Üç dört ay önce, ‘barış imzacısı’ akademisyenlerin KHK ile okullarından uzaklaştırıldığı günlerdi. Beyoğlu’nda geniş bir salon… O akademisyenlerden biri olan İstanbul Üniversitesi Öğretim Üyesi Yrd. Doç. Dr. Erhan Keleşoğlu İslâm dünyası ve cihatçı Selefilikle ilgili bir sunum veriyor. Kendisinin çalışma alanlarından biri Ortadoğu ve İslâm tarihi. Toplantının en dikkat çekici yanı Keleşoğlu’nun da sunuma katılanların da beklemediği büyüklükteki katılımcı kalabalığı… Bu durumun bir nedeni hocaya verilen destekse diğer nedeni konuya duyulan ilgiydi elbette.
Aslında cihatçı Selefilik konusunun dikkat edilmesi, tartışılması, önlem alınması gereken bir başlık olarak Türkiye’de ilgi görmesi yeni bir durum sayılır. Konuyu kamuoyu gündemine getiren ilk gazetecilerden biri olan Ruşen Çakır 2014’te ‘yeni Selefilik’le ilgili Vatan gazetesinde bir dizi köşe yazısı yazdığında epey dikkat çekmiş, aldığı tepkilerden bu yazılarından birinde de bahsetmişti.
Suriye ile Irak’taki savaşın tüm sıcaklığıyla sürdüğü, Türkiye’de siyasi ve toplumsal kutuplaşmanın derinleştiği o dönemde Çakır’ın yazdıklarını şu satırlar özetliyor: “Tüm bu yaşadıklarımızın, İslâm ülkelerinin ve Batı’da yaşayan Müslüman toplulukların çoğunu altüst eden, en çok geleneksel İslâmi yapılanmaları tedirgin eden ve ülkemizde bugüne kadar ciddi olarak kök salamamış olan ‘yeni Selefilik’ akımı için son derece elverişli bir zemin hazırladığı kanısındayım.”
Söz konusu kanının sahibi İslâmi hareketleri iyi tanıyan bir gazeteci olmasına rağmen, o dönemde Türkiye’nin cihatçı Selefi hareketlere açık olduğu fikri yaygın kabul görmüyordu. Aradan geçen zamanda, bugün geldiğimiz yerde artık Türkiye topraklarının bu hareketler için önemli bir saha, hedef olduğu herkesçe kabul ediliyor.
Emniyet Genel Müdürlüğü İstihbarat Dairesi Başkanlığının medyaya 2016’da yansıyan 2015 tarihli, MİT’in bilgi notuna dayandırılmış raporunda 2011-2015 arasında Türkiye’den Irak ve Suriye’ye 2 bin 750 Türk Selefinin gidip geldiği, bölgede o sıralarda halen 1211 Türkiye vatandaşının bulunduğu, cihatçı Selefilerin Türkiye’deki tabanının 10-20 bin kişi seviyesinde olduğu anlatılırken şu tespite yer veriliyordu: “Bu, ülkemiz açısından bir tehdit niteliği taşımaktadır.”
Konunun Türkiye için öne çıkan bu tarafından fazlasıyla ilgili bir soru, Selefi cihatçılıkla ilgili değerlendirmelerin satır aralarında dolaşıyor: İslâm dünyası, İslâm tarihi, hakim olan İslâm anlayışı genel olarak bir dönüm noktası yaşıyor olabilir mi?
Örneğin halifelik kurumunun Emeviler’e geçmesi, Türklerin İslâmiyeti kabul etmesinin ardından 11. yüzyıldan itibaren Sünnilik olgusunun ortaya çıkışı gibi kimi olaylar İslâm tarihçileri tarafından, hakim İslâm anlayışının yönünü etkileyen dönemeçler olarak gösteriliyor.
Bir dönüm noktası mı?
Cihatçı Selefilik konusunu Türkiye’deki akademik dünyada ele alan ilk isimlerden biri Hitit Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nden Prof. Hilmi Demir. Cihatçı Selefiliğin Türkiye için sorun oluşturacağını öngören fikirlerini 2010’dan bu yana açıklayan Demir’in de o ilk zamanlarda tepki çektiğini, meseleyi abarttığını düşünen bir çoğunlukla karşılaştığını yazılarında anlattığını belirtelim. Al Jazeera’de yakın zamanlarda cihatçı Selefilikle ilgili değerlendirmelerini kaleme alan Demir’e göre, uzun bir zamandır İslâm dünyasının hakim akımı olan Sünni kimlik tarihin yeni bir kriziyle karşı karşıya.
Sünnilik; İslâm coğrafyası genişlerken karşılaşılan hukuki, felsefi, dini sorunların aşılması için medreseler aracılığıyla hayat bulan Maturidilik ve Eş’arilik öğretilerine dayanan Hanefilik, Şafilik, Malikilik, Hanbelilik mezheplerinin üst kimliği biçiminde tanımlanıyor. Az önce söylediğimiz gibi, geçmişi 11. yüzyıla kadar uzanıyor. Demir’e göre Sünni gelenek ve formlar, Sünni dünyada Vehhabilikle başlayan ve günümüzde baskın biçimde cihatçı Selefi hareketlerle temsil edilen asr-ı saadete, köklere dönüş mitosuyla fazlasıyla aşındırılmış durumda. Din görevlileri arasında, ilahiyat fakültelerinde bizzat yaptığı araştırmaların sonucuna, TEPAV’ın 2016 tarihli ‘Türkiye, Radikalleşme ve Dini Kimlikler Araştırması’na dayandırdığı bir tespit bu…
Afganistan laboratuvarından Suriye ve Irak’ta devlet iddiasına…
Ne oldu da cihatçı Selefilik bugün İslâm’ın en geniş akımını, hakim olduğu geniş coğrafyada aşındıracak güce ulaştı? Yanıtı, soruyu yönelttiğimiz Keleşoğlu’ndan aktarmadan önce Selefilik hakkında bir not: 13.-14. yüzyılda yaşarken Hanbeli mezhebinden ayrılmış İbn-i Teymiyye’nin öğretisine kadar uzanan Selefilik, 18. Yüzyılda Arap yarımadasında dini ve politik bir hareket olarak ortaya çıkan, Sünni mezheplere dahil sayılmayan Vahhabilik çerçevesinde varlığını sürdürüyordu. Yakın zamana kadar… Derken cihatçı Selefilik ya da yeni Selefilik denilen akım önce ideoloji düzeyinde kendini gösterdi ve çok geçmeden gerçek hayatta test edildi.
“Cihatçı Selefiliğin çıkışında dönüm noktasını Seyyid Kutup’un fikirleri oluşturuyor” diyor Keleşoğlu. Kutup, Mısır’daki Müslüman Kardeşler hareketinin radikal kanadının bir temsilcisi. Önce Cumhurbaşkanı Nasır’a suikast girişiminden yargılanıp 15 yıl hapis cezası alıyor, çıktıktan sonraki yıl darbe girişiminden yargılanıp 1966’da idam ediliyor.
Kısa parantezi kapatıp Keleşoğlu’ndan devam edelim; “Kutup, özellikle şiddet kullanarak siyasal iktidarın alınmasını savunan fikirler öne sürüyor. Müslüman Kardeşler hareketinden gelmesine rağmen bu fikirleri Selefi görüşe yakın kişiler arasında ciddi bir karşılık buluyor. Suudi Arabistan’ın resmi ideolojisi Vahhabilik’le Kutup’un fikirleri bir sentez oluştururken 1970’lerde gelişerek Selefi cihatçılık ideolojisine dönüşüyor. Sovyetler’in 1979’da işgal ettiği Afganistan’da bu fikirler ete kemiğe bürünüyor. Pakistan’ın Afganistan’a komşu kentlerinde, özellikle Peşaver’deki medreselerde Selefi Vahhabi ekolden yetişen insanların Afganistan’a geçerek cihada başlamalarını destekleyen politikalar devreye sokuluyor. Bu medreselerin arkasında, buraya giden eğitimcilerin finansmanında, silah temininde Arabistan’ın finansal desteğini görüyoruz. ABD silah eğitimi açısından Pakistan’daki kamplarda önemli bir işlev görüyor, CIA aracılığıyla. Pakistan istihbaratı da tüm bu organizasyonda önemli kolaylaştırıcı rol üstleniyor.”
Keleşoğlu sözlerinin devamında, 1970’lerin sonlarındaki ‘Yeşil Kuşak’ projesiyle Sovyetler’in güneye inmesini engellemeye çalışan ABD için Selefi cihatçılığın kullanışlı bir araca dönüştüğünü, Arabistan’ın da bu sayede ideolojisini yayma fırsatı bulduğunu, bir çıkar ortaklığının hayat bulduğunu söylüyor. Bugün bize epey tanıdık gelecek bir durumu; bu çıkar ortaklığı sonucu geniş İslâm coğrafyasından, özellikle de Arap yarımadası ile Türki cumhuriyetlerden çok sayıda cihatçının Afganistan’a akın ettiğini, buranın bir tür laboratuara, uygulama alanına dönüştüğünü ekleyerek…
Bir yanda El-Kaide’nin 1988’de kuruluşu, Taliban’ın iç savaşta mevzi kazanması, uluslarası operasyonların yönetilmesi için kampların kullanılması gibi olaylarla cihatçı Selefilik Afganistan macerasını sürdürürken diğer yanda yeni duraklar, çalışma sahaları ortaya çıktı: Çeçenistan ve Bosna. Keleşoğlu, 1990’lar boyunca buralarda yaşanan savaşlarda rol alan cihatçı Selefilerin, İslâm anlayışının uyuşmaması nedeniyle Bosna’da yeterince etkili olamadığını ama Çeçenistan’da arka arkaya yaşanan iki savaşta önemli bir güce ulaştığını söylüyor. Bugünden fazlasıyla aşina olduğumuz bir durum; Türki cumhuriyetlerin cihatçılar için insan kaynağına dönüşmüş olması…
Bosna ve Çeçenistan’dan sonraki durak 2003 Irak Savaşı’yla (İkinci Körfez Savaşı) belirdi. Saddam Hüseyin’in devrilmesinin ardından cihatçı Selefilik burada uygun zemin bulurken 2011’de, ‘Arap Baharı’nın sönmeye yüz tuttuğu sırada Suriye’de iç savaşın patlak vermesiyle yeni bir aşama başladı: Bayraktarlığını IŞİD’in üstlendiği devlet kurma iddiası…
IŞİD yenilirse cihatçi selefilik önemsiz bir akıma mı dönüşür?
Şimdi bulunduğumuz aşamada konjonktür değişmişken; IŞİD Irak ve Suriye’de yenilip geri çekiliyorken, çıkarların çatıştığı uluslararası düzeyde başlangıçta sahip olduğu avantajları kaybediyorken akla bir soru geliyor: IŞİD’in yenilgisi cihatçı Selefiği ‘ihmâl edilebilir’ bir akıma dönüştürür mü?
Keleşoğlu’nun yanıtı “hayır, ihmâl edilemez” biçiminde; “IŞİD zaten çok cüretkar bir projeye soyunmuştu. Devletleşme hedefi cihatçı Selefi ağlarda tartışılan bir konuydu. Önce Irak El-Kaidesi’nin bir projesiydi. El-Kaide’nin asıl merkezi tam ikna olmamıştı bu projeye, vaktin henüz gelmediğini söylüyorlardı. Yeterince güç biriktiremediklerini düşünüyorlardı. Ama IŞİD bu işe girişti, Irak ve Suriye’nin çöküşünü kullanarak devletimsi bir yapıyı oluşturmayı başardı. Kontrolünü yitirdikten sonra da varlığını sürdürecektir. Buna alışkın bir yapı zaten. Geniş bir coğrafyadan bahsediyoruz, Mısır, Kafkasya, Irak, Suriye, Libya, Yemen… Güçlü ağları mevcut bu grupların.”
Keleşoğlu ülkelerin isimlerini sıralarken unuttuğu biri olabilir mi acaba? Cihatçı Selefiliğin yeni bir durak, çalışma sahası arayışında Türkiye bir seçenek olabilir mi?
“Olabilir, buna çabalıyorlar. Özellikle El-Kaide çizgisi… Hem ana kolu, hem IŞİD bunun için çaba sarf etti. Bundan sonra da çabası devam edecektir. Başta söylediğim gibi; Seyyid Kutup’un fikirleriyle Arabistan Vahhabiliği’nin sentezinden söz ediyoruz… Özellikle Arabistan destekli eğitim ağlarının, kurumların oluşmasına izin verilmiş yerlerde Selefi ekolün daha da güçlenmesi mümkündür. Ancak İslâm dünyasında toplumsal kamplaşmanın derinleştiği, mezhep çatışmalarının yaşandığı, emperyalist müdahalelerin ardından çatışmaların yaşandığı bölgelerde Selefi cihatçılık kök salabilir. Türkiye’de kök salması için kutuplaşmanın, çatışmanın derinleşmesi, sürmesi lazım.”