Habercilik mantığı ve etiği açısından baktığımızda Türkiye ile Almanya arasında ne gibi farklar var?
Türk ve Alman medyasında gazetecilik açısından en büyük fark, Türkiye’de gazetecilerin haber ve yorumlarıyla belirli bir siyasi amaca destek vermeye çalışmaları ve bunun için gazetecilik ilkelerinden taviz vererek haber ile yorumu harmanlamaları. Alman medyasında ise etik ve mesleki kurallara daha çok değer verilir. Ancak yine de özellikle ‘bulvar basını’ diye adlandırılan gazete ve dergiler, bu değerlere uygun gazeteler veya programlar üretemeyebiliyorlar. Ben bunu etik açıdan yanlış buluyorum ve katıldığım panellerde de sürekli dile getiriyorum. Keşke Türkiye’de de etnik ve dini azınlıklar, Türk basınında çok daha fazla temsil edilebilseler. Böylece sivri yaklaşımlar belki daha kolay törpülenebilir ve kamuoyunda kışkırtıcı algılanabilen haber ve yorumlar azaltılabilir.
Ya medya-siyaset ilişkisi?
Türkiye’de olayların, gelişmelerin değerlendirilmesinde perde arkası siyasi güçlerin baskısı çok büyük. Bu da medya kuruluşunun sahiplerini ekonomik dar boğazlara sürükleyebileceğinden çalışan gazetecileri de baskı altına sokuyor. Son dönemlerde kayyum atayarak medyayı hizaya sokma politikaları maalesef gazetecilik değerlerinin neredeyse hiç dikkate alınmamasına yol açtı. Gazeteler gazeteciler tarafından değil de devlet yönetiminin atadığı meslek bilgisinden yoksun kişiler tarafından belirli yerlerden gelen talimatlara göre hazırlanıyor.
Basın özgürlüğü konusunda Türkiye ile Almanya’da mevzuat farklılıkları neler? Bu farklar neye göre ortaya çıkıyor ve halk tarafından nasıl değerlendiriliyor?
Halk, yani haberlerin, yorumların tüketicileri, gazete veya İnternet’te okuduğu, radyoda dinlediği veya televizyonlarda izlediği haberlerin doğru, yorumların özgür olduğuna inanmak ister. Bu Almanya’da yönetimin başka bakış açılarının önünü tıkama gibi bir serbestisi olmadığını gösterir ve çok daha inandırıcıdır. Türkiye’de ise özel bir durum var. Türkiye’de kamuoyu dijital dünyadan zaten öğrendiği haberin kendi düşünceleri doğrultusunda değerlendirildiği, karşı görüşe yer vermeyen medyaya yönelmiş bulunuyor. Basın özgürlüğü konusundaki mevzuat farklarına gelince, Almanya’da kadrolu veya serbest çalışan her gazeteci, çalıştığı kurumun onaylamasıyla sendikalardan, meslek örgütlerinden veya kendi medya kuruluşundan basın kartı alabilir. Türkiye’de ise basın kartları Başbakanlığa bağlı BYEGM tarafından Basın Kartları Komisyonu’nun hazırladığı listelere göre verilir. Ancak bu listelerdeki isimlerin içinde bulunan bazı isimlerin üstü çizilebilir. Böylece haliyle devletin gazeteciler üzerindeki baskısı da sürüp gitmektedir.
Basın kuruluşlarına karşı olan gerek hukuki gerek toplumsal sansür hakkında ne diyebilirsiniz? Basın kuruluşu toplumun bütün hassasiyetlerine sahip çıkmak zorunda mı?
Türkiye’de öteden beri yaşanan darbeler ve siyasi baskılar maalesef otosansür mekanizmalarının yerleşmesine yol açtı. Son beş yılda yaşanan baskı ortamı, açık sansür uygulaması ve üstüne üstlük gazetecilere ve medya kuruluşlarına açılan davalar nedeniyle basının özgür olduğunu iddia etmek mümkün değil. Toplumun hassasiyeti medyanın, gazetecilerin, şu veya bu basın organının cezalandırılması yönünde olmamalı. Almanya’da da özellikle mülteci krizinin büyümesiyle toplumun hassasiyeti siyasi dengeleri bozarken, sorunu sahiplenmeden mültecileri topyekûn reddetmeye kadar varan geniş bir görüş yelpazesi oluştu. Televizyonlardaki tartışma programlarında Türkiye’deki ortamı aratmayacak şekilde gelişmeleri sadece ya siyah ya da beyaz görme, uzlaşı kültürünü gözardı etme eğilimini artırdı. Ancak tartışmalar kapsamında karşıt görüşleri dile getirme olanağı tanınır ve bu görüşler saygıdan yoksun bir biçimde yok sayılamaz.
Basının gerek siyasilerle gerek diğer ünlü insanlarla ilgili yaptığı mizah ve eleştirinin bir sınırı var mı? Bu konuda doğru doz ne olmalı? O eleştiriyi ya da espriyi yapmak kişilik haklarının korunmasından daha mı önemli?
Sınırlar var tabii ki. Eleştiride şiddet çağrışımı, önyargıları körükleyici yaklaşım veya insanları alenen aşağılayıcı yorumlar basın konseyi ve meslek örgütleri tarafından uyarılarla cezalandırılır. Şahsına yönelik hakaret görenler yargı yoluna giderek dava açabilirler. Mizah da düşünce özgürlüğünün şemsiyesi altındadır. Ancak son Böhmermann olayında tanık olduğumuz gibi terbiyesizlik ve aşağılama bel altına inmişse yargı yoluna gitmek mümkündür. Alman Anayasası’nın 5. maddesi, basın özgürlüğünü garanti ederken, aynı maddenin ikinci paragrafında sınırlar bireysel haklara saldırı ve hakarete meydan vermez. Yargı yolu her bireye açıktır.
Habere konu olan insanların itibarı nasıl korunacak? Örneğin; birine cinsel saldırı suçuyla ya da hırsızlıkla yargılanan bir insan beraat ettiğinde hakkında çıkan haberlerin yol açtığı hasar nasıl kapatılacak?
Kapatılamaz! Maalesef Türkiye’de yargı süreci sonuçlanmadan, hatta başlamadan bile medyada yargısız infaz örnekleri çoktur. Resimler, isimler yayılır ve söz konusu kişi kendisini savunamaz. Yargı sürecinin sonunda suçsuzluğu kanıtlanan biri manevi tazminat yolunu deneyebilir, ancak bu da kendisine çamur atıp iz bırakanların yeniden çamur atmalarına yol açabilir. Bu gibi konular maalesef bireyin korunmasında çok gerilerde kalan Türkiye’de kanamaya devam eden bir yaradır. Almanya’da benzer olaylarda yargı yolu çok daha tatmin edici şekilde sonuçlanabilir.
Alman basınında yabancı gazetecilerin faaliyetlerini nasıl değerlendiriyorsunuz? Hangi boşluğu dolduruyorlar?
‘Yabancı’ değiller onlar benim için. Türk kökenli, Arap, Kürt, Boşnak kökenli Alman gazeteci denilebilir örneğin. Ancak benim arzuladığım, örneklerini İngiliz, Amerika, Fransa gibi ülkelerde gördüğümüz durum. Meslektaşlarımızın isimlerine, saç veya ten renklerine göre değil de becerilerine göre değerlendirilmelerini arzu ediyorum. Önemli olan Almancayı kusursuz konuşmaları, hatasız Almanca yazabilmeleri ve doldurdukları boşluklardan biri, dünyanın veya Almanya’nın farklı bölgelerindeki olaylara ve gelişmelere yönelik Alman kamuoyunun bakış açısını genişletmek olmalıdır. Redaksiyon toplantılarında gündem tartışılırken Alman meslektaşlarımızın da bakış açılarını genişletmek, üzerinde durulmayan bir ayrıntının önemini ön plana çıkarmak yabancı kökenli genç arkadaşlarımızın varolan boşlukları doldurmalarını sağlar.
Hiç çatışma ya da sorun yaşanmıyor mu?
Farklı yaklaşımlardan, beklentilerden doğan zıt bakış açıları tartışılırken gerilimler yaşanabiliyor tabii. Ancak bu gibi durumlarda da sükûneti korumak ve gerilim düzeyini düşük tutmak gerekir. Konu örneğin özellikle Türkiye veya iç savaş yaşanan Suriye olduğunda siyasi görüşlerin uyuşmadığı durumlarda tartışmalar büyüyebiliyor. Tabii ki bu tür gerilimler öncelikle medya kuruluşunun ve çalışanların siyasi görüşlerine göre çabuk giderilebilir veya büyüyebilir.
Dijital gazeteciliğin gelişmesinden klasik gazetecilik nasıl etkilendi? Yeniye uyum sağlamak ile eski usullere sahip çıkmak arasında nasıl bir gerilim oluştu?
Zamanın baş döndürücü şekilde hızlanması, önemli haberlerin neredeyse anında internete ve cep telefonlarına düşmesi, klasik gazeteciliğin temel taşlarından biri olan araştırmacı gazeteciliği çok zayıflattı maalesef. Sormak, soruşturmak karşı görüş almak gibi gazetecilik şartları arka plana düştü, çünkü medya haberi ve olayı en hızlı şekilde duyurmak, aktarmak için amansız bir yarış içine girdi. Bu durumun en olumsuz sonuçlarından biri, yalan haberin, bilinçli bir şekilde çarpıtılan bir olayın telafisini çok zorlaştırması.
Haberin sosyal medya aracılığıyla okura ulaşma ve okurun tepki verme süresinin kısalması karşısında haberci nasıl bir yöntem izlemeye karar vermeli?
Kaynağı belli olmayan, oradan buradan kopyalanarak çalınan haberin sosyal medyaya yansıması belirli amaçlara destek vermekten, belirli siyasi görüşleri pohpohlamaktan öteye gidemez. Bunun da gazetecilikle uzaktan yakından ilgisi yoktur, olamaz. Örneğin Twitter’daki 140 karakter sınırlaması bile yalan habere gerekçe gösterilemez. Örneğin haberin temelini bir link ile sağlamlaştırmak bir yol olabilir. Özellikle Facebook’da uydurma haberlerin, montajlanmış görüntülerin, çarpıtılmış resimlerin ulu orta paylaşılması bence iğrenç bir yaklaşım. Tık sayılarını çoğaltmak için medya kuruluşlarının sosyal medyaya yansıttığı yanlış haber ve sahte fotoğraflar gazeteciliğin etik kurallarına bağlı olan meslektaşlar açısından çok üzücü ve kabul edilemeyecek bir gelişmedir. En kötüsü ise yalan haber ve görüntülerle halkı galeyana getirmek gibi bir tehlikenin körüklenmesidir.
Alman medyasındaki ilk Türk
“1976 yılında ilk Türk olarak Köln’ün yerel gazetelerinden Kölnische Rundschau gazetesinde iki yıl süren ve adı ‘Volontariat’ olan mesleki eğitime kabul edildikten sonra haliyle benden beklenen Türkler ve Türkiye ile ilgili bilinmeyen ayrıntıları hem redaksiyona, hem de okurlara anlatmamdı. Bugün ise önemli olan bundan öteye kökenleri farklı kültürlere dayanan meslektaşlarımızın Almanlar ile aynı seviyede, aynı göz hizasında görülmeleridir.”
40 yıl, iki öğüt
“Alman medyasına verdiğim 40 yıl boyunca, mesleğe başladığım dönemlerde verilen iki öğüt beni bağlamıştır:
‘Okurlarımız, izleyenlerimiz haberde yağmur yağıyor dediğinde pencereye bakmadan sana inanmalı.’
‘Haberin, yorumun nedeniyle siyasi yöneticiler arayarak senin çok güzel, çok doğru yazdığını söylerlerse iyi gazeteci değilsin. İyi gazeteci, haberiyle, yorumuyla siyasi yönetimi rahatsız etmeli. Ancak tüm yazdıkların doğru, kaynakların sağlam olmalı.'”
Baha Güngör kimdir?
1976 yılında Köln’ün yerel gazetelerinden Kölnische Rundschau’da gazeteciliğe başladı. Reuters ve Bonner General-Anzeiger Gazetesi’nde çalıştıktan sonra Westdeutsche Allgemeine Zeitung’un (WAZ) önderliğinde 12 Alman ve Avusturya gazetesinin Türkiye ve Yunanistan muhabirliğini yaptı. 1986’da Atina’da stüdyo açan Alman ZDF’in Türkiye bağlantı bürosunu açtı. Alman Haber Ajansı’nın (DPA) daimi Türkiye Temsilcisi olarak 1993-1999 yılları arasında Ankara’da çalıştı. 1999’dan sonra Deutsche Welle’nin (Almanya’nın Sesi) Türkçe Bölümü’nü yönetti. Meslek yaşamına serbest gazeteci ve Türkiye uzmanı olarak devam ediyor. Güngör’ün Almanya’daki İslam ve Türk karşıtlığını ele aldığı ‘Almanların Türk Korkusu’ adlı bir kitabı da var.