Özgür Mumcu’nun April tarafından yayımlanan Barış Makinesi adlı kitabı teknolojik gelişmelerin insanların başını döndürdüğü bir çağda kendini bir barış makinesinin peşinde bulan farklı insanları anlatıyor. Mumcu ile Cihangir Parkı’nda buluştuk ve hem kendisinin eğlenceli akıl yürütmelerinden izler taşıyan bu ilk romanını, hem de farklı türlerdeki yazarlık tecrübesini konuştuk.
Kitabınız vesilesiyle bir aradayız ama ben biraz daha genel sorular sormak istiyorum, çünkü biz gazetecilik temalı bir platformuz. Yazılarınızı okumaya başladığımda sanırım 2007’ydi ve sizi Yenisöz’den takip etmeye başlamıştım. Biraz oralardan başlayabilir miyiz?
Fransa’da doktora yapan bir grup öğrenciydik. Memleket meselelerine kafa yormaya başlamıştık. Baktık ki sabah akşam bunları konuşuyoruz artık, Türkiye’nin de çok gergin olduğu dönemdi. Bari oturup bir şeyler yazalım, bizim düşündüğümüze katkısı olur diye böyle bir site kurmuştuk. Fena da bir site değildi. Üç sene aktif kaldı. Daha sonra siteye yazanların bir kısmı akademiye devam etti bir kısmı medyaya yöneldi. O bakımdan verimli bir iş oldu. Site de sonunda kapandı.
Ondan sonra çoğumuzun bildiği BirGün macerası var, sonra Radikal geldi ve nihayet Cumhuriyet. Radikal hikâyesinin yakın tanıklarındansınız. BirGün’den Radikal’e geçmeye nasıl ikna olmuştunuz?
Radikal yeni formatına giriyordu o zaman. Bir teklif gelmişti. Ben BirGün’ü çok severim, orada yazmaktan da çok memnundum. Ama benimle aynı fikirden olmayan insanlarla yazma şansım olacaktı Radikal’de. Çünkü öyle bir kitle de vardı. Biraz da denemek istedim. O sebeple geçtim ve sevdim de orada geçirdiğim dönemi. Ama işte vakti geldi, ben de vakti gelince Cumhuriyet’e geçtim.
‘Haber içeriklerinde çok ciddi bir fakirleşme görüyorum’
Türkiye medyasında bir gazetenin kapanıp İnternet’e geçişinin ilk deneyimi oldu Radikal. Buna nasıl bakıyorsunuz, malûm Türkiye’de ve dünyada bir kavga var, gazeteler ölecek mi ölmeyecek mi diye. Hatta Ertuğrul Özkök de yazdı geçen hafta ‘ölmüyor’ dedi. Siz ne düşünüyorsunuz?
Eninde sonunda ölecek ama biraz vakit alabilir. Hakikaten bir azalma var. İlan gelirlerinde de azalma var. Hatta İnternet de bence zannettiğimiz gibi üstünlüğü ele geçirmiş durumda değil. Bu kriz devam edecek. İletişim araçlarının başka bir yere doğru gitme hikâyesi sürecek. Ama çok acı çekerek var olmaya çalışacaklar. Çünkü tirajlar düşüyor. Haber aslında pahalı bir şey baktığınızda. Bunu da biraz görmeye başladık günümüz haberciliğinde. Siyasi baskılar sebebiyle olduğu söylenen bir tektipleşme var. Haber içeriklerinde eskiye göre çok ciddi bir fakirleşme görüyorum ben. Özellikle yazı dizisi meselesinde. Neredeyse ortadan kayboldu. Bu tür acı günler bekliyor bizi.
Biraz daha kalıcı şeyler üstüne konuşalım. Sizin romanınız üstüne yani, Barış Makinesi. Farklı bir yazı türü roman. Yıllarca köşe yazmış, kısa yazı türleriyle uğraşmış birinin romana geçmesi nasıl bir süreç oldu?
Köşe yazısının üslûbu romana sirayet ederse bir hayli kuru ve didaktik bir roman olur. Tam tersi roman üslûbu köşe yazısının yerine geçerse o da yazıyı biraz muğlak kılabilir. Onu biraz ayırmaya çalıştım. Roman, kurgusu ve matematiği açısından biraz zorlu bir uğraş. Benim şansım, iyi bir yayınevi ile çalıştım. İyi bir kadrosu var, yardımcı oldular. Bir hayli faydasını gördüm.
Editör olarak böyle bir metin önüme gelseydi gerçekten uzun uzun düşünürdüm. Farklı katmanlar, benzeşmeyen bölümler var. Tarihi bir roman olarak dil bakımından farklı bir şey var. Öncelikle tabii ki savaş ve barış kavramları deyince akla gelen şeyler malum ama 19. yüzyılın sonundan 20. yüzyılın başına, dünyanın ruh halini anlamak için bir okuma yaptınız mı?
Tabii ister istemez. O dönemde basılmış gazetelere baktım, o dönemde yaşanmış bazı olaylar için. Mesela kitapta yer alan gazete küpürlerinin ikisi gerçekten yayımlanmış gazete küpürleri. Onun haricinde dönemin siyasi tartışmalarına baktım. Yoğun bir araştırma gerekti, ama hiç de sıkıcı olmadı. Bambaşka bir evren aslında. Orada bir süre bulunmak ve gezinmek hoşuma gitti.
‘Sırbistan’daki saray darbesi iki dünya savaşının sıfır noktası’
Aslında ciddi bir kurgu var. Yazma biçiminden ziyade şunu sormak istiyorum: Dünya savaşı gibi uluslararası bir meseleye giden süreci birden fazla ulustan karakterle anlatmak baştan barış fikri etrafında kurgulanmış bir şey miydi?
Bunu çok bilinçli mi seçtim çok emin değilim aslında. Çünkü Sırbistan’daki saray darbesinden bahsetmek istediğimi biliyordum. Bir anlamda iki dünya savaşının sıfır noktası diye belirledim. Tarihte de öyle anlam yükleyenler var. O yüzden bir Sırbistan ayağı olacaktı. Biraz o dönemi çalışmaya başladım. Bir Osmanlı ayağı olsun istiyordum zaten, neticede buraların insanı olarak. 5-6 sene Fransa’da yaşadığımdan azıcık biliyordum oraları. O zaman da dünyanın merkezlerinden biri, teknolojik ve siyasi gelişmeleriyle. O yüzden bu üç sacayağını bir araya getirdikten sonra bir sürü ulus bir araya gelmeye başladı. Tabii farklı farklı insanların bir arada barış fikri için uğraşması da bence temelde doğru bir fikir. Ama bunu çok şuurlu seçmemiştim açıkçası.
‘Yönetim biçimleri gelmiş olduğumuz teknolojik seviyeyle uyuşmuyor’
Söz konusu barış makinesi olunca işin içine silah tüccarları ve manipüle etmek isteyenler giriyor. Hatta savaşsız bir ekonominin mümkün olmayacağı söyleniyor bazen. Chomsky bir kitabında savaş olmadan bir ekonominin mümkün olmayacağı söylense de devletler parayı toprağın dibine gömse yine bir ekonomi oluşacağını anlatıyordu. Siz ne düşünüyorsunuz, savaş o kadar kaçınılmaz bir şey mi?
Bir dönemler kaçınılmazmış ama artık bunları bir köşeye bırakmamız gereken dönemlere doğru geliyoruz gibi. Savaşın yaratıcılığı arttırdığı, Batı Avrupa’nın gelişmesinin ardında ufak ufak egemenlik alanlarının birbiriyle çatışmasının sürekli bir pratik olduğunu söyleyenler de var. Doğruluk payı da olabilir. Yanında getirdiği katliamlar, atom bombaları ve neredeyse tüm dünyayı yok edebilme potansiyeli. O sebeple bir şekilde tasfiye etmek gerektiğini düşünüyorum savaş fikrini, ki ikinci dünya savaşından sonra da insanlık o yana doğru gitti. İmkânsıza yakın bir zorluk olduğu ortada ama ne kadar azaltabilirsek çatışmaları o kadar faydalı olur.
Hep savaş ve barış fikrinden bahsediyoruz ve Ortadoğu’da yaşıyoruz; barış sanki hiç gelmeyecek gibi. Siz de 2016’da, herkesin savaş konuştuğu bir zamanda Barış Makinesi diye bir kitap çıkardınız. Teknik olarak ters köşe bir iş değil mi?
Yani savaş makinesindense barış makinesinden bahsetmek daha çok hoşuma gitti. Ben bu kitabı yazarken Suriye savaşı devam ediyordu ama çözüm süreci çatışmasızlık halindeydi. Tam günümüzü düşünmedim. O döneme odaklanıp oradan bir şey yazmak istemiştim. Fakat sonra fark ettim ki o dönemle günümüz arasında büyük benzerlikler var. Teknolojinin hızla ilerliyor olması, bir anlamda ikisinin de küreselleşmenin içinde bulunması. Aynı zamanda bir sistem karşıtlığının çıkması. Şu anda sağdan da soldan da sisteme karşı bir itiraz var, dünyanın her yerinde. O zamanki anarşizmin nihilizme kayan tarafıyla bugün IŞİD’de gördüğümüz nihilist terör anlayışı arasında bir takım benzerlikler var. Bu da şunu gösteriyor insanlığın kurmuş olduğu yönetim biçimleri gelmiş olduğu teknolojik seviyeyle uyuşmuyor. O zaman da doğum sancısı başlıyor. Geçen yüzyılın da bir önceki yüzyılın da doğum sancısı savaşlarla çözümlendi. Umarım bu sefer başka bir yol bulabiliriz.