Journo’nun “Temeller” başlıklı yazı dizisinde gazetecilik tarihi için önemli metinleri ilk kez Türkçe yayımlıyoruz. Bu bölümde, İngiltere basın tarihinin en saygın araştırmacı gazetecilerinden ve medya yöneticilerinden olan Harold Evans’ın 2004’te yayımlanan “Profesyonelliğe Karşı Propaganda” başlıklı makalesi var.
Evans, Baran Orduran’ın tercüme ettiği makalede, “Muhabirin görevi önce hakikate mi bağlı olmaktır, yoksa ülkesine mi?” sorusuna, uluslararası gazetecilik örnekleriyle yanıt arıyor. Gazetecilikte tarafsızlığın sınırlarını gösteren Harold Evans, muhabirlerin neden bir editöre ihtiyaç duyduğunu da bu yazıda açıklıyor:
Savaş muhabirleri kahraman olabilir. Peki ya vatansever olabilir mi? Bu soru, 1850’lerin Kırım’ından 2000’lerin Kosova’sına, bu konulara kafa yoran savaş muhabirlerine 100 yılı aşkın süredir eziyet etmektedir. Başka bir deyişle, muhabirin görevi önce hakikate mi bağlı olmaktır, yoksa ülkesine mi?
Savaş tarihi bunun hatalı bir karşıtlık olmadığını gösteriyor. Hükûmetler, anlaşılır şekilde, silahlı kuvvetlerin ve halkın moralini yüksek tutarak ulusal iradenin gücüyle düşmanın gözünü korkutmaya öncelik vermektedir. Yaptıkları propaganda yabancı bir lideri ve hatta bütün bir halkı şeytanlaştırırken adil olup olmadıkları konusunda hükûmetler pek az vicdan muhasebesi yapar. Düşman da onlara karşı aynı taktiği uygular. Savaşların ortaya çıkardığı histir bu, rekabetçi bir nefret duygusuyla mest olmaya davetiye çıkarmak.
Yetkililer, basında gri tonlardan nefret eder
Propaganda afişlerinde, çizimlerinde ve başlıklarındaki korkunç klişeler üzerinden bir düello başlar; eğer kendilerinin ve liderlerin karşı tarafça nasıl resmedildiğini görebilseler, halklar hayretler içinde kalırdı. Yetkililer bir gazetenin ya da yayının siyah ve beyaz arasındaki bir tonda haber yapmasından nefret eder. İkinci Dünya Savaşı gibi tartışmasız bir kötülüğe karşı ortak bir iradenin yaratıldığı ulusal beka meselesi olan topyekun savaşlar söz konusu olduğunda, muhabirler ve editörleri bunu yapmaya pek meyilli olmaz ya da olamaz. Ancak günümüzün sınırlı ve daha tartışmalı savaşlarında bir muhabirin “karşı taraftan,” Körfez Savaşı’nda Bağdat’tan veya Kosova Savaşı’nda Belgrad’dan bildirmesi mümkün hâle gelmiştir.
Uydu televizyonlarının ve uydu telefonlarının teknolojisi işin yalnızca detayı. Asıl kayda değer olan, hâlihazırda savaşın içindeki ulusların yerleşik yabancı muhabirleri dünya kamuoyuna seslenen birer megafon olarak görmelerinden ötürü, onlara yakın zamanda müsamaha göstermeye başlaması. Buradaki paradoks şu: Bu bağımsız muhabirler zaman zaman düşman ev sahiplerinden çok, hemşerilerinin gazabına uğruyor.
1982 yılında İsrail’in Lübnan’daki savaşını haberleştiren deneyimli İngiliz muhabir Robert Fisk’in gözlemlerine göre “İsrail’in Beyrut’taki hava saldırılarının insanlarda yol açtığı ıstırabı haber yapanlarımız antisemitik olmakla suçlandı.” Körfez Savaşı’nda ABD füzeleri hedefleri vururken Bağdat’tan bildiren CNN çalışanı Peter Arnett, Kongre üyelerince “100’den fazla ulusa propaganda yapması için bunak bir diktatörün ağzına laf vermekle” suçlanmıştı. Aynısını yapan BBC ise Parlamento’da “BBC Bağdat” denerek kınanmıştı.
Bağımsız muhabirliğin değeri
Bağımsız muhabirlik işinin değeri, Los Angeles Times muhabiri Paul Watson’ın çalışmalarında kendini belli etmişti. Watson’ın Kanada pasaportu onun Kosova’daki ihraçlardan etkilenmemesini sağladı ve o çekişme süresince silahlı Sırplar’dan, Kosova Kurtuluş Ordusu’nun keskin nişancılarından ve NATO bombalarından olmasa da, sansürden azade bir şekilde görev yapmayı sürdürdü. Brüksel’deki günlük brifinglerde Müttefiklerin sözcüsü olarak konuşan Jamie Shea’nın sesini uydu televizyonundan dinleyişi hakkında şunları söylemişti:
- Doğru olduğunu bildiğim şeylerin inkar edilip yanlış olduğunu bildiklerimde ısrar edilmesi, o en tuhaf zamanlarda beni dehşete düşürmüştü… Basmakalıp yargılar yerini bombalama sonrasında daha kafa karıştırıcı bir gerçekliğe bıraktı: sürekli kendi ülkemden ve müttefiklerinden korkma hâli ve onların ahlaki üstünlük iddialarına dair içimi kemiren bir şüphe. Karanlıkta, jet gürültüsü altındaki yatağınızda yatıp gergin bir şekilde patlamanın yakın olduğunu ve saniyeler içinde geleceğini haber veren ani uğultuyu beklerken; bombaların, uçakların ve pilotların kendi ülkenizden olması bir şeyi değiştirmiyor.
Watson, Belgrad’da bulunan –NATO’nun bir hayli içerlediği bir isim olan– BBC’den John Simpson’ın, bombalamanın Yugoslavya’dan Slobodan Miloseviç’in arkasındaki Sırp kamuoyunu pekiştirdiği yönündeki görüşünü teyit etmişti. Fakat Kosova’da kalması, Watson’ın insanların maruz bırakıldığı dehşete tarafsız bir şekilde tanıklık etmesine imkân vermişti.
Düşmanı şeytanlaştıran yalan haberler
Söz savaşlarında, vahşet hikâyeleri düşük değerli para birimi gibidir. Diğer tarafınkiler propagandadır ve vatansever muhabirler tarafından görmezden gelinmeli ya da itibarsızlaştırılmalıdır; bizimkiler ise davanın ayrılmaz bir parçasıdır ve insanları kuralcılığın da üzerinde bir dava uğruna kindarlıkta birleştirmek için kendinden emin bir şekilde yayılmalıdır.
Hakikati bulmak için külleri elekten geçirmeye yetecek zaman, ancak çekişmenin sonlanmasından sonra bulunur. Almanlar’ın Birinci Dünya Savaşı’nda suçlandıkları gibi Belçikalı bebekleri havaya atıp süngüleri ile yakalamadıklarına, keza Almanlar’ın cesetlerini cephanelerinde kullanmak üzere gliserin elde etmek için kaynatmadıklarına –vahşet haberleri hazırlaması için gazetesi tarafından baskı altında tutulan bir İngiliz muhabirin uydurduğu bir hikâye– artık tarih şahit. Fransızlar da Almanlar’ın bildirdiği gibi esir alınan Alman askerlerin rutin olarak gözlerini oymadılar veya taktıkları yüzükler için parmaklarını doğramadılar.
Reuters’dan alıntı yaparak Londra’da Sunday Telegraph’ın ve sonrasında Los Angeles Times’ın bildirdiği gibi Kuveyt’i işgal eden Iraklı askerler, erken doğan bebekleri kuvözlerinden dışarı atmadılar. Hikâye Washington’daki Özgür Kuveyt Yanlısı Yurttaşlar (Citizens For A Free Kuwait) adlı lobicilik örgütünün bir uydurmasıydı ve Kongre’ye beyanatta bulunan yeniyetme “tanık” da lobinin halka ilişkiler şirketi tarafından eğitilmişti. Hepsinin bir sahtekârlık olduğunun ortaya çıkması yalnızca iki sene sürdü. Ancak bu söylence, tasarlandığı gibi, savaşa girme ihtiyacı konusunda kritik bir anda kamuoyunu harekete geçirmişti.
Gözler hakikate kapanmışsa, demokrasiden de fayda gelmez
Böyle bir propagandayı haklı çıkarmak için hiç değişmeksizin kullanılan alıntı ise, kendisi de bir iki kez işin kolayına kaçmış olan tek seferlik bir savaş muhabirine aittir: “Savaş sırasında, hakikat öyle kıymetlidir ki, ona yalanlardan bir duvar eşlik etmelidir.”
Winston Churcill’in bu vecizesi Normandiya Çıkarması gibi, demokrasinin hakikat olarak soykırımcı bir tahakkümle ölümüne mücadele ettiği askeri operasyonlar bakımından makul seviyede bir yanıltma savunması sayılabilir ancak her çatışmanın barındırdığı kısıtlamaları ve sahtelikleri desteklemek bakımından kırılgan bir araçtır. Yönetim ve halk dışarıda aslında olan bitene gözlerini kapatmışsa, otokrasiden farksız şekilde, demokrasiden de fayda gelmez. Bağımsız muhabirliğin Kırım’da doğuşundan bu yana da genellikle böyle olmuştur.
Tarih başıboş duyguların anıtmezarıdır: Hangisi daha vatanseverdir –askerlerinin yaptıkları hataları, işlemiş olabilecekleri zulümleri gizleyen bir hükûmet mi, yoksa düzeltilebilsin diye bunları açığa çıkaran muhabir mi?
Russell Kırım’da savaşanların ilaca ve kıyafete ne kadar muhtaç olduklarını izah edip sonunda Florence Nightingale’in görevlendirilmesini sağlayarak kendisinden kuşku duyulması yerine madalyayla ödüllendirilmeyi hak etmiyor muydu?
Sansürlenen Birinci Bull Run Muharebesi’nin [ABD İç Savaşı’nda Kuzey] Birlik kuvvetlerinin bir zaferi değil de hezimeti olduğu gerçeğini haber yapmasının ardından, Henry Villard’ın bir çete yüzünden hayatından endişe duyması saçma değil miydi?
Güney Afrika’daki Boerler hakkında kendini kandırmasının İngiliz ordusuna ne yararı oldu? O zamanlar 25 yaşındaki Churchill, üzerinde mavzer tabancası taşıyan bir muhabirdi ve içinde bulunduğu zırhlı tren Boerler tarafından raydan çıkarıldığında onu ateşlemekten çekinmedi –muharip sayılıp derhal vurulmak yerine, şansı yaver gidip esir alındığı bir karşılaşmaydı bu. Uygun arazideki atlı bir Boer’in üç ila beş ortalama askere denk olduğu yeni bir çeşit çete savaşı hakkında yazdığında, tüm vatanseverliğine rağmen, Churchill’e bile kulak asılmamıştı.
İngiltere’de sansürün büyüttüğü ve en yetersiz deliller üzerinden vahşet duyuruları yaparak kamuoyunu galeyana getirmeye hevesli bir basının beslediği aşırı milliyetçi bir atmosfer mevcuttu. Birinci Dünya Savaşı’nda aynı sansürcülük ve aynı yoldan çıkmış mahiyetteki milliyetçilik duygusunun etkisi yıkıcı olmuştu. Savaşın pohpohlanan ve kolay eğilip bükülen muhabirler tarafından resmedilen hâlinin gülünç olduğunu siperdekiler biliyordu; The Sunday Chronicle’dan G. H. Mair’in aktardığına göre askerlerin savaş muhabirliği kurumuna olan nefretleri, kurmay sınıfa karşı hissettiklerinin de ötesindeydi.
Mesele, olayları olduğu gibi aktarmak
Tüm bu profesyonel meseleler hakkında savaş muhabirleri arasında bir oybirliği sağlandığını ima etmek yanlış olurdu. The Washington Post’tan Ward Just’a göre, Vietnam Savaşı’nın başıboşluğunda “herkes kendi başının çaresine bakıyordu.” Harrison Salisbury Hanoi’ye gitmiş ve Amerika’nın bombardımanının etkisine dair gerçekleri yansıtan bir yazı yazmıştı. Bu editör de dâhil bazılarına göre, bağımsızlık rolünün gereğini yapıyordu; zira başka türlü elde edemeyeceğimiz bir bakış açısı sağlamıştı. Başkalarına göre ise o düşmana yardım etmekteydi. Coral Sea adlı uçak gemisinden bildiren Tom Wolfe şöyle yazmıştı:
- Kuzeydeki hava savaşına birinci elden tanık olan Amerikalılar’a öyle gelmiştir ki, Kuzey Vietnamlılar The New York Times’dan Sayın Harrison Salisbury’i adeta borazan gibi çalıyorlar; sanki onlar üfledikçe piposunun dumanı tütüyor ve o da parmaklarını öyle doğru yerlere basıyor ki, şarkıyı kendileri çalsa kulağa bu kadar güzel gelmezdi.
(Ward) Just, 1960’ların ortasında Saigon’da serbest gazeteci Martha Gellhorn ile tanıştığında, onun kendisininkinden ne kadar farklı bir tavra sahip olduğuna hayret etmişti. 30 yıl önce İspanya İç Savaşı’nda Cumhuriyetçiler ile özdeşleştirdiği gibi, kendisini Viet Kong’larla özdeşleştiriyor ve haberlerini de bu doğrultuda oluşturuyordu.
Robert Capa bu konuda lafını esirgemiyordu. Biyografi yazarı Richard Whelan’ın söylediğine göre, onun bir tarafını sevip diğer tarafından nefret etmediği bir savaşın muhabirliğini yaparak hayatını riske atmaya hiç niyeti yoktu. Gellhorn ve Capa’nın sergilediği tavır, 1967 yılının “havalı” dünyasında muhabirlerin profesyonel açıdan tarafsız olmakla övündüğü bir jenerasyona mensup olan Just’a çağdışı gelmekteydi. Sahip olunan dürtü, olayların aktarılışı “gösterilen çabayı desteklemese” dahi, olayları olduğu gibi aktarmaktı.
Ancak 1990’larda, en beğenilen dış muhabirlerden biri olan CNN’den Christiane Amanpour Bosnalılar’ın acılarıyla o kadar duygudaşlık kuruyordu ki mülteciler onun ismini bir slogan gibi haykırıyordu. Kendisi şöyle söylüyor:
- Bu savaşta bir insanın ya da herhangi bir profesyonelin tarafsız olmasının imkânı yoktu. Elinizdekileri bir bağlama oturtmalısınız. Bana göre, objektiflik tüm taraflara eşit davranmak anlamına gelmez; onun anlamı, tüm taraflara eşit derecede kulak vermektir. Bu tüm tarafları ahlaki olarak eşdeğer tutmak demek değildir. Bunu yapmayı reddediyorum çünkü ben dürüstçe muhabirlik yapacağım.
“Herkesin bir editöre muhtaç olmasının sebebi budur”
CNN bundan tedirgin oldu. Amanpour’un editörü Ed Turner analiz ve yoruma yer olduğuna katılmakla birlikte, her zaman bunun adının konması gerektiği konusunda ısrarcıydı. “Amanpour’un yorumları kasti değildi. Büyük bir habere kendisini kaptıran her iyi muhabir arada sırada bir iki adım fazla ileri gider. Herkesin bir editöre muhtaç olmasının sebebi budur.”
Burada sonsuza uzanan bir derecelendirme mevcut. Bir aşırı uçta, ikmal rotalarını İspanyol Cumhuriyetçileri’ne açması için Fransa’yı kandırmak amacıyla, tamamıyla uydurma bir muharebe yaratmaya varacak derecede, aktarımlarında hayal gücünü zorlayan yalanlar söyleyen The Week’ten Claud Cockburn var. London News Chronicle’dan Arthur Koestler ise sahte vahşet hikâyelerini, sahiciliği tasdik edilmiş olanlarla harmanlamıştı. Böylesi bir çarpıtma, gazeteciliğe ihanet anlamına gelir ve bunun hiçbir mazereti olamaz.
Cumhuriyetçiler’e aynı derecede yakınlık duyan Herbert Matthews taraflılığını açıkça ifade etmiş ve gerçekleri tümüyle ortaya koymuştu. Onun durumunda sorun olan The New York Times’daki Katolik milliyetçilik yanlısı büroydu. Matthews Mussolini’nin İtalyan askerlerini General Francisco Franco’nun milliyetçilerine karşı savaşa gönderdiğine dair önemli gerçeği bildirdiğinde –Matthews onlarla konuşmuş, ölü İtalyanlar’ın gömüldüğünü görmüştü– New York’taki editörler –Matthews’un “Onlar İtalyan’dı ve İtalyan’dan başka bir şey değillerdi” cümlesinde bile– “İtalyan” yerine “isyancı” sözcüğünün kullanılması konusunda ısrar etmişlerdi.
Bir muhabir, doğrudan askeri faaliyetlere katılamaz
Profesyonel tarafsızlık ne kadar ileri götürülmeli? Bir muhabirin doğrudan askeri faaliyetlere katılması Cenevre Konvansiyonu’nun ihlalidir. Churchill şüphesiz sınırı aşmıştı –El Caney’deki İspanyol-Amerikan muharebesinde bir süngü hücumuna katılan New York Journal’dan James Creelman, İspanyol-Amerikan Savaşı’nın arifesinde Küba’da casusluk yapan foto muhabiri Jimmy Hine ve 1944 yılında kendisini bir grup Fransız direnişçinin fiili komutanı yapıp Alman askerlerine karşı gerçekleştirilen operasyonlara yanında hafif makineli tüfek götüren Hemingway de öyle…
Profesyonel tarafsızlık ile insani içgüdüler arasında karar vermesi daha zor durumlar da bulunuyor. Don McCullin Vietnam’daki Hue muharebesinde yaralı bir denizciyi ilk yardım istasyonuna taşırken askeri bir faaliyete mi katılmış oluyor? Kendisi Kamboçya’da yeni ele geçirilen iki Kmer esire biraz çikolata ve su verdiğinden, adı kötüye çıkmıştı. “Gerçek dünyanın muhakemesi burada hiçbir şekilde uygulanmıyor” diyordu. “Barış ne, savaş ne, ölü ne, doğru ne, yanlış ne…”
James Nachtwey’in yaralı veya saldırıya uğramak üzere olan biriyle karşılaştığında, yardım edebilecek tek kişi kendisiyse yardım etmek, aksi takdirde o sahnenin fotoğrafını çekmek olan işini yapmak şeklinde kabaca bir kuralı vardı. Ancak Haiti ve Güney Afrika’da “bu kişilerin linç edilmesinin müthiş fotoğraflarını çekmek için orada durmaktansa” çetelerin elinden kurtardığı kurbanlar olmuştu. Nachtwey sınırı koyduğu noktanın mühimmat taşımak olduğunu söyler.
Bir başka Budist rahip Saigon pazarının dışında kendini ateşe vermeye başladığında, Peter Arnett’ın fotoğraf makinesi yanındaydı. Hatırladığına göre: “Ona doğru koşup benzin bidonunu tekmeyle uzaklaştırarak kendini yakmasını engelleyebilirdim. Bir insan olarak bunu yapmayı istedim. Bir muhabir olarak bunu yapamadım.” Sonuçta o malum fotoğrafı çekti.
Bosna Savaşı’nı nakleden Timothy Baker’ın böyle durumlarda fotoğrafçının işini yapması için sade bir gerekçesi var: “Kaliforniya’da bir çiftlikte bir koyunu parçalayan bir köpek gördüm. Onu durdurabilirdim. Durdurmadım. Bir fotoğraf çektim ve fotoğraf sayesinde köpek sahibi köpeğini zapt etmeye ve çobanların zararını tazmin etmeye ikna oldu. Böylece birden fazla koyun kurtuldu.”
Kışkırtıcı fotoğraf makinesi
Fotoğrafçıların, fotoğraf makinesinin varlığının davranışı etkileyebileceğine dair özel bir ikilemi vardır. Televizyon kameramanı Sorius Samura 1999 yılında, Sierra Leone iç savaşında hayatı için yalvaran ve başarısız olan genç bir adamı filme aldığı bir sokak sahnesini izlemeye katlanamıyor. Samura kamerasının, genç adamı öldürmesi için askeri kışkırtmış olabileceği düşüncesiyle kendisine azap çektiriyor: “Kendimi halen affedemiyorum.”
1971 yılında Hindistan-Pakistan savaşı sırasında, Bengalli askerler dört Biharlı esiri Dhaka yarış pistinde öfkeli bir grubun önüne sürükleyip süngülerle onları bıçaklamaya başladığında, bir düzine kadar fotoğrafçı orada hazır bulunuyordu. Marc Riboud tiksintiyle oradan uzaklaştı. O ve birkaç kişi daha, fotoğraf makinelerinin askerleri kışkırttığını hissetmişti. Horst Faas ve Michel Laurent ise dört esirin de ölümüyle sonuçlanana dek süren süngüleme anlarının fotoğrafını çekmek için orada kaldı. Fotoğraflardan biri, New York Times’ın kapak sayfasında yayımlandı ve Faas ile Laurant Pulitzer Ödülü’nü kazandılar.
1972’de “Pictures on a Page” adlı kitabımı yazdığımda, bu ödülleri eleştirdim. Pulitzer komitesinin hatalı olduğu, çünkü Faas ve Laurent’a verdikleri ödüllerin, başka fotoğrafçıların da varlıklarıyla vahşeti tetiklediklerinde öylece durmalarına sebep olacağı kanaatindeydim. O zamanlar New York Times’ın fotoğraf editörü olan John Morris 1998 tarihli “Get the Picture” adlı kitabında bize fotoğrafın kapak sayfasında yayımlanmasından kendisinin de etik açıdan rahatsız olduğunu söylemişti. Morris, Marc Riboud’dan aktararak diyor ki: Başbakan Indira Gandhi’nin söylediğine göre, cinayet fotoğraflarının yayımlanması Hint otoritelerini öylesine şoke etmiş ve utandırmıştı ki, böyle olayların önüne geçmek için katı direktifler verilmişti. Morris, Faas ve Laurent’ın “bir kamu hizmeti yerine getirdiklerini” söylemişti. O fotoğrafçıları beğenirim. Profesyonelliklerine saygı duyar ve cesaretlerini takdir ederim. Yine de Pulitzer yönetiminin orayı terk eden fotoğrafçıları sonuç itibarıyla eleştirmiş olmasından rahatsızlık duyuyorum.
Pulitzer Ödülü sahibi Kevin Carter, birinin boynundaki benzin dolu lastiği ateşe vermek (necklacing) suretiyle gerçekleştirilen, Güney Afrika’daki ilk bilinen halka açık infazı fotoğraflamakta haklı olduğuna kendisini ikna etmişti. “Yaptıkları şeye hayret etmekteydim. Kendi yaptığıma hayret etmekteydim. Ancak sonrasında insanlar o fotoğrafları konuşmaya başladı… O zaman belki de yaptıklarımın büsbütün kötü olmadığını hissettim. Bu kadar berbat bir şeye tanık olmakla, illa ki o kadar kötü bir şey yapmış sayılmazdım.” Carter daha sonra hayatına son verdi.
“Vicdanlı bir profesyonel” olarak gazeteci
Birçok muhabir insani içgüdülerine başvurmuştur. Efsanevi fotoğrafçı Eugene Smith, aklının bir köşesinde, fotoğraflarını savaşı itham etmek için kullanmak olduğunu söylemişti. Bunun naif ve profesyonelliğe aykırı olduğu yönünde bir itirazla karşılaştığında, cevaben, başarısız olacağını bildiğin hâlde teşebbüs etmen gereken bazı şeylerin olduğunu söylemişti. Vicdanlı bir profesyonel tarafından başarılabilmesi mümkün olan, ikna edici bir örnek davranışta bulunmuştu.
ABD Deniz Kuvvetleri, “Life” dergisinden, teslim olan Japonlar’ın bulunduğu Amerikan kampının fotoğraflarını çekmesi için izin istediğinde, İkinci Dünya Savaşı sırasında bir başka Pasifik çıkarmasını fotoğraflamaya hazırlanıyordu. Bunun arkasında, Deniz Kuvvetlerince dergilerin diğer adalara ve Japonya’ya dağıtılması ve böylece insanların esirlere ne kadar iyi davranıldığını görüp daha fazlasının teslim olması fikri bulunuyordu. Ancak Smith orayı biliyordu ve bir amirale: “Orası berbat bir yer, bir leş çukuru.” demişti.
Amiral daha o sabah koşulların iyi olduğuna dair bir rapor aldığını söylemişti ve bu Smith’i ”Peki o zaman, sana senin o toplama kampını, senin cezaevini göstereceğim” demeye teşvik etti. “Böylece dışarı çıkıp büyük bir sinirle oranın fotoğraflarını çektim, çünkü ölecek olan her bir kişi başına altı kişi ölüyordu. 15 bin kişinin yalnızca bir veya iki su kaynağına erişimi vardı. Orası bizim kendi insanlarımız tarafından kötü yönetilen berbat bir keşmekeşti. Fotoğrafları getirdiğimde sansür ekibi küplere bindi. Ancak bu sefer bana değil, fotoğraflara sinirlenmişlerdi. Durumu üst yetkililere bildirdiler ve toplama kampı tümüyle elden geçirildi.”
Gazetecinin ilk görevi, insanlığadır
Yazar ve savunma uzmanı (Philip) Knightley, Melbourne Herald için Kore Savaşı’nı nakleden Alan Dower’ın daha da cüretkar bir müdahalesinin öyküsünü anlatır. Dower, muhabir Rene Cutforth ve kameraman Cyril Page hapse götürülen bir sıra kadın görür; birçoğunun bebeği vardır. Gazetecilere ailelerin hepsinin vurulacağı çünkü sokaktaki birinin, onları komünist olarak teşhis ettiği söylenmiştir.
Muhabirliği öncesinde komando olan Dower’ın üzerinde bir karabina vardı. Hapishaneye zorla girmiş ve üç gazeteci, kadınları arkalarında kendilerine doğrultulmuş iki tane makineli tüfekle diz çökmüş hâlde ve bebekleri de üstü açık bir çukurun önünde bulmuştu. Dower nöbetçiyi, üçünü hapishane müdürünün ofisine götürmezse vurmakla tehdit etmişti. Orada Dower karabinasını müdüre doğrultup “Eğer o makineli tüfekler ateşlenirse, seni iki gözünün ortasından vururum” diye tehditte bulundu. Dower bir de bunları yayımlama tehdidinde bulunarak Seul’deki Birleşmiş Milletler komutasından böyle uygulamaları ortadan kaldıracakları sözünü aldı.
Dower gazeteciliğin normal sınırlarını aştı mı? Evet ve böyle yapmakta da haklıydı. Kişinin ilk görevi insanlığa olandır ve bu görevin her türlü mesleki ilkeye baskın geldiği olağanüstü durumlar vardır.
- Sir Harold Evans’ın (1928-1920) bu makalesini Baran Orduran tercüme etti, bazı arabaşlıklar ve paragraflandırmalar Journo’nun tercihi. Bu makale, ilk olarak British Journalism Review dergisinin 2004 tarihli 15. cildinin 1. sayısında yayımlanmıştı. Makale, Evans’ın aynı yıl yazdığı “War Stories” (Savaş Hikâyeleri) adlı kitaba dayanıyor. 1967-1981 yıllarında Sunday Times gazetesinin yayın yönetmenliğini yapan Evans; “hükûmetleri, hâkimleri, casusları ve dev holdingleri” hedef almaktan çekinmeyen cesur araştırmacı gazeteciliğiyle İngiltere basın tarihine geçmişti. Evans ve yönettiği Sunday Times, tıp tarihinin en büyük ihmal skandallarından olan Thalidomide Faciası‘nı ortaya çıkararak dünya çapında ses getirmişti.
İLGİNİZİ ÇEKEBİLİR – “TEMELLER” YAZI DİZİSİNDE ÖNCEKİ BÖLÜMLER