefet partilerinin eleştirileri birbirine yakın. Ama ulusal çocuk politikası konusunda diğer partilerin ciddi bir çalışmasını görmüş değiliz. Türkiye’de çocuğun adı yok! Çocuk işçiliği, çocuk istismarı nasıl bir noktada, hepimiz görüyoruz. Zaman geliyor, çocuk istismarı konusunda bir vakıf korunuyor ama çocuk burada bile ikinci planda kalabiliyor. Keza, zaman geliyor bir takım suçlara kılıf uydurulmaya, suçlular gizlenmeye çalışılıyor. Çocuk yine arka planda kalıyor. Aileler baskı altında kalıyor.”
Çocuk ve yargı
21 Kasım günü 9 yaşındaki Y.K. isimli ilkokul öğrencisi 4 ay önce kendisine cinsel istismarda bulunan 56 yaşındaki T.Ç.’yi mahkemede görmekten korktuğu için kalp krizi geçirip hayatını kaybetti. Korkunç olay vakayı adiyeden sayıldı ve üstünde durulmadı. Oysa Y.K.’nin ölümü, cinsel istismara maruz kalan çocukların yargı karşısındaki korunaksız pozisyonunun korkunç sonucunu ortaya koyuyordu.
Avrupa Konseyi Çocukların Cinsel Sömürü ve İstismara Karşı Korunması Sözleşmesi, Bakanlar Kurulu tarafından onaylanıp 10.09.2011 tarihli Resmi Gazete’de yayınlanarak yürürlüğe girdi. Buna göre çocukların beyanlarının uzman gözetiminde sesli ve görüntülü merkezlerde alınması gerekiyor. 4 Ekim 2012 tarihi ve 28431 sayılı Resmi Gazete(de yayınlanan 2012/20 sayılı Başbakanlık Genelgesi uyarınca, çocuk beyanlarının uzman gözetiminde alınmasını sağlamak amacıyla Çocuk İzlem Merkezlerinin (ÇİM) kurulması kararlaştırıldı. Genelgede ÇİM’lerin kuruluş amacı şöyle özetleniyordu: “Ülkemizde istismara uğrayan çocuk ve/veya ailesi, yaşanan olumsuzlukları pek çok sebeple gizleme eğilimindedir. Bu sebeple de istismara uğrayan çocuğa verilmesi zorunlu olan hukuki, tıbbi, ruhsal ve sosyal destek aksayabilmektedir. Mağdur çocukların; kolluk kuvvetleri, adli merciler ve sağlık kurumları tarafından ayrı ayrı değerlendirilmesi ve bu süreçte yaşadıklarını defalarca dile getirmek zorunda bırakılması, gizliliğin yeterince sağlanamaması, ilgili kurumlarda çocukla görüşme yapanların; çocuğun ruhsal durumunu gözeterek görüşme yapabilecek yeterlikte eğitime sahip olmaması halinde, çocuğun uğradığı travma daha da şiddetlenmektedir. Yukarıda belirtilen hususlar dikkate alınarak; çocuk istismarının önlenmesi ve istismara uğrayan çocuklara bilinçli ve etkin bir şekilde müdahale edilmesi amacıyla, öncelikli olarak cinsel istismara uğramış çocukların ikincil örselenmesini asgariye indirmek, adli ve tıbbi işlemlerin, bu alanda eğitimli kişilerden oluşan bir merkezde ve tek seferde gerçekleştirilmesini temin etmek üzere; Sağlık Bakanlığına bağlı hastaneler/kurumlar bünyesinde Çocuk İzlem Merkezlerinin (ÇİM) kurulması ve bu merkezlerin işleyişinin Sağlık Bakanlığınca koordine edilmesi gerekli görülmüştür.”
ÇİM’ler ve mahkeme salonları
Bakanlar Kurulu Genelgesinin gerekçesi gayet makul olmakla birlikte, Ankara Barosu Çocuk Hakları Merkezi’nden avukat Sabit Aktaş’ın aktardığına şu ana kadar sadece 23 ilde kurulmuş olan ÇİM’ler de sorunu çözmüş değil. Zira çocuklar ÇİM’de beyanlarını iletttikten sonra, açılan dava duruşmaları yine klasik usülle, mahkeme salonlarında gerçekleştiriliyor. Bu yüzden istismar mağduru çocuklar hakim, savcı, avukatlar, istismarcı dahil en az 10 kişinin bulunduğu ağır ceza mahkeme salonlarında tekrar ifade vermek durumunda kalıyor.
Y.K.’nin mahkeme korkusuyla kalp krizi geçirip hayatını kaybetmesi, 12 senedir Ankara Barosu Çocuk Hakları Merkezi’nde çalışan avukat Sabit Aktaş’a göre mağdur çocukların yargı karşısındaki çaresizliğinin özeti. Türk yargı sisteminde çocuk bakış açısının esamesinin okunmadığını ifade eden Aktaş, çocuk mahkemelerine bakan yargıçların da gerekli eğitimden geçmediğini özellikle vurguluyor ve başından geçen bir olayı naklediyor: “Çocuk istismarına ilişkin bir dosyada çocuk koruma kararı istedim. Savcı bana ‘nereden bileyim babasına iftira atmadığını’ dedi. Çocuk mağdura ilişkin işlem yapan bir hakim-savcı ya da bu çocuk için görevlendirilen avukat burada doğru davranışı gösteremiyor. Nitekim savcı koruma kararı vermeyince gidip başka bir savcıdan tedbir kararı almak zorunda kaldım. Bu bir ensest vakasıydı. Eğer çocuğu koruma altına almayacaksanız, eve, yani ensestin yaşandığı yere göndereceksiniz. Olayın vahameti bu gösteriyor. Oysa çocuğa ilişkin bir perspektifi olan biri, bu tür bir durumda ilk önce çocuğa ilişkin tedbir alma refleksi geliştirir. Gerçekliği değerlendirmeyi ise sonraki adıma bırakır.”
Türkiye’de her dönem ortalama 2 bin çocuk cezaevlerinde tutuluyor. Sabit Aktaş’a göre yılda yaklaşık 10 bin çocuk hapse girip çıkıyor. Yargılama aşamasında çocuklar yoğun psikolojik baskı altında kalıyor. Çocukları bu süreçte korumak için yargıçların da avukatların da yeterli donanıma sahip olmadığını söyleyen Aktaş’ı dinleyelim: “Bizdeki hukuk yargılamasında çocuk adalet sistemine ilişkin bir ders, branş, eğitim programı yok. Yeni yeni Çocuk Adalet Akademisi’nde hakim ve savcılardan oluşan bir eğitim ekibi oluşturdu. Ama bu eğitim ekibinin de çok iyi olduğunu söylemek mümkün değil. Kaldı ki birçok dosyada onların da çok doğru kararlar vermediğini biliyoruz. Çok iyi olduğunu bildiğimiz hakimlerin çocukla ilgili yargılamalarda en azından olması gereken kararları vermediğini pratikte deneyimliyoruz. Özel bir program yapılıp çocuk mahkemelerinde görev alan herkesin eğitim görmesi zorunlu. Ama yasaya göre böyle bir zorunluluk yok. Ankara’da bir ara çocuk savcılarından biri terörle mücadeleden gelmişti. Adamı çocuk savcısı yapmışlar. Terör mahkemelerinden gelen bir savcının çocuk savcısı olarak atanmasının anlaşılır bir tarafı yok.”
Çocuk hakları mücadelesi
29 Kasım akşamı Adana’nın Aladağ İlçesi Sinanpaşa Mahallesi’nde bulunan ve 34 öğrencinin kaldığı Süleymancılar isimli cemaate ait yurtta çıkan yangın, arkasında büyük bir felaket bıraktı. Denetimsiz yurtta kalan 11 çocuk ve bir görevli yanarak hayatını kaybetti. Aladağ faciası, aynı zamanda eğitim sistemindeki faciayı da tekrar gün yüzüne çıkardı. Çocuğun yaşam hakkının korunmadığı ve dolayısıyla doğrudan devletin sorumlu olduğu Aladağ yangını üzerinden yapılan eleştiriler yapısal bir reformun başlatıcısı olmadı elbette. Hatta aylarca tartışılması gereken bu olay birkaç gün gündemde kaldıktan sonra, hükümete yakın medyanın da maharetiyle kısa süre içinde unutulup gitti.
Aladağ yangınından sadece bir hafta önce Olağanüstü hal (OHAL) kapsamında çıkarılan 677 sayılı Kanun Hükmünde Kararname uyarınca 375 dernek ve 9 basın-yayın kuruluşu hakkında kapatma kararı verilmişti. Söz konusu KHK uyarınca 22 Kasım tarihinde kapısına kilit vurulan derneklerden biri de yıllardır çocuk hakları konusunda Türkiye’nin en etkin örgütü olan Gündem Çocuk Derneği’ydi. Çocuk hakları ihlallerinin çetelesini de tutan Gündem Çocuk Derneği’nin kurucularından Emrah Kırımsoy, hükümetin tamamen kendini koruma reaksiyonuyla hareket ettiğini ve bu yüzden bir çocuk hakları derneğini bile kapatacak düzeyde değişime direnç gösterdiğini söylüyor ve ekliyor: “Halbuki kapatmak yerine sözümüzü dinlemeye çalışsa sonuç başka olurdu. Ama şunu da söylemek lazım ki, çocuk ve insan hakları hareketleri tüzel kişiliklere tabi değil. Sonuçta bizim derneğimiz kapatıldı ama çocuk hakları savunuculuğumuz devam ediyoruz. Sayısız örgüt de çocuk hakları demeye, bize destek olmaya başladı. Dernekler kapatılabilir ama savunuculuk kapatılamaz.”
Her şey sistem için!
Kırımsoy’a göre devlet, “çocuklar geleceğimizdir” gibi klişeler kullanırken aslında çocuğu değil sistemi korumaya odaklanıyor. Türkiye’nin altına imza attığı uluslararası çocuk hakları sözleşmelerinin gereklerini yerine getirmekten uzak olduğunu söyleyen Kırımsoy, çocuk haklarına ilişkin en sağlam referans olarak Birleşmiş Milletler Çocuk Haklarına Dair Sözleşme’yi gösteriyor. Buna göre çocuğun yaşamasını ve gelişmesini sağlamak, hiçbir çocuğa ayrım yapmamak, çocuğun yüksek yararını gözetmek ve çocuklara ilişkin politikalarda çocuğun katılımını sağlamak gerekiyor. Türkiye’nin 1994 yılından beri BM Çocuk Hakları Sözleşmesi’ne taraf olduğunu ve 1995 yılında da Sözleşme’nin iç hukuka dahil edildiğini hatırlatan Kırımsoy, çocuğun yaşam hakkı ihlallerinde devletin rolüne dikkat çekiyor.
Adana-Aladağ’daki yangında, Cizre, Sur, Silopi, Yüksekova gibi çatışmalı bölgelerde hayatlarını kaybeden çocuklarla mahkemeye çıkıp ifade vereceği için kalp krizi geçiren 9 yaşındaki istismar mağduru Y.K.’nin ölümünü arasında bir hiyerarşi yapılamayacağını düşünen Kırımsoy, çocukların yaşam hakkı konusunda bu bağlamda bir hiyerarşi kurulamayacağının altını çiziyor.
Görüştüğümüz tüm çocuk hakları savunucuları çocukların geleceğinin sistemin geleceğine kurban edildiğinde hemfikir. Kırımsoy, çocuk hakları savunuculuğunun bir yaşam biçimi olduğunu söylüyor. Acaba Türkiye’de kaç kişi bu “yaşam biçimine” alışmaya hazır? Galiba çocukların geleceğini tam da bu “yaşam biçimi” mücadelesine dahil olanların oranı ve azmi belirleyecek.