Görüş

Sendika gider, gazetecilik biter

Gazetecinin sendikayla korunması, diğer işkollarına göre ayrı bir öneme sahip. Çünkü gazetecinin yapacağı haber yüzünden işinden kovulma riski, haberin niteliğini de belirliyor. İşinden kovulduğunda güvencesiz olduğunu bilen bir gazeteci için de otosansür daha kaçınılmaz oluyor. Bu yüzden gazeteciyi sendikayla korumak, aslında haberin haysiyetini korumak olarak düşünülmeli. 1961 Anayasası bu önemi gözeterek gazetecilere 212 Sayılı Yasa gibi bir ayrıcalık getirmişti. Bu ayrıcalık 12 Eylül 1980 Darbesi’ne kadar bir şekilde ulaştı.

TİSK’in 12 Eylül sırasındaki başkanı Halit Narin’in, “Bugüne kadar işçiler güldü, bundan sonra biz güleceğiz” diye gayet net bir şekilde ifade ettiği üzere 12 Eylül, gazeteci işçilerin de yüzünü solduracak önlemlerle gelir. 12 Eylül’ün ardından 1983 yılında gelen ayrı bir düzenlemeyle matbaa işçileri, gazetecilik işkolundan ayrılır. Bunun sonucu, TGS’nin üye sayısının neredeyse yarı yarıya düşmesi olur.

Sonun başlangıcı

Bu ayrımla basın işletmelerinde, hem 212 Sayılı Yasa gibi gazeteciyi koruyan hem de 1475 Sayılı İş Kanunu gibi işleyen yasaya tabi çalışanlar olmasının yolu açılmıştır. Bu ikili durum, işverenler için 212 Sayılı Yasa’nın etrafından dolanmak için bir zemin sağlar. Yeni gazetecilerin çoğu diğer kadroda sanki gazeteci değilmiş gibi çalıştırılmaya başlanır. Türkiye gibi basında işsizliğin yüksek seyrettiği bir ülkede pek çok gazeteci buna razı olmak zorunda kalır. Bundan da öte, yine aynı yasada yapılan bir düzenlemeyle gazetecilerin 212’ye tabi kıdem haklarını kazanmaları için bir işletmede beş yıl çalışma şartı getirilir. Bunun da etrafından dolanmak kolaydır. Gazeteciler bu beş yılı doldurmadan aynı bünyedeki farklı şirketlere kaydırılarak gazeteci kadrosuyla tazminat kazanma hakkından mahrum bırakılır. Daha da ötesi taşeronlaşma başlar. Medya patronu her türlü sorumluluktan uzaklaşmak için taşeron gazeteci çalıştırır. Gazetecilerin yasayla korunması, yasa hâlâ var olsa da fiilen ortadan kalkmış olur.

Gazetecilerin sendikalaşmasına yönelik engeller, tüm işçi sınıfının sendikalaşmasına yönelik engellerle paralel bir şekilde sürer gider. Türkiye’nin karanlık 90’ları, basında sendikalaşma için de aynı umutsuzlukla başlar. 1979’da Milliyet’e ortak olarak medyaya giren Aydın Doğan, ilerleyen yıllarda Milliyet’in tamamına sahip olmuştur. 1990’daki toplu sözleşme, sendikanın basından tasfiyesinde önemli bir kilometre taşıdır. TGS ile Türkiye Gazete Sahipleri Sendikası arasında 20 Ağustos’tan kasım ayına kadar süren görüşmeler sonuçsuz kalınca TGS; Milliyet, Tercüman ve Cumhuriyet gazetelerinde grev kararı alır. Aydın Doğan bu karara karşı lokavt ilan eder ve sendikalaşmaya asıl darbeyi, takip eden yıl vurur. Gazetenin teknik kısmını ana bünyeden ayırır ve bu kısımda çalışanları işten ayrılmış gibi gösterir. Kendi taşeron şirketlerine bu çalışanları yeniden işe alırken ise sendikaya üye yapılmamalarını özellikle sağlar. Böylece Milliyet’te bir anda 128 kişi işten ve sendikadan çıkarılmış olur.

Gülseren Adaklı’nın Türkiye’de basın endüstrisi konusundaki önemli akademik çalışmasında da aktardığına göre, Milliyet’te Müessese Müdürü Kemal Kınacı’nın yönettiği tasfiye süreci, yöneticilerle başlamış, çalışanları istifa ettirip taşerona geçmeye zorlanmıştır. Bu süreçte 48 bin liralık noter masrafı dahi bizzat gazete tarafından ödenmiştir. Taşerona kaydırılmaya razı olmayan çalışanlar ise tazminatları verilerek işten çıkarılmıştır. Bu durumun bir başka doğal sonucu Milliyet’te yüzde 51 çoğunluğun kaybedilmesiyle sendikanın toplu sözleşme hakkını yitirmesi olur.

Kim batırdı?

Aydın Doğan’ın ya da başka bir deyişle sermayenin ve temsilcilerinin bu konudaki görüşleri sabittir. Örneğin Aydın Doğan konuyla ilgili Cumhuriyet’e verdiği bir röportajda TGS’yi Güneş ve Tercüman’ı batırmakla, Hürriyet’i de mahvetmekle suçlar. Yani aslında gazetesini kurtarmak için sendikayı kapı dışarı edecektir. Doğan’a yalanlama ise Güneş’in battığı dönemde yönetici olan Merdan Yanardağ’dan gelir. Yanardağ, Güneş’in batışının sendikayla ilgisi olmadığını, Asil Nadir’in başka bir sektördeki yatırımı olan Politek firmasının batışının ardından gazetenin de zora girdiğini kaydeder. Aynı şekilde Tercüman da Kemal Ilıcak’ın medya dışı işleri (konut vs.) nedeniyle batmıştır. (Bianet.org, Burçin Belge röportajı, 14 Ağustos 2012)

Aydın Doğan 12 Ağustos 2002 tarihinde, yani ilk sendikasızlaşma operasyonlarından neredeyse 10 yıl sonra Cumhuriyet’e verdiği bir röportajda, sendikayı gazetelerden kapı dışarı etmesini göğsünü gere gere anlatır. “Ben sendikayı bitirmesem, onlar benim arkama teneke bağlayıp Babıâli Yokuşu’ndan aşağı gönderecekti” gibi yorumlarla zaferini perçinler. Bu röportajın sonlarına doğru bir şey söyler ki, bunda kısmen haklıdır. “Gazetelerin akıllı arkadaşlarını toplayarak o koşullarda sendikalardan çıkmamız gerektiğini anlattım. Gazetede herkes isteyerek sendikadan çıktı. Bugün de herkes hayatından memnun” diye değerlendirir süreci. Doğan’ın söylediği gönüllülük meselesi bir kısım çalışan açısından hiç de yanlış değildir.

Çuvaldız

Örneğin Umur Talu, yıllar sonra Gülseren Adaklı’nın sonradan kitaplaşan akademik çalışması için verdiği söyleşide tam olarak şöyle der: “Tabii ben de sendikalıydım ve hepimiz istifa ettik, yani yaptığımız hıyarlıklardan biri de o. Ama bu, şu demek değil. O sırada çok mükemmel bir sendika vardı, bu o da değil. (…) Yani burası hem farklılıkların ödüllendirileceği, ama aynı zamanda farklılıkların korunacağı, ama aynı zamanda asgari müşterekler, –yani asgari insan haysiyeti, insan onuru, geçimi, güvenceleri açısından– bunların sağlanabileceği bir sendikacılık modelini bulması lazımdı basın sektörünün. Hiçbirimiz tabii bunu düşünemedik o zamanlar. (…) Birey olarak kendinizin bireysel değerini abartıyorsanız, ben sendikasız ayakta kalırım diyorsanız yahut sendikalı olursam kovulurum diye korkuyorsunuz, böyle böyle kaygılar vardı.”

Böylece 12 Eylül’den sonra basında sendikaya en büyük darbe 1991-1992 yıllarında inmiş olur. Aydın Doğan’ın 1994’te Hürriyet’i satın almasıyla yeni dalga sendikasızlaşma operasyonu da başlamış olur. Yapılan ilk hareket çalışanlara, sözleşme adı verilen bir belge imzalatmak olur. Bu ‘sözleşme’, “sendikadan çıkın” sözleşmesidir. Nitekim Aydın Doğan’ın Hürriyet’in başına geçirdiği prensi Ertuğrul Özkök de ağızdaki baklayı çıkarır:

“Türkiye’nin bugünkü koşullarında sendikayla birlikte yürümek mümkün değil. Sendikadan istifa etmeyenler için bir şeyler düşüneceğiz.”

Düşünülecek şey, elbette işten çıkarmaydı. Üstelik diğer gazetelerde de iş bulmaması için patronların görünmez bir anlaşma yaptığı da sık sık dile getirilen iddialar arasındaydı. Bu noktada Türkiye’de gazeteciliğin doğasına uygun bir sendika modeli olsaydı, tüm bunlar yaşanmaz mıydı, sorusu da akla geliyor. Sorunun cevabı başlı başına bir tez konusu olabilir. Ancak 12 Eylül Darbesi’nin başarıya ulaşma ve uygulanmasının ‘gerçek’ nedenleri üzerine Türkiye’de diğer sektörlerdeki sendikasızlaşmayı da koyunca, sorunun cevabı en başından sakatlanıyor.

Rüşvetle ayartma

Umur Talu’nun özeleştiri olarak değerlendirilebilecek sözleri, basında sendikasızlaşmada sadece patronların değil, çalışanların da sorumluluğu olduğunu ortaya koyuyordu. Zaman içinde bu durumu, farklı tarzlarda, yani bizzat patronun sözcülüğünü yapacak şekilde aktaran yöneticiler de oldu. Örneğin Aydın Doğan’ın Hürriyet’i satın almadan önce Erol Simavi’ye, “Ben bu gazeteyi satın alırım ama önce işçilerin sendikadan istifa etmesi gerekir” dediği bilinir. Bu pazarlık sonucu daha Aydın Doğan gazeteyi almadan Hürriyet’te istifaların başladığı ve bu süreci bizzat Ertuğrul Özkök’ün örgütlediği, TGS eski Mali Genel Sekreteri Hasan Ercan’ın verdiği röportajla kayda geçer. Hatta Özkök’ün bu dönemde çalışanları sendikadan istifa ettirmek için çok daha yüksek maaşlar teklif ettiği bilinir. Özkök bunu bizzat TGS yöneticisi Ziya Sonay’a söylemiştir. Sendika, üyelerini bu kazanımlar geçici diye uyarsa da çoğu çalışan günlük artışların cazibesine kapılarak sendikadan istifa eder. İstifa etmeyenler süreç içerisinde tek tek tasfiye edilir. Bu ikinci operasyonla Hürriyet meselesi de hallolmuştur. Hürriyet’in üç ayrı şirketindeki sendikalı çalışanların yüzde 90’ı işten ayrılmış böylece sendika 800 kadar üyesini kaybetmiştir.

Aydın Doğan, Özkök’ün bu girişimci çabalarını karşılıksız bırakacak değildir. Ertuğrul Özkök, Hürriyet’in genel yayın yönetmeni yapılarak ödüllendirilmiştir. Özkök ilerleyen yıllarda, “zaten araştırmacı gazetecilik demode oldu” fikrini savunduğu köşe yazılarıyla gazeteciliğin köküne ayrı dinamit koyacaktır. Aslında böyle bir fikri savunmasına bile gerek kalmamıştır. Sendikanın olmadığı, iş güvencesinin yok denecek kadar az olduğu bir sektörde araştırmacı gazeteciliğe cesaret etmek de ayrı yürek ister. Belki araştırmacı gazetecilik de bundan demode olmuştur, kim bilir?

Yeni düzen

İşte Türkiye 2000’lere giderken gazeteciliğin en önemli teminatlarından biri olan sendikayı da böylece yitirmiş olur. Artık çalışanların tüm kaderi, patronların iki dudağının arasındadır. Patronların kaderi ise onları teşvikler ve ihalelerle besleyen siyasi iktidarların elinde… Parçalı siyasi iktidarların kaderi de askerî vesayettedir. Yani asıl patron askerdir, derin devlettir; bugünkü moda tabiriyle paralel devlettir. Onunla bozuşulmadığı sürece medya patronlarının siyasi iktidarlarla iş tutması mümkündür. Bu denge 2002’deki AKP iktidarından sonra değişecek, bu kez tek başına iktidara gelen ve oylarını her seçimde artıran AKP, gazeteciliği de adım adım kuşatacaktır. Bu elbette kolay olmaz. Başlangıçta kendi medyası olmayan AKP iktidarı bir süre mevcut gruplarla uzlaşma yolu arar, ileriki bölümlerde detayını anlatacağımız üzere, Doğan Grubu’nun işbirliğinde Uzan Grubu’nu medyadan tasfiye eder. Sonra sıra Doğan Grubu’na geldiğinde işler o kadar da kolay yürümez. Doğan Grubu’nu ağır vergi cezalarıyla sindirmeyi dener. Belli bir noktaya kadar başarılı da olur. Örneğin sendikasızlaşma savaşının kahramanı Ertuğrul Özkök’ün genel yayın yönetmenliğinden alınıp daha pasif bir göreve çekme gibi uygulamalar hep bu çerçevede değerlendirilir.

Tüm bunlar olup biterken gazetecilerin durumu nedir? Başka bir deyişle gazetecilerin sürece müdahalesi ne kadardır? Yok denecek kadar azdır. Çünkü medyaya, medya dışı sermayenin girişinin ardından kullanılabilecek tek kalkan olan sendikanın tasfiyesi 12 Eylül Darbesi’yle başlayıp 90’ların karanlık gelişmeleriyle tamamlanmıştır. Artık ana akım medyada çalışan gazeteciyi koruyan hiçbir şey yoktur. Kendisi ne kadar dik durabilirse o kadar. Başka bir deyişle kovulana kadar.

İtiraf etmediler

(…) Özetle 12 Eylül’de atılan tohumlar, 80’lerde filiz verdi, 90’larda serpildi. 2000’lere gelindiğinde ortada zaten gazetecilik yapmak için bir zemin kalmamıştı. Öyle ki, 2001 ekonomik krizinde gazeteciler, sendikasızlığın en büyük tokadını yerler. Sektör o kadar korunaksızdır ki, yoğun bir tasfiye süreci başlar. Yani seneler 2002’ye gelip AKP iktidar olduğunda, önünde altın bir tepsi gibi bir medya duruyordu. Medya henüz bunun farkında değildi. Ancak AKP ikinci genel seçim zaferinden sonra, olayın 90’lardaki güçsüz koalisyonlarla olduğu gibi işlemeyeceğinin sinyallerini verdi. Başbakanları huzuruna çağıran medya patronları dönemi bitmişti. İktidarlarca semirtilmeye alışmış medya grupları, artık bunun karşılığında daha fazlasını vermekle mükellefti. Başlangıçta eski siyasi iktidarlar gibi, ellerinde oynatacaklarını da düşündüler. Bir süre bunu denediler de ama olmadı. “AK Parti gazeteciliği bitirdi” masalının girizgâhlarından biri bu. Evet, gazetecilik bitti ama gazeteciliğin bitişi AKP iktidarında başladı demek için epey saf olmak gerek. Gazeteciliğin bitişi, aslında çok daha önce başlamıştı demek için, istersek Osmanlı’ya kadar gidebiliriz çünkü. Sendikasızlaşma ise bu yolda yükseltilen viteslerden biri olur. Bugün hükümet baskısından dem vuran sözde muhalif medya grubu ve onun bir anda muhalifleşen kalemşorları, bu hikâyede oynadıkları rol için günah çıkarmadı henüz. Bazı siyasi meselelerde o günün şartları öyleydi vs. gibi minik özeleştiriler duymak şaşırtıcı değil. Eğer bir gün, gazeteciliğe en büyük darbeyi aslında sendikasızlaştırarak vurmuştuk, diyen yayın yönetmenleri çıkarsa belki bir parça umut duyabiliriz. O da bir parça… Çünkü tek problem sendika da değil. Onu da biliyoruz. Onu bildiğimiz için sık sık medyada, medya dışı sermaye ne arıyor, diyoruz.

(Ümit Alan’ın ‘Saray’dan Saray’a Türkiye’de Gazetecilik Masalı’ kitabından sendikasızlaşmaya ilişkin bölüm)


saraydan saraya ilan kapakKÜNYE

Saray’dan Saray’a Türkiye’de Gazetecilik Masalı
Ümit Alan
Can Yayınları / İnceleme Dizisi
Yayına Hazırlayan: Emre Taylan
336 sayfa
2015

Ümit Alan

Journo E-Bülten