Malum, dünyanın en büyük sinema olaylarından biri Cannes Film Festivali. Holywood’un ölçek ekonomisi nedeniyle Avrupa sinemasının sesi-soluğu kesildi ama Cannes hâlâ çok önemli. Özellikle de Avrupa sineması için.
Sinemanın mucidi Lumier kardeşlerin vatanı olan Fransa, sinemanın bir sanat kolu olmasına önemli katkılar yapmıştır. Fransız yönetmenler Jean-Luc Godard ya da François Truffaut’nun sinema sanatını tanımladıkları kabul edilir. Cannes bu nedenle de çok önemli bir festivaldir.
Bizim Antalya Altın Portakal gibi Cannes’da da hep bir şeyler tartışılır. Bu seneki tartışmayı Netflix yarattı. Aslında tartışma daha önceden başlamıştı bile. Cannes’da biraz daha boyut kazandı. Özetle diyelim ki; Netflix’in bir şeyleri değiştirmekte olduğunu gören sinema salonları endüstrisi kazan kaldırıyor. Yani sorun rekabet!
20. yüzyılın popüler mekanları olan sinema salonları, ilk rakibi TV ve sonrasında DVD kiralama işleri ile biraz sarsılsa da, sonuçta belli bir dengeyi yakalamıştı. Ama İnternet TV’ler söz konusu olunca, ne olacak? Geleceği nasıl şekillenecek? Sinemanın ‘iş modeli’ değişecek mi? Konumuz bu.
Biliyorsunuz, İnternet ve türevi teknolojiler ‘disruptive’ şeklinde tanımlanıyor. Türkçesiyle, ‘yıkıcı.’ Çünkü kendisinden önceki iş yapış modellerini yıkıp, yerine yenisini koyuveriyor.
Sinema salonlarına yeni tehdit: İnternet TV’lerinin özel içerikleri
Cannes’da yarışmaya katılan ve Netflix tarafından üretilen iki filmin (Meyerowitz Hikâyeleri ve Okja) gösterimi, festivalden önceki dönemde Fransız Sinemacılar Birliği tarafından engellendi.
Sinema salonları endüstrisinin yıllardan bu yana gelen kuralı, filmlerin önce sinema salonlarında oynaması ve film için sinemaya gelen seyirci kitlesinin tamamlanması sonrasında bireysel kullanım için DVD ya da benzeri yöntemle çoğaltılmasıydı. Bu kural; sinema salonlarının hayatta kalmasının teminatı gibi bir şey.
Fransız kanunları ise, sinemalarda gösterilen bir filmin ancak 36 ay yani üç yıl sonra streaming servislerinde (İnternet TV ya da WebTV) yayınlanmasına izin veriyor. Çeşitli ülkelerde -daha az süreli de olsa- benzer kurallar var. Yani bu sene çekilen bir filmin DVD gösterimi Fransa’da ancak 2020’de mümkün.
Ama artık çağ değişiyor; yeni nesil TV yayıncılığı olan İnternet TV’leri bu kurallarla ilgilenmiyor. Çünkü kendi kanalları tüm dünyada yaygın bir durumda ve filmlerini göstermek için sinema salonlarına ihtiyaçları yok. Bu nedenle mesela Amazon ve Netflix, ABD’de herhangi bir filmi, sinemalarla aynı gün yayına çıkarabiliyor.
Diğer İnternet TV servisleri ile kıyaslarsak, 1999’da DVD kiralama firması olarak kurulan Netflix’in iş modelinde farklı olan “özel içerik”. Netflix sadece gösterim yapmıyor, kendisine özel içerik de yaratıyor, bu işe yatırım yapıyor. Bahsettiğimiz bu iki film yani ‘Okja’ ve ‘Meyerowitz Stories’ de Netflix’e özel içerikler. Öyle ki, Okja herhangi bir sinema salonunda oynamadan 28 Haziran’da doğrudan Netflix’de yayına girecek. Meyerowitz Stories ise az sayıda sinemada, Netflix’le aynı anda yayınlanacak.
Bu ise, Fransız Sinema Salonları Birliği’ni rahatsız eden durumun ta kendisi. Netflix, kendi abonelik sistemi ile Fransa’daki insanlara -belki sinema salonlarının ulaştığı izleyici sayısından da yüksek sayıya- ulaşabiliyor. Bu nedenle Fransa’da sinema salonlarında görünmeyi önemsemeyebiliyor.
Üstüne üstlük Netflix, filmlerinin kalitesini onaylatmak istiyor herhâlde ki Cannes Film Festivali’ne başvurdu ve bu yapımlar kabul edildi. Çünkü festivallerin amacı sinema sanatının kendisidir. Ya da en azından öyle olmalıdır.
Ama hemen arkasından Fransız sinemacılar baskı uygulayınca, durum değişti. Cannes bu seneyi böyle geçiriyor ama bundan böyle kapılarını sadece Fransız sinemalarında gösterilmiş olan filmlere açacak -ki Oscar da New York ya da Los Angeles sinema salonlarında en az bir hafta oynamış filmleri kabul edebiliyor.
Paylaşılması gereken sosyal bir olay mı? Eğlence mi?
Fransız Sinema Salonları Birliği, sinemanın ortak bir kültür ve paylaşılması gereken bir sosyal olay olduğu düşüncesinde. İnternet TV servislerinin savunması ise; “kim, ne, ne zaman ve nasıl izlemek istiyorsa, o zaman izlesin” şeklinde.
Bu kültür tartışması Cannes’de fiziksel olarak da örneklendi: Okja filminin büyük ekrana uygun olmadığının ortaya çıkması ile, Jüri Başkanı, Yapımcı ve Yönetmen Pedro Almodóvar, yarışacak tüm filmlerin büyük ekranda görülmesi gerektiğini söyledi. Jüri Üyesi Amerikalı Aktör Will Smith ise, çocuklarının hem sinemaya gittiklerini, hem evde film izlediklerini söyleyerek, filmlere böyle bir kısıtlama getirilmesine karşı çıktı.
Bu tartışma sinema endüstrisinin de bir gerçeği olarak yorumlanıyor. Fransızlar (ya da Avrupalılar) sinemayı bir sanat olarak sahipleniyor ve sosyal olay şeklinde değerlendiriyor. Bu nedenle alelade Fransız vatandaşlarının filmleri sinema salonlarında izleme ya da tiyatroya gitme alışkanlıkları var. Fransa’da Jean-Luc Godard, François Truffaut ya da İtalya’da Federico Fellini, Michelangelo Antonioni gibi sinemayı tanımlayan rejisörlerin de varlığını düşünürseniz, Avrupa’daki bu kültürü daha iyi anlamlandırabilirsiniz.
Amerika’da ise sinema zengin-elitlerin eğlencesi olarak tanımlanıyor. Halk için İnternet TV’si daha cazip. Hem sinema ücretleri, hem gece bir yerlere gitmenin zorluğu (trafik vs) düşünülürse, Amerikalı orta sınıf evde oturup, fastfood yerken film seyretmeyi tercih ediyor.
(Bu biraz da, Servet-i Fünûn ve Fecr-i Âtî döneminin, ‘Sanat sanat için midir, toplum için midir?’ tartışmasına benzemiyor mu?)
Çanlar sinema salonları için çalıyor
İşin bir de ticari tarafına bakarsak; Fransa’da, ABD’de ya da Türkiye’de sinema salonları çoktan 1960-70’lerdeki boyutlarının üçte-dörtte birine inmiş durumda. Peki bundan sonra ne olurlar? Dünya değişiyor ve ‘Y nesli kalabalıklardan, herkesin yaptığı şeyleri yapmaktan hoşlanmıyor’ analizleri öne çıkıyor.
Sinema salonlarının çabası, neyi diriltir bilemiyoruz. Ama sinema salonu sektörünün kendisini yenilemesi, iş modellerini analiz etmesi lazım. Aksi takdirde gelecek çok parlak değil.
Çünkü evde yayılıp, üstelik siniri bozan düzeyde (yarım saate varan) reklam seyretmek zorunda olmadan, bir ton mısır, kola parası vermeden, meyveni yiyip, çayını içerek, trafik de çekmeden, en güzeli de o gün ruh hâlinize uygun ne varsa onu seyretmek varken, sinema salonlarına gidenler daha çok, sosyalleşmenin fiziki olanını arayanlar olacaktır.
Riske girip para yatırmak mı? Abone parası ile üretmek mi?
“Keyfime göre izlerim” olayının başka bir boyutu da var: Canınız çektiğinde sinema salonuna gitmek yerine, bir yerlere aylık abonelik ödüyorsunuz ve bu sektöre “riske girmeden film üretme” şansı veriyor.
Ne demiştik, “İnternet teknolojileri yıkıcıdır.” Şimdi soru şu: “Riske girip, bir filme para yatırıp, sonra kazanmak” mı yoksa “zaten abonelik usülü para toplandığı için risksiz film üretmek” mi?
Sonuçta 20. yüzyılın dev film stüdyolarının hacmi ve sayısı 21. yüzyılda iyice azaldı. TV’ler, DVD kiralama derken şimdi İnternet TV’ler var ve sinema salonları artık eskisi kadar izleyici çekemiyor. Film stüdyolarının çektikleri filmlerdeki çeşitlilik bu nedenle azaldı. Riske girmek istemiyorlar, yatırdığının birkaç katını kazanacağı garanti filmlerle uğraşıyorlar.
Netflix işte bu alanda bir boşluğu dolduruyor. Çok çeşitli içerikleri (farklı belgeseller, komedi filmleri, vs.) görebiliyorsunuz. Hem sinema stüdyolarının riske girmeyeceği içeriklere para yatırabiliyorlar, hem de çeşitliliği sağlayabiliyorlar. Çünkü malum ‘Long Tail’ eğilimi ne diyor? “Fiziksel dünyanın %80-%20 Pareto kuralı İnternet’te farklı işliyor.”
Netflix ne yapıyor?
Son olarak bir de ‘Netflix’ içeriğine bakalım. Ama şimdiden belirteyim; Netflix’i kral katına çıkarmak gibi bir niyetimiz yok. Unutmayın; TEKEL KÖTÜDÜR. Şimdi iyiyse de, zaman içinde para-kalite olarak zayıflar ama seçeneğiniz yoksa, yapabileceğiniz bir şey de kalmaz. Bu nedenle aşağıda fikir vermek için yazdıklarımızı, “Netflix kraldır” diye düşünmeyin, Puhu TV, BluTV gibi yerli platformları da kullanın. Nedenini aşağıda anlatacağım.
Netflix’de seyrettiğim en önemli filmler bence tarihteki olay ve adamları anlatanlar. “Tarihi kim yazar?” yazımda tarihçi David McCullough’un Trump’a yönelik olarak söylediği, “Tarih ve biyografi okumayan Başkan olamaz” deyişini ben herkes için geçerli kabul ediyorum. Hayatı anlamak için geçmişi bilmek gerekir.
Netflix’in bu kapsamdaki Crown (Kraliçe Elizabeth’in hayatı), Churcill ve Savaş Odaları, Roosvelt’ler yapımları önemli eserler. Bunlara baktığınızda, dünyanın nasıl şekillendiğini ve bu adamların ne çok boşlukları olduğunu ve hatalar yaptıklarını anlayabiliyorsunuz ve olayların bütününü başka şekilde görüyorsunuz.
Bu arada anmadan geçemeyeceğim: İsmini çokça duyduğumuz Eleanor Roosevelt’in insanlık tarihinde yarattığı etki (eşi üzerindeki etkisinin asgari maaş belirlenmesi gibi işlerde önemli olduğu kaydediliyor ama asıl fonksiyonu Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Beyannamesi olmuş) beni çok etkiledi. Kendisini saygı ile anıyorum.
Plastik Okyanus ise, Avustralyalı bir gazetecinin çektiği çok korkutucu bir belgesel. Plastiğin nasıl parçalanıp, küçük parçacıklar hâline geldikten sonra balina ya da albatrosların midelerine dolup, çözünemediği için onları yemek yiyemez ve dolayısıyla açlıktan ölür hâle geldiğini gösteriyor.
Ya da Güney Pasifik gibi hep ordan burdan gelme bilgilerle bildiğimiz bir bölgeyi yakından öğrenme fırsatı bulabiliyorsunuz. Dolayısıyla ton balığı avcılığının bir nesli nasıl kuruttuğunu ve küresel ısınmanın etkilerini de..
Bunları seyrederken, acaba bizim yakın geçmişteki olaylarımızı ya da TV’lerde kendisine fazla yer bulamayan belgesel filmciliğimizin daha gelişebileceği bir ortam olabilir mi diye düşünüyor insan..
Mesela Devrim Arabaları’nı seyrederken, olayın hiç de benzin olmayabileceğini anlayıveriyorsunuz. O dönemin “üretmek, satın almaktan daha pahalı” gibi bugün de kullanılan bahanesini ya da “araba üretirsek, Amerika çok önemli başka ürünleri bize satmaz” gibi baskıların yarattığı endişeye karşı “benzin bitti” bahanesinin uygulandığını anlıyorsunuz. Aynı şekilde Köy Enstitüleri için çekilen film, biraz amatör de olsa size Köy Enstitülerinin başka siyasal nedenlerinin yanında, toplumsal bir sorun (kadın-erkek yan yana fikrine hazır olunmadan yapılan bir iş) nedeniyle de kapatılmış olabileceğini düşündürtüyor.
Tabii bunların çekilebilmesi için yerli İnternet TV servislerinin gelişmesi gerekli. Netflix de Türk dizilerine yer veriyor ve hatta yatırım yapabileceği söyleniyor. Ama çok sayıda ve yerel bir şeylerin olabilmesi için, Türkiye’den çıkan İnternet TV servislerinin bu boşluğu görmeleri ve bugün TV’lerde yayınlanan “o onun bilmemnesi, bu bunun peşinde” türünün ötesinde içerik yaratmaları rekabette Netflix’in bir adım önüne geçebilmelerine yardımcı olur.