Dizi

Yarım Kalan Aşklar, Şahsiyet, Akıncı: Gazeteci gözünden Türk işi gazeteci dizileri

Hakikati araştırırken öldürülen muhabir Ozan ve meslektaşı Elif’in hikâyesi, Yarım Kalan Aşklar’da… Şahsiyet ise öylesine başarılı bir dizi ki önemli karakterlerinden gazeteci Ateş Arbay’la ilgili kötü bir şey söylerken Haluk Bilginer kafama Emmy ödülünü fırlatacakmış gibi geliyor. Peki, IMDb’de 10 üstünden 1.8 puan almayı başaran Akıncı‘nın bu listede ne işi var? Açıklayayım…

Gözüpek gazeteci Sedat Yalçın, ekibe yeni katılan genç kadına küçümser bir bakış atar ve ağzından efsanevi replik dökülür: “Sen şimdi ağlarsın da!”

Bugün son derece eril olduğunu itiraf etmemiz gereken tavır, 1997 yılının sonbaharında televizyon karşısındakilerin, Sıcak Saatler’in bir sonraki bölümü için gün saymasına engel olamazdı; Sedat acaba hangi gerçeğin peşinde koşacaktı?

Türkiye televizyon tarihinin en unutulmaz dizilerinden birinin baş kahramanının gazeteci olması tesadüf değil. Değil ki yıllardır, yerli-yabancı birçok dizi ve film, gazeteci karakterlerini çok sevdi.

Ancak baştan belirtmek lazım; bu sevgi, liyakat sahibi olduğu kadar, standartların üstünde güzel/yakışıklı muhabirler ya da şayet ahseniyet hâli kâfi değilse, kalın çerçeveli gözlükleri ve idealistlikleriyle adeta haberi koklayan, böylece dış görünüşünü göz ardı etme fırsatını bize veren birtakım gazeteciler üzerinden tanımlanıyor. Yalan yok, mesleğimiz özü itibarıyla seksi; seks satmazsa yenilgiyi kabul etmeden, herhangi birini sapyoseksüel yapabilen, çekici bir düzenden bahsediyoruz. Kurgu karakterleriyle bile!

Kurgusuna havuç, gerçeğine sopa!

Bense son yılların oldukça iddialı ancak birbirinden oldukça farklı “gazetecili” üç dizisinden bahsedeceğim. Blutv’den Yarım Kalan Aşklar, Puhutv’den Şahsiyet ve ATV’den Akıncı. Seçimler tamamen keyfime ve soru işaretlerimin büyüklüğüne göre yapıldı. Sizi şikâyetlerimle boğmak değil amacım. Sadece dillendirmeden edemediğim bir gözlemden bahsetmek istiyorum:

Farklı mahallelerin, değişik dizileri gösteriyor ki mesleğimiz bir sağdan bir soldan ne kadar darbe alırsa alsın, bizi anlatmaktan, daha doğrusu hikâyelerini bizim üzerimizden anlatmaktan vazgeçemiyor. Peki ama neden?

Sadece Türkiye’de değil, dünyada kurgusal gazeteci karakterleri çok seviliyor. Kanlı canlıları neden hayali olanlar kadar sevilmiyor, bunu sonra tartışırız.

1960’ların Hollywood’unda gazeteci profilini, kimliğini gizleyen, adeta casuslukla özdeşleştiren anlayış, 1970’lerde gazetecileri güvenilir birer kaynak ve hak savunucusu haline getirdi. Sanıyorum ki, Washington Post muhabirleri Bob Woodward ve Carl Bernstein’ın Watergate skandalını haberleştirmesi, sinemadaki gazeteci ögesini fazlasıyla besledi. 1980’lerde medyanın endüstriyelleşmesi, 1990’larda basının internetle tanışmasına bir de özelleştirme fırtınasının eklenmesi, ekrandaki devrimler olarak okunabilir.

İLGİNİZİ ÇEKEBİLİR – GAZETECİLİK FİLMLERİ

2021 yılında neler mi oluyor? Uzaylıları, hak kavgalarını, güzellik anlayışımızı, tarih yazımını ve hatta yeme içme alışkanlıklarımızı Hollywood’un şekillendirmesine çoktan izin verdiğimiz bir sinema sosyolojisi mevcut. Ancak hakikatin dile getirilmesine ülke olarak ne denli büyük bir ihtiyaç duyuyorsak, özgür basın mitini bizzat kendimiz çekinmeden — hatta utanmadan — yaratmaktan geri durmuyoruz.

Televizyon kanalları ya da yayın platformları bambaşka mahallelerin iletişim araçlarına dönüştü. Birbirinden oldukça farklı bu ekranlar, ticari kaygılarla dahi olsa, gazeteciliğin ve gazetecilik inadının öne çıktığı hikâyeleri anlatıyor. Anlatıyor ama Türkiye’den neden gerçek bir gazetecilik dizisi ya da filmi çıkmıyor? Neden The Newsroom, Spotlight ya da The Post Türkiye’de çekilemiyor?

Yol çok, varacağımız durak yok

Cevabını arayan soru çok. Ancak kimse basın tarihimizin ya da gazetecilik hikâyelerimizin yetersiz olduğundan bahsetmesin; Danimarka’nın bile Borgen’i var!

Acaba asıl sorun, medya hikâyelerini anlatırken kaçınılmaz olan siyasete dokunma endişesi mi; kaçımız House of Cards’ı izlerken dejavu yaşamadık?

Anlatırsak anlaşılmayacağımız korkusu mu taşıyoruz; Roboski’de yaşananlar karşısında basının nasıl tökezlediğini neden henüz konuşmaya başlayabildik?

Kabinenin en önemli bakanlarından birinin istifası karşısında verdiğimiz sessizlik sınavı anlatılmaya değmeyecek bir hikâye mi?

Bir aylık dahi olmayan bir televizyon kanalına bir “yeni personel” listesinin gönderilmesinden ve iktidara direnince ekranının karartılmasından Netflix kaç bölümlük dizi çıkarırdı?

Çok derinlere daldık. Efkârlanmak yok, hadi dizilerimize dönelim.

Yarım Kalan Aşklar / IMDb: 7.9

Absürt komedi ögeleri içeren Yarım Kalan Aşklar’da; ortaya çıkmaması gereken bir gerçeğin peşine düşen, hakikati araştırırken öldürülen muhabir Ozan’ı ve meslektaşı, nişanlısı Elif’i izliyoruz.

Bir gazetecinin haber yapmasının engellenmesi için öldürülmesinin kıymetli bir konu olduğunu düşünüyorum. Ancak genç habercilerdeki idealizmin, izleyiciye ne kadar güçlü aktarıldığı tartışmalı. Oyuncular da bu kısmı pek iyi özümseyememiş olacak ki, Elif rolündeki Dilan Çiçek Deniz’in oynadığı karakteri “doğruların peşinden koşan idealist bir gazeteci” olarak anlatabiliyor olması oldukça enteresan geliyor kulağa.

Daha açık olayım: “Doğruların peşinden koşan idealist bir gazeteci” dediğinizde aklınıza gelen isimleri düşünün. Neler yaşadılar/yaşıyorlar, başlarına gelenleri kim, nasıl kaldırabilirdi? Sanıyorum anlatabildim.

Orası yazı işleri değil

Yarım Kalan Aşklar, karakterlerden çok mekânlarıyla tartışılmalı. Dizi boyunca dikkatimi çeken iki yerleşke var: Elif’in çalıştığı gazetenin ofisi ve cinayet büro amirliği.

Elif ve Ozan’ın çalışma ortamından, yani gazeteden bahsedelim. Açık ofis, camla ayrılmış odalar, tavanı pek de basık olmayan bir plaza, çalan telefonlar, plastik yığını dosyalar… Ancak bir eksik var. Ne olduğunu bir çırpıda açıklamak güç. Fakat bize haber merkezi olarak izletilen ofisin bir reklam ajansına ait olduğuna ya da çekimler sırasında “Biz burada bir ajansta geçen dizi de çekeriz, dağıtmayın seti” dendiğine kalıbımı basarım! Orası yazı işleri değil.

Mekânlara dair aydınlanma süreci ilerleyen bölümlerde başlıyor çünkü vızır vızır çalışan “hah işte buradan haber merkezi de olur, yazı işleri de” dediğiniz bir yer sonunda karşımıza çıkıyor. Ancak burası cinayet büro amirliği olarak kurgulanmış. Oradaki kaos ve karmaşanın gerçekliği, haber üretilen herhangi bir yere daha çok benziyor. Sürekli temas, dengesiz bir hareketlilik ve kolayca alevlenebilecek diyaloglar, hepsi daha “bizden.” Bunun aslında trajik ve korkutucu bir gözlem olduğunu düşünüyorum. Fakat gerçek hayatta karşılığı var mıdır, diye de içten içe merak etmekten kendimi alamıyorum.

Genç muhabirimiz Elif’in sinematografik açıdan mükemmel ancak izleyiciye daha ilk anda ya “hadi oradan” ya da en iyi ihtimalle “kiradır yav” dedirten müstakil, şahane bir evi var. Bu durumun gerçekçilikten ne denli uzak olduğu diziyi yaratan ekip tarafından da algılanmış olacak ki, karaktere, “Babamın emeklilik ikramiyesiyle alındı, tüm varımız yoğumuz” minvalinde bir replik yazılmış. Sırf bu zoraki açıklamaya duyulan ihtiyaçtan sekiz bölümlük bir dizi daha çıkar, demedi demeyin.

Bu diziyi sadece topyekûn bir gazetecilik anlatısı üzerinden okumak doğru değil. Çünkü en başta da yakındığım gibi, dizinin derdi bu değil. Yine de bizlere yer verdiğiniz için teşekkür ediyor, kadın muhabirlerle Mini Cooper’ın (tercihen kırmızı) neden bu denli özdeşleştirildiğini anlamadığımız notunu da düşüyoruz.

Şahsiyet / IMDb: 9.1

Şahsiyet öylesine başarılı bir dizi ki önemli karakterinden gazeteci Ateş Arbay’la ilgili kötü bir şey söylerken Haluk Bilginer kafama Emmy ödülünü fırlatacakmış gibi geliyor.

Şahsiyet’in bu yazıya ilham veren başarısı kısaca, medyanın sadece siyaset değil, her türlü güç ilişkisinden bağımsız ele alınamayacağını anlatması. Bunu anlatırken de kör göze parmak sokmaması.

Ateş karakterinin hayli gerçekçi bir yönü var. Genç Ateş, oldukça başarılı bir gazeteci. Ama etik kuralları yok sayıyor ve kendi kurallarını yazmaktan çekinmiyor: Tartışmalı haber kaynakları, sahte raporlar, yasa dışı yollarla elde ettiği istihbaratlar, haber için her yolu mübah gören, “hanutçu” bir muhabir profili. Ancak günün sonunda manşeti atan yine o oluyor. Yani başarılı! “Tanınır olmak başarı mıdır” ya da “Başarıya giden her yol mübah mıdır?” Başka zaman cevaplanması gereken sorular, hiç girmeyelim.

Dizinin baş karakteri Agâh Beyoğlu’nun Alzheimer nedeniyle iyi kötü tüm anılarını unutmadan önce kurtarmaya karar verdiği şahsiyetini, Ateş üzerinden okumak mümkün. Ateş’in insani ve dürüst bir mücadeleye evrilen macerasını da dizi boyu adım adım gözlemliyoruz. Hakikati arayan bir gazeteciden daha normal ne olabilir ki? Eğer dizinin içinden Ateş’in öyküsü ayrılsaydı, yeni işin adı kesinlikle “Doğruluk” olurdu. Ayrıca Arbay’ın doğrular için ödediği bedel de hayli gerçekçi, bu topraklardan.

Ateş’in evinin duvarında Uğur Mumcu, Sabahattin Ali, Çetin Emeç ve Hrant Dink fotoğrafları asılı. Bu aslında izlediğimiz her şeyin kurgu ve hayali olmadığını gösterir gibi. En azından Ateş karakterini yaratanların neyin farkında olduklarını ve ne gibi kaygılar taşıdıklarını anlıyor olmak insanı iyi hissettirmiyor değil. Gerçeği anlatan gazetecilere ihtiyaç var; hep vardı ve gelecekte de olacak.

Hırslı, ilkesiz ve asice öne çıkan bir gazeteci profili, topluma salt doğruları aktaran kişiyi temsil ettiği sürece, gazetecilik kolayca kahramanlaştırılabilir. Ancak bu kahramanlaştırma miti artık sadece kurgusal hikâyelerde geçerli. En azından Türkiye örneğinde, ilke sahibi olmak iktidara karşı mahalleden bakmakla özdeşleşmiş durumda. Buradan Ateş’i doğruyu bulma yönünde harcadığı çaba nedeniyle tebrik ediyor ve örnek teşkil etmesini temenni ediyorum.

Akıncı / IMDb: 1.8

24 yıl önce, Mehmet Aslantuğ’un soluna alıp, emin adımlarla girdiği ATV binası bugün bir başka “gazetecili” dizi Akıncı’ya ev sahipliği yapıyor.

Akıncı’nın baş karakterlerinden Nergis Emiroğlu bir televizyon programcısı. Mary Jane Watson’la meslektaş olmalarının yanında, iki ortak özellikleri daha var: Güzellikleri ve kimliği gizli süper kahramanlarla duygusal bağa sahip olmaları. Sıcak Saatler Sedat gibi, Akıncı Nergis’in de yolu ATV’den geçiyor. Logonun aynı olması dışında hiçbir benzerlik yok; hatta iki iş, iki farklı gezegenden gibi.

Diziye dair oldukça gerçekçi noktalardan biri, Nergis’in moderatörü olduğu “Derin Gündem” programı; dört konuk, bir sunucu, en az üç saat süren, tahminen sıkıcı geçen bir gece yarısı formatı.

Ancak ve ancak dizinin en kritik yönüne gelelim. Emiroğlu sadece mesleğini icra ettiği için — ki burada dürüst ve azimli bir gazetecilikten bahsediyoruz — işinden oluyor. Tepeden gelen emirlerle kanal yönetimi işine son veriyor. Hem de programın reytingleri tavan yapmış, hakikat arayışı ekranda hayat bulmuşken!

‘Bize ödül vermeleri lazım, bu neyin cezası!’

Öyle ki bir sabah Nergis’in giriş kartı plaza kapısını açmaz oluyor, hâlihazırda toplanmış eşyalarını teslim almasına izin veriliyor sadece ve Nergis’in ağzından şu sözler dökülüyor: “Bize ödül vermeleri lazım, bu neyin cezası!” Nergis, biz de sıklıkla bunu soruyoruz; bazen Çağlayan Adliyesi’nde, arada Silivri Cezaevi kapısında, bir de düzenli aralıklarla sosyal medyada.

Nergis, mesleğinde öyle inatçı ve Akıncı konusunda ısrarcı ki, internet üzerinden çevrim içi olarak programına devam etmekte kararlı. Ayrıca ekibi de malum medyadan, kendisini takip ederek istifa ediyor; hep birlikte mütevazı ancak gururlu bir yaşamın adımlarını atıyorlar; çünkü onlar da gazeteci ve haberimiz namusumuzdur.

Ancak internet haberciliğiyle kirayı ödeyebilecekler mi? İnternet sitesine gelecek erişim yasağını nasıl öngöremediler; bunlar olağan şeyler malum? Tüm bunlar kırmızı Mini Cooper’a mal olmasın; ikinci elde düşüş yaşanıyor aman dikkat?

Sıcak Saatler de ATV’deydi

Bunları düşünürken aklımın bir köşesinde aslında hâlâ Sıcak Saatler var. Kıdemli muhabirimiz Sedat, sabahları Savaş Ay’a denk geldiği bir ofiste çalışıyor. Ortama bak! Savaş Ay’ın “Sedatçığım sana baktım, yerinde yoktun” serzenişini ben fil hafızamdan dolayı hatırlıyorum, anımsamadıysanız siz kendinize yüklenmeyin.

Bugün aynı ekranda, aynı kuşakta gösterilen bir dizide, baskıyla işinden olan, hakikati arayan bir grup gazeteciyi izliyoruz. Savaş Ay’ın varlığını normalleştirdiğimiz bir ekran, gazeteciliği artık bu şekilde okuyor. Kızmamak lazım çünkü yeni normali artık bu ve bundan rahatsızlık duymuyor. Ne acı.

Son bir not: Nergis Emiroğlu, kovulduğun hâlde sağda solda sarı basın kartını kullanıyor olman yasalara aykırı; git teslim et, başına iş alma. Cezai müeyyidesi var!

İLGİNİZİ ÇEKEBİLİR – ‘ALACAĞIN OLSUN KORONAVİRÜS, KORKTUĞUM ŞEYE DÖNÜŞTÜM’

Cansu Şimşek

Siyaset Bilimi okudu, Uluslarası İlişkiler yüksek lisansı yaptı. Çeşitli televizyon kanallarında ve Hürriyet gazetesinde çalıştı. Dublaj yapıyor ve neoliberalizmde müştereklerin (the commons) ortak kullanımı üzerine çalışıyor. Hinduizm’den de vazgeçmiş değil. Yasal statüde işsiz.

Journo E-Bülten