1864-1932 yılları arasında yaşayan Ahmet Rasim, “Türk gazeteciliğinin asıl piri” ve “basının tuzu biberi” diye övülmüştü. Yüzlerce gazete yazısının yanı sıra çok sayıda roman ve hikâyeye imza atan Ahmet Rasim, İstanbul’u derinlemesine gözlemleyen “şehir mektuplarından,” eğitimciliğin dönüşümünü irdeleyen otobiyografik anlatılarına dek çok çeşitli konu ve biçimlerle iz bıraktı. 91. ölüm yıldönümünde Ahmet Rasim’in hayatını hatırlayalım.
Ahmet Rasim 1865 yılında İstanbul Fatih’teki Sarıgüzel semtinde doğdu.
Babası, Kıbrıslı Menteşeoğulları’ndan Bahaedddin Efendi, küçük yaşlarda göç ettikleri Ermenek’te yetişmişti. Posta memurluğuyla çeşitli yerleri dolaşmış, her gittiği yerde başka bir kadınla tanışıp 6 defa evlenmişti. İlk hanımı Ermenekli idi. İstanbul’a giderken karısından boşandı. İstanbul’da, yazarın annesi Nevber Hanım ile evlendi. Tekirdağ’a atanınca onunla da boşandı. Nevber Hanım’ı ve karnındaki oğlu Ahmet Rasim’i bir daha arayıp sormadı. Tekirdağ’da bir, döndüğü Ermenek’te iki, Kıbrıs’ta da bir kadınla evlendi.
Ahmet Rasim, Gecelerim adlı anı kitabında annesinden bahseder. Nevber Hanım’ın da başından üç evlilik geçmiştir. İlk eşi Hacı Sadık Bey, sonuncusuysa aynı zamanda Ahmet Rasim’in kayınpederi olan Binbaşı Bilal Bey’dir.
Ahmet Rasim’in okul yılları
El kapısında büyüyen ve herhangi bir geliri olmayan Nevber Hanım, oğlu Ahmet Rasim’i dikiş dikerek yetiştirmiştir. Ahmet Rasim, ilk ilköğrenimini mahalle mektebinde görür. Sofular mektebinde okurken kalfa diye bilinen hoca yardımcısından yediği tokat yüzünden mektepten soğur. Üç ev ve okul değiştirir. Eniştesi Albay Laz Mehmet Bey, aileyi koruması altına alır. Hafız Paşa’da okurken dayaklardan iyice etkilenir. Evde, yeni yöntemlerle ders okutan öğretmenden özel dersler almaktadır. Ahmet, mektepten ayrılınca Yakup Hoca eve gelerek dersler verir. Falaka eski mektebin özelliklerini anlattığı eserdir.
Haylaz, yaramaz bir çocuk olan Ahmet Rasim için 1876 yılı dönüm noktasıdır. Çünkü Darüşşafaka’ya yazılır. Yıldan yıla kendisini geliştirir ve bilgisi artar. Okulun hesap işleriyle ilgili Hayrettin Bey, Ahmet ve arkadaşlarına hürriyetçi şair ve yazarları tanıttığı gibi, Namık Kemal’in Vatan Kasidesi şiiri başta olmak üzere birçok eseri defterlerine yazdırıp ezberlettirir.
Genç Rasim, Divan edebiyatı tarzında şiirler de karalar. Öğrenimdeki önemli bir gelişme de, okuldaki Fransızca derslerinde Molière, La Fontaine, Alexandre Dumas gibi yazarları ve eserlerini sevmesidir. 1882’de okulunda gazete çıkartır. 1883’te birincilikle mezun olur.
Ahmet Rasim’in aşkları ve evliliği
Ahmet Rasim‘in Gecelerim’de anlattığına göre 17 yaşında Darüşşşafaka öğrencisiyken izinli gününde halasında misafir kalır. Kadıköy’deki bu evde “uzun boylu, siyah saçlı, güzel bir kıza” rastlar. Genç kız önceleri kendisinden kaçıyorsa da, sonra herkesten çok yaklaşır.
O gece Rasim uyuyamaz. Ertesi akşam, duygularını anlatabilmek için bildiği ne kadar yanık şarkı varsa hepsini okur. Genç kız odaya girdiği zaman gülümsemektedir. Bir aralık yalnız kalırlar. Rasim utancından boğazı sıkılıyormuş gibi olur, söz söyleyemez.
19 yaşındayken annesine haber vermeden Binbaşı Bilal Bey’in kızı Sadberk Hanım ile evlenir. 1887’de Rasim, 1889’da Mahzar, 1891’de Mazlum, 1893’de Sadiye, 1897’de Sırrı, 1901’de Şeyda adlı çocukları dünyaya gelir. Eşinin kendisini “itaatiyle hükmü altına aldığını” evlendikten 10 yıl sonra açıklar. 1902’de 17 yıl evli kaldığı Sadberk Hanım öldükten sonra Ahmet Rasim başkasıyla evlenmez, yalnız yaşar.
Ahmet Rasim, evlendikten sonra da güzel gözlü kadınları sevmiş, sevilmiş ve ağlatmıştır. Adada tanıştığı güzel bir kadına yazdığı aşk mektuplarını 16 Kasım 1896 tarihli Musavver Malumat’ta yayımlamaya başlar. Kitabe-i Gam adıyla kitaplaşır bu mektuplar.
Tarihçi Ahmet Refik Altınay 23 Eylül 1936 günü Cumhuriyet gazetesinde, torunu ve söz yazarı-besteci Osman Nihat Alkın da 16 Aralık 1952 tarihli Kelebek dergisinde Ahmet Rasim’in aşklarını anlatır.
Ahmet Rasim’in yazarlığı ve gazeteciliği
Okul bitince Ahmet Rasim‘in Yolcu başlığıyla Fransızca’dan çevirdiği bir yazısı Tercüman-i Hakikat gazetesinde basılır. Ceride-i Havadis’te de yazıları yayımlanır. Bilim ve buluşlarla ilgili bu çevirileri zarfla kapıda teslim eder. Tercüman-i Hakikat sahibi ve başyazarı Ahmet Mithat Efendi ile böylece tanışır. Bu gazeteden haftalık bir mecidiye, Ceride-i Havadis’ten ise iki mecidiye almaktadır.
Ahmet Rasim kitapçılarla da tanışır ve basın dünyasının içine girer. 1885’te Fonograf adlı küçük bir kitabı basılır. Aylık 600 kuruş alacağı Tercüman-i Hakikat’in kadrolu yazarı olur. Gülşen, Güneş gibi dergilerde eserleri basılan genç yazar henüz 21 yaşındadır. Arkadaşı Ahmet İhsan’ın sahip olduğu Servet-i Fünun dergisinde, İlk Sevgi, Leyal-i Iztırab ve Afife gibi romanları tefrika edilir. Artık tanınan bir fıkra, makale, sohbet, hikâye, roman ve şiir yazarıdır.
Darüşşafaka’da öğrenci iken klasik Divan şairlerini taklit ederek denemeler yazmaya başlamıştır. “Seçme şiirler” defteri tutar. Benzeri şiirler karalar. O dönemde daha çok Fuzuli’yi taklit ederek gazeller yazar, okulu bitirip yazı hayatına atılınca, eski ve yeni yolda birçok manzume yazar, “efail ve tefail” aruz kalıplarında şiir yazmayı bırakır.
Dikkatli, soruşturmacı ve araştırmacı bir gazeteci
Daha sonra tüm ilgisini çeviriye vererek karakterine daha uyan anlatıya, düzyazıya yönelir. Fıkralar, makaleler, sohbetler, mizah yazıları yazar. Kalıcı, edebî hikâye ve roman türlerinde de örnekler verir. Hacı İbrahim Efendi ve arkadaşları “Arapçasız Türkçe yazılamayacağını” öne sürer. Ahmet Rasim ise Ahmet Mithat Efendi’nin Türkçe’yi temel alan duruşunu benimser.
Ahmet Rasim, hem okuyan hem yazan bir gazetecidir. Üç temel bilgi kaynağı ve bilgiye erişme yolu vardır: Öncelikle, dikkatli ve güçlü hafızalıdır. Gezdiği yaşadığı yerleri, konuştuğu kişileri, iyice inceler ve belleğine yerleştirir. Şehir Mektupları adlı günlük gazete yazılarında bu yolu uygular.
İkincisi, soruşturmacıdır. Başkalarını konuşturarak bilgiler edinir. Hamamcı Ülfet kitabında bu yöntem kullanılmıştır.
Ayrıca araştırmacıdır; belgeleri toplar, kitapları karıştırır. Yazılarını hazırlamak için değişik kaynaklardan yararlanır. Muharrir Bu Ya eserinde yer alan, makale niteliğindeki Fes ve Orta Oyunu yazılarını böyle kaleme alır.
Ahmet Rasim’in yazı hayatı tam 47 yıl sürmüştür. Hemen hemen her gün yazmıştır.
Rasim, gazeteciliğe gönüllü olarak başlar. Halkı ilgilendiren konu ve sorunları işler. Okurlarının karşısına her zaman güler yüzle çıkar. En ciddi konuları mizah karıştırarak yazar. Hocası Ahmet Mithat Efendi gibi bilgi verme, okurlara yararlı olma amacındadır. Eğlenceli, canlı, neşeli, canlı ve çekici biçimde yazmıştır. İstanbul’u, mahalleleri, sokakları, semtleriyle, yazıyla, kışıyla, ramazanıyla, karnavalıyla, tiyatrocularıyla, içkicileriyle, ayrıntılı, kıvrak, akıcı bir dille anlatmıştır.
Agâh Sırrı Levend, Ahmet Rasim’in gazeteciliğini şöyle anlatır: “Türk gazeteciliğinin asıl piri Ahmet Rasim’dir. Ahmet Mithat daha çok ‘hace-i evvel’ (ilk öğretmen) olarak tanınır. Rasim başka bir deyimle İkdam sahibi Ahmet Cevdet’in dediği gibi ‘matbuatın, basının tuzu biberi’dir.”
Ahmet Rasim’in hikâyeciliği
Ahmet Rasim Darüşşafaka’da Ahmet Mithat’ın önce Letaif-i Rivayet serisinde yer alan hikâyelerini, Hasan Mellâh, Hüseyin Fellah ve Paris’te bir Türk gibi romanlarını, daha sonra da Namık Kemal’in İntibah ile Cezmi’sini okumuştu. Sanat amaçlı yazan Namık Kemal’in roman tekniği yerine, halk için yazan Ahmet Mithat’ınkini örnek aldı.
Fransızca’dan İki Damla Göz Yaşı gibi kısa hikâyeler çevirdi. Kendisi de aşk konusunu işlediği hikâyeler yazdı: İki Günahsız Sevda, Gam-ı Hicran….
Ahmet Rasim’in betimlemelerle yüklü ağır, durgun olaylı, uzun hikâyeler yazdığını belirten Marmara Üniversitesi Atatürk Eğitim fakültesi Türkçe Eğitim Bölümü Öğretim Görevlisi Yusuf Yıldırı şöyle diyor:
- Küçük hikâye yaygın değildir. Üstelik gazetelerdeki fıkraları olay dizisi, kişileri, düğümleri ile birer anlatı örneğidir. Karşılaştığı olay ve durumları okuru etkileyerek aktarır. Bu fıkraların, şehir mektuplarının birçoğu hikâye gibidir. Rasim, çevirileriyle roman tekniğindeki bilgisini genişletirken, doğrudan doğruya kaleme aldığı roman ve hikâyeleriyle de yazma becerisini geliştirdi.
Çoğu 100 sayfayı bulmayan uzun hikâye ve romanlarının büyük bir kısmı Servet-i Fünun ve Musavver Malumat dergilerinde tefrike edildikten sonra kitap hâlinde çıkmıştır. Bir bölüğü doğrudan doğruya basılmış, bir bölüğü ise hem kitap olarak yayımlanmış, hem de ayrıca Ömr-i Edebi ciltlerinde yer almıştır
Ahmet Rasim romanları
- İlk Sevgili
- Bir Sefilenin Evrak-ı Metkuresi
- Güzel Eleni
- Meşak-ı Hayal
- Leyla-i Istırap
- Mehalik-i Hayat
- Endişe-i Hayat
- Meyl-i Dil
- Tecarib-i Hayat
- Afife
- O Cehre
Ahmet Rasim çevirileri
Ahmet Rasim’in Fransızca’dan çevirdiği ve İstanbul’da basılan hikâye ve romanlar ise şunlar:
- Ürani (Camille Flammron’dan)
- İki Damla Göz Yaşı
- Mathilde Laroche
- La Dame aux Camelias
- Karpat Dağlarında, Carmen Sylva- Romanya Kraliçesi Elizabet
(Kaynak: Türk Klasikleri, Ahmet Rasim ve Şehir (İstanbul) Mektupları. Yusuf Yıldırım M.Ü. Öğretim Görevlisi)
Ahmet Rasim’in sesi de güzeldir. Darüşşafaka’da Zekai Dede musiki derslerine girer. Eyüp Bahriye Mevlevihanesi’nde kudümzen başı olan Zekai Dede’yi mezun olduktan sonra da ziyaret ederek bilgi ve becerisini artırır. Veled Çelebi, Rasim’in Mevlevi olduğunu yazar. Başlık sikke giyerek mutribe saz heyetine katılır ve Mevlevi müziği söylemeye başlar Rasim. 70’e yakın, şarkı sözü yazmış ve bestelemiştir. En çok bilinen ve söylenen şarkısı: “Sakın geç kalma / erken gel / Bu akşam gün batarken gel / Ne müşkül ayrılık hâli/ Bu akşam beklerim yarı / Sakın geç kalma erken gel / Bu akşam gün batarken gel.
Ahmet Rasim’in yazı hayatında iki dönem
Ahmet Rasim, 1885’ten 1908’de Meşrutiyet’in ilanına kadar 23 yıl süren ilk dönemde gazete ve dergilere durmadan yazılar yetiştirmiş, bir yandan da kitapçılara çeşitli konularda eserler hazırlamış, ayrıca dil ve edebiyat tartışmalarına katılmıştır.
Rasim’in yazıları, manzumeleri görülen başlıca dergiler Envar-i Zekâ, Maarif, Resimli Gazete, Hazine-i Fünun, Mektep, Mecmua-i, Ebüzziya, Pul, Musavver, Fen ve Edeb, İrtika; gazeteler ise Basiret ve Sabah-İkdam.
Bu dönemde Menakıp-i İslâm adındaki kitabından dolayı Sultan İkinci Abdülhamid’den Mecidî nişanı alan Ahmet Rasim, “İkinci Mecidi nişanı olacağına keşke iki mecidiye olaydı” diye hayıflanır. Yani tanınmış bir yazar olsa da maddî durumu pek iyi değildir.
Meşrutiyet’in ilanıyla Ahmet Rasim’in yazı hayatında ikinci dönem başlar. Bu döneme Sabah gazetesinin bir çalışanı olarak giren Rasim, bir ara Hüseyin Rahmi İle birlikte Boşboğaz adındaki mizah dergisini çıkarır ama dördüncü sayıdan sonra ayrılır.
Sürekli olarak çalıştığı gazeteler Vakit, Tasvir-İ Efkar, Yenigün ve Cumhuriyet’tir. Ayrıca yazıları Şura-yı Ümmet, Yenişark, Hakimiyet-i Milliye gazeteleriyle; İstişare, Musavver, Muhit, Şebab, Sehbal, Türk Yurdu, Yeni Mecmua, Milli Mecmua, Sevimli Ay, Resimli Perşembe, Donanma, Davul, Karagöz, Hacivat dergilerinde görülür.
Ahmet Rasim’in ölümü ve yazarlık mirası
Bu yoğun üretime rağmen Ahmet Rasim‘in maddi sıkıntıları Cumhuriyet’in ilk yıllarında sürer. Ankara’da yokluk içindeki hâlini bir arkadaşına söyler. Arkadaşı da bu durumu Mustafa Kemal Atatürk’e iletir.
Ahmet Rasim, Atatürk’ün desteğiyle 1927’den son nefesini verdiği 1932’ye kadar İstanbul milletvekilliği yapar. Hâkimiyet-i Milliye gazetesinde İstanbul mektupları yazdığı o günler yazı hayatının da üçüncü ve son dönemidir. Heybeliada’daki evinde 21 Eylül 1932 hayata gözlerini yuman Ahmet Rasim, Abbas Paşa Mezarlığı’na defnedilir.
Ahmet Rasim’in, Maarif dergisinde 1894’te yayımlanan Kitabe-i Seng-i Mezar (Mezar Taşı Yazıtı) şiirini hatırlayalım: “Ruhum çekildi secdegâh-ı rabbi izzete / Cismin bu yerde kaldı gam-ı iftirak ile / Zâhir değil mi Fatiha’ya minnetim benim?/ Lütfet bu lütfe muntazırım iştiyak ile!”
19. yüzyıl sonunda Türkiye edebiyatında gelenekçilerle yenilikçiler karşı karşıyaydı. Gelenekçi bir çevrede yetişen Ahmet Rasim, Tevfik Fikret ve Halit Ziya gibi Avrupa’yı örnek alan edebiyatçılardan ziyade, Mehmet Celal ve Andelip (Saik Esat) gibi gelenekçiliği savunan ara nesil ılımlılarla görüşüyordu.
Hocası Ahmet Mithat Efendi’nin “eğitici” üslubunu da benimseyerek edebiyatın halka yararlı olmasını savundu. Servet-i Fünun şairlerinin yapmacık tarzını eleştirdi. 1899’da Malumat’ta çıkan yazısında, “Milli zevk ve toplumun kültürünün özü neyse buna uymak her yazar için mecburidir” diyordu Ahmet Rasim. Halk için açık, süssüz, sanatsız yazılar yazılmasından yanaydı. Bununla birlikte Mehmet Emin’in Türkçe Şiirler eseriyle başlayan “aşırı Türkçeleşme” eğilimine taraftar değildi.
Ahmet Rasim’in en önemli eserlerinden: Falaka
Ahmet Rasim’in yazarlık mirasına, en önemli eserlerinden olan Falaka üzerinden bakalım.
Falaka Osmanlı eğitim sisteminde “terbiye-itaat” uygulamasıydı. Babam beni okulda öğretmene teslim ederken “Hocam, bu çocuk çok yaramaz, eti senin kemiği” benim sözü belleğimde yerini koruyor. Gerçi bizim zamanımızda “falaka” yoktu ama hocaların ellerinde 30-40 cm uzunluğunda sopalar-cetveller mevcuttu. Dayak, Cumhuriyet döneminin ilk yıllarında da eğitim sisteminde yerini korumuştu. Günümüzde bile kulak çeken, hatta tekme atan sözde eğitimcilere rastlamak mümkün.
Peki, Osmanlı’da çocuk olmak ne demekti? Çocuklar nasıl yetiştirilirdi? Mektebe nasıl başlar, nasıl bir eğitim allarlardı? Mektepteki başarıları nasıl ödüllendirilirdi veya başarısızlıkları nasıl cezalandırılırdı? 19. yyüzyılda Osmanlı’yı etkisi altına alan modernleşme hareketleriyle, mahalle mekteplerinden modern okullara, eğitim hayatı ne şekilde değişti? İşte bu sorunların yanıtlarını Ahmet Rasim’in Falaka’sında bulabiliyor.
Ahmet Rasim’in çocukluktan ilk gençliğine hatıraları eşliğinde bu soruları yanıtladığı eser kitap olarak ilk kez 1927’de basıldı. Fatih’teki Sofular Mektebi’nde başladığı, birincilikle mezun olduğu Darüşşafaka’da tamamladığı eğitim hayatını anlatırken bir yandan da 19. yüzyıl İstanbul’unun gündelik hayatı ve bu dönemin çocukluğunu detaylı şekilde tasvir ediyordu Falaka’da.
Âmin alayında ilahiler, midilliler
Reşat Ekrem Koçu’nun dediği üzere, Ahmet Rasim’in yazılarında İstanbul manzaraları ve insanlarıyla sesli ve renkli film hâlinde akar. Falaka’da bu filmin en renkli sahnelerinden biri ‘âmin alayı’dır. Mektebe yeni başlayan çocuklar için düzenlenen ve “Bed-i besmele cemiyeti” de denen tören genellikle pazartesi, perşembe ya da bir kandil günü yapılır. Mektebe başlayacak çocuğun ailesi, bir gün önceden mektebin hocasına haber gönderir. Tören günü sıraya dizilen çocuklar koro halinde ilahiler okuyarak, aralarda “âmin” diye bağırarak mektebe başlayacak çocuğun evine kadar gelir.
Kapıda hocanın dua etmesinin ardından çocuk bir arabaya veya midilliye bindirilir. Kafilenin önünde çocuğun cüz kesesi, elifbası, minderi ve rahlesi gider, onun oturduğu arabayı veya midilliyi ise mektebin hocası, ilahiciler, âminciler takip eder. Çocuğun ilk dersinin almasının ardından da hocaya, kalfaya, ilahicilere harçlık dağıtılır. Bu tören aynı zamanda mahalleliler, özellikle kadınlar ve çocuklar için çok önemli, keyifli bir seyirliktir. Kendi âmin alayı üzerinden bu eski Osmanlı âdetini tüm canlılığı ile anlatan Ahmet Rasim’in hissettirdiği üzere, bir şehzade gibi giyinerek midilliye binmek, mektebe başlamaya en gönülsüz çocuğun aklını çekebilecek güçtedir.
Kalfa ve hoca: İyi polis kötü polis
Çocuklar için mahalle mektebinde otorite, kimi zaman kalfa, kim zaman da hocadır. “Hoca yumuşak olursa kalfa sert, kalfa sert olursa hoca yumuşak” tavır gösterir. Ahmet Rasim, “zihnievvel” takımından olması sayesinde derslerinde zorlanmaz, ancak zihnievvellik onu falakadan kurtarmaz. Hocanın o günkü asabiyetine göre şiddeti değişen ve kendisinin çoğu zaman dehşete kapılarak şahitlik ettiği bu falaka dayaklarının hafızasındaki izi, çocukluk anılarını, anlattığı kitabına verecek kadar derindir.
Farklı sebeplerle birkaç ev değiştiren, böylelikle dört ayrı mahalle mektebine girmiş olan Ahmet Rasim, 1876’da (12 yaşında) yetim Müslüman çocuklarının okuduğu Darüşşafaka Mektebi’ne yazılır. Açılışı 1873’te yapılan mektebin o zaman ki binası, Sultan Selim ile Fatih camileri arasındaki bölgede inşa edilmiş ve binanın planları, Dolmabahçe Sarayı Mimarı Ohannes Balyan’a özel olarak yaptırtılmıştır.
Mahalle mektebinin hoca-kalfa düzeni, Darüşşafaka’da müdür, gözetmen, çavuş, onbaşı–öğrenci hiyerarşisinde bir “ast üst” ilişkisi hâlini alır. Tüm işleyişi düzenli aralıklarla bölünmüş bir mektebe kendinden kıdemliye selam vermekten bahçedeki ağaçlardan meyve koparmaya, üniforma kirletmekten uyku saatinde yatakhanede gezinmeye ve izinden dönüşte, mektebe gazete sokmaya kadar pek çok şey yasaktır.
Falakada mektep ve Darüşşafaka farkı
Peki burada falaka yok mu? Var! Vardır ama mahalle mektebindeki gibi sallanmaz, gelgitli bir ruh haline göre ölümcül sonuçlar verecek şekilde değildir. Okulun katı kuralları çerçevesinde düzenlenmiş bir ceza ödül defteri olan ’emirler defterin’deki kayıtlara göre nadiren dayak atılır.
Ahmet Rasim’in “eli sopalı manevi haydutluk” olarak nitelendirdiği mahalle mektebi hocası korkusu, Darüşşafaka’da aralarında bestekâr Mehmet Zekai Dede’nin de olduğu hocalar için duyduğu büyük hürmete bırakır. “Sarıgüzelli Rasim Efendi” sadece okulda başarının değil, herhangi bir diyar için ilerlemenin anahtarının da “hocaya hürmet etmek” olduğu bilinciyle buradan mezun olur.
Ahmet Rasim’in gazete yazılarından bir örnek: Yanlışlıkla sansür
Bahar Gelmeyecek mi?
Saadet hazetesindeyken bir sabah erkence matbaaya gelmiş çalışıyordum. Odanın kapısı birden bire açıldı. İçeriye kolları kırmızı çuhadan, yenleri siyah fakat açık sarkık bir nevi askeri ceket giymiş, kırmızı fesli, uzunca boylu biri girdi. Bana seslenerek: Gel buraya, dedi. Korka korka kalktım.
“Fesini giy!” dedi. Giydim.
“Yürüü!”
Yürüdüm, kapının önünde bekleyen arabaya bindik. Nereye gidiyorduk?
Tâ Beşiktaş’a gelinceye kadar sormadım, orada söz arasında cesaret ettim. Dedim ki Başmabeyinci Bey’e:
—Acaba?
—Ötesini bilmem, bana al gel dediler, bende seni alıp gidiyorum.
“Eyvallah!” demekten gayri çare yok. Saraya geldik. Giriş kapısından girdik. Sağ tarafa döndük. Bir mermer merdivenden çıkarak koca salonlu bir yere vardık.
Çavuş bana, “Sen dur!” dedi.
Fesini düzelterek kapıdan girdi. Ardından çıktı. Beni çağırdı. Ben de girdim. Kocaman bir masanın ortasında kır sakallı biri hiddetli hiddetli bana bakıyordu. Bu bakış üç dört dakika kadar sürdü. Ben tir tir titriyordum. Bu esnada yüzü daha heybetli; bağırdı bana:
“Gel buraya!” emrini verdi, yaklaştım. Masanın üzerinde açık bir Saadet Gazetesi duruyordu. Şahadet parmağıyla çabuk çabuk, âdeta gazeteyi yırtacak gibi öfkeyle işaret ederek bağıra bağıra: “Bu ne demek?” dedi.
Eğildim, bakacak oldum, bir bağırttı daha:
—Sizin kafanızı havanda ezmeli hainler!
Vay vay… Mabeyinde, başmabeyince, havan ezmek. Kâfi! Sonu ya sürgündür veyahut o zamanlar dilden dile dolaşan ve ismi: ‘Cumburlop’ olan denizdir. Fena halde korktum. Fakat sert bir nazarla gördüm ki manzume! Hem de Safa merhumun, “Bahar gelmeyecek mi, bahar gelemeyecek mi?”
Nakaratlı bir manzumesi! İçimden, “Ne olsa bu adam biraz söz anlar, elbette anlamayanı başmabeyinci etmezler” dedim. Birden geçen bir cüretle, “Efendim!” dedim demedim, bir bağırtı daha gürledi.
Daha söylüyor, daha söylüyor vücudu kalkasıca, daha söylüyor: “Çık dışarı!”
Nasıl sağdan geri ettiğimi bilemiyorum. Kendimi Divanhane’de buldum. Yanımda üstü başı temiz bir Âğa gördüm. Adamcağız gülümseyerek gönül okşarcasına: “Gel beyim gel. Korkma, bugün hiddeti var. Şimdi geçer.” diyerek beni bir odaya götürdü. Elim ayağım buz kesmiş, vücudumun her tarafı titriyordu. Bana su, sigara verdi. Kahve getirdi. Fakat içemiyordum ki! Hem ellerim titremeden tutamıyordu, hem de kahveden şüpheleniyordum. Adamcağız heyecanımı gördüğü için teselli veriyordu.
Bir çeyrek geçmedi, diğer Ağa geldi. Bana:
—Buyurun, dedi.
Uşaklar efendiden pek nazik! Yine odaya girdim. Bu defa evvelkinden daha ziyade köpürmüş görünüyordu. Yine bir iki dakika yüzüme baktı, yine parmağıyla: “Bahar gelmeyecek mi, bahar gelmeyecek mi”yi göstererek: “Bu ne demek!” diye haykırdı.
—Efendim…
—Sus, dilini koparırım!
Ne yapalım, söyle söyleme… O muttasıl tekrar ediyordu: “Bu ne demek?”
Üzüntü başlamıştı. Çünkü başmabeyinci küfre de başlamıştı:
—Sizi edepsizler, veled-i zinalar (piçler), nankörler, hainler. Sizi utanmazlar, namussuzlar, alçaklar, sizi köpekler, yezitler, mel’unlar, asılacaklar… diyor, bu nakarattan her birinin bitiminde eski tavırla:
“Bu ne demek?” diye bağırıyordu.
Bir anda bütün cesaretimi topladım. Ceketin düğmelerini çözerek elimi yeleğin cebine soktum. Mührümü çıkartıp önüne koydum. O da şaşırdı. Şaşırır ya! Cevap vermek istiyordum, o bağırıyordu. Başka türlü çare yok! Her ne hal ise! Mührü aldı, baktı okudu. Durdu. Dudaklarını büktü. Sakalını karıştırdı. Mühre bir daha baktıktan sonra:
—İsmin ne?
—Ahmet Rasim,
—Süphanallah, ne adamlara çattık!
İçimden ben de senin gibiyim, diyordum. O da devam ediyordu.
—Allah Allah!
(Ha şöyle tövbe istiğfar et)
(Derviş midir nedir?)
—Fesuphanallah! (Bana bakarak yumuşak bir lisanla) Otur bakayım. Bak bir kere olsun işe! Ben kimi istedim bana kimi getirdiler? Nafile yere senin kalbini kırdım! Ama zararı yok. Sen benim evladım yerindesin!
Teşekkür temennasını çaktım. Masanın gözünü çekti. Eliyle “gel” diye işaret etti. Kalktım. Masaya gittim. Bana beş lira verdi.
Hakkını helal et. Bir yanlışlık oldu. Fakat kimseye söyleme, dedi. Kim söyler? Saray kapısından öyle bir fırladım ki, soluğu tramvay merkezinde aldım. Fakat ben Saray’dan çıkarken “sansür” Hıfzı Bey merhum giriyordu. Benzi uçmuş, dudakları titriyordu. İşte bu tarihten itibarendir ki sansür manzum eserleri şiddetli denetim altında bulundurmaya başladı.
İLGİLİ:
1894 İstanbul depremi: Gazetelerdeki komplo teorileri, sansür ve propaganda