Journo Türkiye medyasındaki telif sorununu masaya yatırıyor: Telifsizliğin sıradanlığı, telifsiz iş teklif edenlerin dayanılmaz rahatlığı bu dosyayı açmayı mecbur kıldı. Çünkü gazetecilik-yazarlık-fotoğrafçılık-çizerlik-çevirmenlik birer hobi değil, meslektir.
Yazı-haber yazan, fotoğraf çeken, illüstrasyon ya da çeviri yapanların emeğinin karşılığını alamaması bu coğrafyada yeni bir şey değil. Ancak pek çok başarılı, donanımlı, zeki ve yetenekli gazetecinin de işsiz olduğu şu dönemde telifsizliğin sıradanlığı iç yakıcı düzeyde. Onlarca kişiyle konuştum, duruma değen farklı alanlardaki bir grup insanın yaşanmışlıklarından bir dosya oluşturdum…
Evet, biliyoruz, bu dönemde yayıncılık her türlü zor.
Evet, biliyoruz, reklam gelirleri az; olan da ‘sadece geminin ağır tarafına’ dağılıyor artık.
Evet, biliyoruz ki, internet siteleri, gazeteler, dergiler ya da radyo, televizyon kanalları hâlâ iyi içerik yayınlamak istiyor, onun tadı farklı.
Evet, görüyoruz ki, okuduğu habere para ödemeyi isteyen okuyucu da yok desek yeri.
Daha pek çok şeyi de biliyoruz. Fakat hâlâ şunları anlayamıyoruz:
Profesyonel işi bu olan, yazı yazan, fotoğraf çeken, illüstrasyon ya da çeviri yapan insanlara nasıl oluyor da hâlâ telifsiz iş teklif edilebiliyor.
Hatta telifin adı geçmediği durumlar oluyor.
İşi isterken aşırı hızlı çalışan mekanizmalar, sıra ödemeye gelince nasıl olup da aşırı yavaşlayabiliyor, hatta en yumuşatılmış tabiriyle iş verenler saklambaç oynamaya başlıyor, hatta kabalaşıyor.
Ve nasıl oluyor da telifsizlik normalleşiyor; işi karşılığında telif talep eden, olmadı bir ‘hoşluk’ bekleyen kişi anormalleştiriliyor.
İsim verme konusunda çekince
Böyle bir dosyayla, Türkiye medyasının telif sorununa birden çözüm bulmamız olanaksız elbet.
Ancak sorunu ortaya koymak, çözüm aramak ve yayılışını gözlemlemek açısından yararı olacağı kesin.
Bu düşünceyle gazetecilerin içinde bulunduğu bazı e-mail gruplarına mesajlar yazdım, Facebook, Twitter gibi sosyal medya ortamlarında, telifli çalışanların ne gibi sorunları olduğunu sordum.
Açıkçası ilk aşamada beklediğimden az geri dönüş aldım.
İkinci soruşumda ise pek çok kişi ‘özelden’ yanıt vermeyi tercih etti. Birçok garip-rezil-üzücü vaka dinledim, okudum ancak pek çok kişi, anlattıklarının aramızda kalmasını istedi ya da isminin kullanılmaması kaydıyla paylaşmaya razı oldu.
Bunun nedeni ise tahmin de edebileceğiniz durum; insanların alabildikleri teliflerle geçiniyor oluşu ve adlarının bu konuyla anılmasının ileriye dönük işlerinde sorun yaratacağını düşünmeleri.
-Yaşadığınız sorun? -Fakirlik!
Sonuçta belki de onlarca insanla konuştum-yazıştım; fakat farklı alanlardaki (politika, kültür sanat, spor, tasarım, sosyal konular, dergi, blog yazarı) birkaç insanın verdiği bilgileri bir araya getirme yolunu seçtim, en kapsamlı anlatanları aldım.
Algım da açıldı biraz…
Bu süreçte ‘kopyala değiştir’ tipi kısa yazılara mesela 3,5 TL öneren olduğunu da öğrendim, ‘İllüstratörlerin Kara Listesi’ adlı bir Facebook grubu olduğuna da…
Defne Koryürek’in bir metniyle, zihnimde, onun ‘şerefiye’ şeklinde Türkçe kullandığı ‘Honorarium’ kavramının ne kadar önemli olduğunun altını da çizdim, sivil toplum örgütlerinde çalışanlara yönelik ‘Konusunu anlatabilmek için bize de ücretsiz yazar, anlatır’ algısını da kayda geçtim.
Pek çok gazetecinin çalıştığı kurumun ihtiyaçları için kendi kişisel kredisini kullandığını fark ettim. Bunun da insanları kırdığını…
Kimi, “isminin medyada kalabilmesi” için ücretsiz yazdığını söyledi; kimi, “yazmazsam o haber kayda geçmeyecek diye düşünüyorum”, kimi “Meydanı iş bilmeyen şöhretlere mi bırakacağız” dedi; kimi de “Yazı yazıyor olmak başka alanlarda iş fırsatı yaratabiliyor” diye konuştu.
‘Ortaya’ yazdığım mesaja yanıtı üzerine telefonla konuştuğumuz telif hakları konusunda uzman avukat Sedef Erken şahane bir şey söyledi: “Nilay, bir avukat -bu konuda görüş almak için bile- gazetecilerin aklına gelmez ya da en son gelir… Bu bile hak arama, işe değer verme konusunda pek çok şeyi göstermiyor mu?”
Sosyal medya şöhretlerinin haber-yazı yazmasının telifsizlikteki etkisi konuşuluyor ama bir blogger da soruyor, “Sırf biz mi gazetelerden faydalanıyoruz, ya onlar?”
Sanat yazarı Kültigin Kağan Akbulut’un yayıncılık ekonomisine dair söylediği şeyi fazlaca gözardı ettiğimizi düşündüm; sorularıma yazılı olarak yanıt veren spor muhabiri Volkan Ağır’ın onu telif konusunda bilirkişi yapabilecek yaşantılarını ilgiyle okudum.
Bir de genel bir insaflı olma durumu gördüm; içimi burkan, benim de derinden anladığım bir ‘anlayış’ hâli. “Telif vermiyorlar ama bu devirde haber de vermek zorundalar, yandaş olmayanlar için o kadar zor ki” cümlesi, konuştuğum pek çok gazetecide var.
Ama bu, sonucu değiştirmiyor; yayıncı-yazar Metin Solmaz’ın “Yaşadığınız sorunları yazar mısınız?” soruma tek kelimelik yanıtı şu: Fakirlik…
O zaman, başlayalım!
‘Yurtdışında telifli, yurtiçinde telifsiz gazeteciyim’
İsmini paylaşmak istemeyen, zamanında yazılı basında da çalışmış, şimdi telif karşılığı yabancı medyaya, telifsiz yerli basına yazı yazan, benim de şahsen tanıştığım bir gazeteci:
“Yaptığım işi ‘Freelance gazetecilik mekanizmasının olmadığı bir memlekette freelance gazetecilik’ diye tanımlıyorum.
Bu işe devam edebiliyorum çünkü yabancı medyaya çalışıyorum ve oradan Türkiye şartlarında iyi sayılabilecek telifler alıyorum. Yabancı kurumlarla çalıştığımda habere ve emeğe kıymet verildiğini, bu konuda oturmuş bir kültür olduğunu görüyorum. Gerçek editörlerin yanı sıra gerçek muhasebe servislerinin de varlığından haberdar oluyorum, Sözleşmeler imzalıyorum, banka hesabımda hareket görüyorum. Sonra dönüp Türkiye’de amme hizmeti yapıyorum. Açıkçası ben biraz yabancı medyadan alıp Türkiye’deki okura veriyorum. Bu en solcu, en demokrat, en liberal haber siteleri için de böyle.
Şimdiye kadar bana ‘Parasız yazar mısın?’ diyen olmadı. Ama yıllardır ara ara önemli bulduğum konularda haber yapıp kayıtlara geçsin, insanlara ulaşsın, bir etkisi olsun diye haber sitelerine gönderiyorum, onlar da yayınlıyor. Bu arada yaptığım haberler, öylesine çiziktirilmiş yazılar değil. Profesyonelce hazırlanmış, habercilik kriterlerine uygun, araştırması yapılmış, karşı tarafın görüşü alınmış, ciddi emek, zaman ve bazen -mesela başka şehre giderek- para harcanmış haberler.
Türkiye’de mevcut durumda genel olarak biz serbest gazeteciler mesleğe tutunma uğraşı veriyoruz, meslekten para kazanmak biraz uzak bir hülya gibi.”
‘Demokratım diyene bile ağır geliyor’
“Bu meseleler kamuoyunda gündeme geldiğinde bu kurumlar sert tepkiler verebiliyor. Bu kurumlar genellikle kendilerini demokrat, insan haklarını mesele etmiş kurumalar olarak tanımladıkları için bu eleştiriler onlara çok ağır geliyor. ‘Tamam serbest gazetecilere telif konusu da önemli konu, bunu düşünelim ama tartışmayı böyle yapmayalım’ diyorlar. Serbest gazeteciler üzerine düşünme sırası pek gelmiyor ama.
Ben bu kurumlara bir yandan telifsiz haberi dayattıkları için öfkeli olmama rağmen, bir yandan da bu meseleyi yapıcı bir şekilde tartışmamız gerektiğini düşünüyorum. O haber siteleri de nihayetinde zar zor ayakta duran yapılar, bu ülkede haberciliğin son nefes boruları.”
‘Fotoğraf vermeyince bozulmuştum ama…’
“Zamanında ben de, yine patronun maddi zorluk yaşadığını iddia ettiği bir kurumda çalışırken, birinden fotoğrafını kullanmayı rica etmiştim. ‘Hayır’ deyişine çok şaşırmıştım! Tanışıklığımız da vardı üstelik. Bozulmuştum! Ama bu işlerin ricayla dönmeyeceğini o vakit biraz anlamıştım. Şimdi sanırım daha iyi idrak ediyorum.”
‘Fonlar telifsiz haber kültürünü kırmaya yardımcı oluyor’
“Türkiye’de Journo, Sivil Alan, P24, gibi sitelerin haberlere telif verdiğini biliyorum. Bu kurumlar yurtdışından da fon aldıkları için böyle bir ilişki geliştiriyorlar. Bunun, çoğu haber sitesinde varolan ‘telifsiz haber’ kültürünü kırmak açısından olumlu olduğunu düşünüyorum. Yurtdışından, ifade özgürlüğünü desteklemek amacıyla sivil toplum kurumları aracılığıyla Türkiye’ye aktarılan paranın bu olumlu etkisini not etmek lazım.”
‘Bütçeniz olmasa da mesele ederseniz…’
“Bu noktada ne yapılabilir? Öncelikle ve pek tabii ki, serbest gazeteciler örgütlenmeli, onlar kendileri emeklerine sahip çıkmalı, sorunları dile getirmeli, çözüm talep etmeli. Bu serbest gazeteci örgütlenmeleri, bu arada tabii ki sendikalar, gazetecilik dernekleri telifsiz çalışmayı/çalıştırmayı caydırıcı, normal çalışmayı teşvik edici çalışmalar yapmalı. Misal telif ödeyen kurumların listesini açıklamalı, bunu mesele etmeli, gündem yapmalı.
Medya kurumları bütçeleri yetersiz olsa bile, bu telifsiz haber kültürünün kırılması için en azından sembolik de olsa ücret vermeli. Bütçeniz yoksa çok büyük telifler veremeyebilirsiniz ama bunu mesele ederseniz, kafanızdan, ’Tık sayısına göre reklam gelirlerinden para vermek mümkün olabilir mi?” gibi binlerce şey geçebilir. Siz telif vermeyerek haber sitesini ayakta tutuyorsunuz belki ama bu arada meslek ölüyor!”
İllüstratörlerin kara listesi var!
Çizerlerin, fotoğrafçıların yazarlar kadar dertli olduğu malûm.
İllüstratör Tan Yücel aracılığıyla haberdar olduğum bir grup, İllüstratörlerin Kara Listesi…
5 ay önce kurulan Facebook grubunun 265 üyesi var. Üye sayısı hızla artıyor, kuruluş amacı ise şöyle özetleniyor:
“Sanatın, sanatsal üretimin değersizleştirilmesini bir çizer/tasarımcı en çok emeğinin karşılığını alamadığında hissediyor. Ve eminim, bir şekilde az ya da çok freelance çalışan sanatçılar bu durumu tecrübe etmiştir.
Eğer birbirimizin iyi-kötü tecrübelerinden haberdar olmazsak, tecrübe etmeye de devam edeceğiz ki bu çok üzücü. Zaten bir avuç insanız ve özel şeyler üretiyoruz, eğer yan yana durmazsak emeğin karşılığını vermekten kaçan, verdiği sözü tutmaktan aciz, kaypak insanlar piyasadaki yetenekli, hevesli, iyi niyetli birçok sanatçının canını sıkmaya inatla da devam edecek. Çünkü yaptıklarının duyulmayacağına, işin Türkçesi kendi itibarlarının zedelenmeyeceğine bir hayli eminler.
Biz bu grubu birbirimize tecrübelerimizi aktarmak, sektördeki emek sömürücü iş verenleri kanıtlarla ifşa etmek için kurduk. Yani, kara listelerimizi yayınlıyoruz.”
“Bir habere bakıp çıkabilir miyim?” diyerek gruba girmek istedim, sonra vazgeçtim Tan Yücel özetledi bana:
“Misal biri yazıyor, ‘Şu firmada, şu yayınevinde bilmem ne beye sakın bulaşmayın, 2 yılda zor aldım ödemeyi’ ya da başka biri ‘Yayınevi bana şöyle bir sözleşme örneği gönderdi, içeriğinde deadline konusunda çizeri her türlü ezen madde var. Ayrıca yayınevi istediği zaman takside bölüp keyfe keder ödeme yapmasının ucunu açmış’ yazıyor insanlar öneri veriyor. Yeni mezunlar da var gurupta; istifade ettiklerini düşünüyorum. Ayrıca demokrat bir ortam. İtham altındaki zatlar da katılıp görüş bildirebiliyor. Bir kişi birden fazla kişinin canını acıtmışsa özellikle uzak durulması gerektiğini anlama açısından faydalı.”
Yazı yazanların kara listesi
Tabii çizerlerin böyle bir oluşumundan söz edilmişken, Burçin Tetik’in, pek çok kişinin katkısıyla hazırlayıp Şubat 2018’de bloğunda yayınladığı, ‘Yazılara telif veren ve vermeyen kurumlar listesi’ni de hatırlamakta fayda var.
Bu liste çok paylaşılmış, konuşulmuş, bazı kurumlar itiraz etmiş, itirazlarla bilgilerin bir kısmı güncellenmişti.
Ancak dosya sonrasında dikkatimi çeken şey, bazı yazarların yazı yazdıkları ve kimseye telif vermediğini düşündükleri yayın kuruluşlarının birilerine az ya da çok telif verdiğini öğrenmesiyle yaşanan kırgınlıklardı.
‘Bir dergiye yazarsın, başka dergide görürsün yazını’
Dergici Afife Selen Selçuk da kendi yaşadıklarından hareketle durumu şöyle özetliyor:
“Tecrübeyle düşe kalka nerede yazacağımızı buluyoruz… ‘Bana acilen şu konuyu araştırıp yazar mısın?’ sorusuna olumlu yanıt verip başka işleri reddetmek pahasına yazıyı o güne yetiştirirsin. Sonra bir bakarsın paran yatmamış. Sorarsın, henüz basmadık derler. Aradan iki ay geçer, basmazlar, paranı da ödemezler. Yazıyı beğenmeme durumu yoktur, sadece keyifleri öyle istediği için paranı ödemezler. e-maillerine dönüş dahi yapmazlar. Bunu yapan da arkadaşlarındır üstelik…
Başka bir gün bir dergiye daha önce yazdığın yazıyı aynı derginin bir firmaya sattığı ekinde görürsün. Kimse sana telif vermekten bahsetmez. Sorarsın, bütçesi ucu ucuna denir, sürekli onlarla çalışmak durumunda olduğun için bir şey diyemezsin.
Yine bir gün e-maillerinin arasında dolaşırken 2008 yılına ait bir e-mail’e rastlarsın, aniden fark edersin ki, aynı iş için alınan telif 2008’de daha fazlaymış! Maaşlar az da olsa artar, telifler düşer.
Tüm prodüksiyonu, masrafı vs sana ait olan çekimi basmak için sana 3 yıllık hak muafiyeti sözleşmesi imzalatırlar. Kendi çekimini bu 3 yıl içinde başka yere vermek istesen izin vermezler.”
‘Hem para almıyorsun hem hakkını devrediyorsun’
Bu konu hakkında konuşmak üzere sözleştiğimiz telif haklarında uzman avukat Sedef Erken ise meselenin emeğin parasal karşılığını alıp almamaktan derin olduğu görüşünde:
“Çoğu kişi meseleyi telifin parasal karşılığı olmaması noktasında bitiriyor, haklarını bilmiyor. Oysa verilen hakların sınırı da çok önemli. Bir yere yazı yazarsın, diyelim ki oranın bütçesi yoktur, o çalışma için para almazsın ama üstüne haklarını neden ömür boyu sınırsız verdiğin bir belgeyi imzalıyorsun mesela. Haksız bir durum garip bir ekonomi var. Bu konu çok uzun, sanıldığından çok daha derin.”
‘Bir yerlerden reklam buluruz diye strateji olmaz’
Kültigin Kağan Akbulut, sanat yazarlığı yapıyor. Sinema, güncel sanat ve yeni medya alanlarında telifli yazılar yazıyor, röportajlar yapıyor. Akbulut, “Yayınlar kendileri çok kazanıp da yazarlarına koklatmıyor değiller” diyerek ekliyor: “Yayıncılık ekonomisi tartışılmalı. ‘Bir yerlerden reklam alırız’ ya da ‘Birileriyle fon için görüşüyoruz’ strateji değil.”
‘İfşa edince telifler toplu ödendi’
“Mesleğe ilk başladığımda ben yayınlara öneriler sunuyordum. Ancak artık düzenli yazdığım yerler üzerinde anlaştığımız konularda benden yazı bekliyor. Bunun dışında ilgi alanlarımı bilen bazı yayınlar da bana yazı önerisiyle geliyor. Çok absürt denebilecek vakalarla karşılaşmadım. Ancak geç ödeme sorunuyla ben de her yazar gibi karşılaşıyorum. Online alanda yayın yapan sanat platformlarından birine katkı koyuyordum. Telifler ilk bir yıl düzenli yatarken, ikinci yıldan itibaren gecikmeler başladı. O dönem tam zamanlı işim olduğu için çok umursamadım, yazmaya devam ettim. Ancak bir süre sonra telifini alamadığım yazı sayısı onu geçince durdum. Sonrasında telif alamayan yazarlar olarak ifşa sürecine gittik. Bir Facebook grubu kurduk, onun üzerinden konuştuk. Yayını ifşa ederken sanatçılara röportaj vermemeleri ve kurumlara da reklam vermemeleri yönünde çağrıda bulunduk. Bu olaylar üzerine uzun bir süre sonra topluca telifler ödendi.”
‘Medya ekonomisinden anlayan yayıncı yok gibi’
“Telif sorunu diye tarif ettiğimiz şey aslında periyodik yayıncılık alanında yeni bir sorun. Özellikle prekaryalaşmayla beraber yayınlar dışarıdan yazı sipariş etmeye başladılar. Yayın sayısı ve yazar sayısı da artınca ortam tam bir keşmekeşe dönüştü.
Sorunun temelinde tabii ki yayıncılık ekonomisin oluşmamış olması yatıyor. Yayınlar çok büyük paralar kazanıyor da yazarlara koklatmıyor gibi bir durum yok. Yayınlar yayın stratejilerine göre bütçe yapıp bu bütçe neticesinde yazı sipariş etmeleri gerektiğinin pek de farkında değiller. Yayıncılık ekonomisinden anlayan yayıncı bir elin parmaklarını geçmez.
Yayın kurulma aşamasında Türkiye’deki yayıncılık ekonomisi ve oluşturulabilecek bütçeleme stratejisi planlanmalı. ‘Bir yerlerden reklam alırız’ ya da ‘Birileriyle fon için görüşüyoruz’ strateji değil. Türkiye’deki yayıncılık ekonomisi kötü durumda. Bu beklentiler çok kısa süre içinde boşa düşecek. Beklediğiniz paralar gelmeyecek. Çok basit bir KOBİ gerçeği, elinde paran yoksa açılmayacaksın.”
‘Söz söyleme isteği büyük bir etken’
“Sanırım yazı yazmak, yazının yayınlanması hâlen kişiye belli prestijler getiren bir şey. ‘Söz söyleme’ isteği bunda en büyük etken. Ancak telifsiz yazanlar şunu gözden kaçırıyor. Belli bir konuda söylemek istediğin varsa çeşitli yayınların ‘forum’ bölümleri tam da bunun için var. Herkes yazısını paylaşabilir, paylaşmak isteyebilir. Ancak ‘ben para istemeden de yaparımcılık’ kişinin kendine ve mesleğe saygısının olmadığının en büyük göstergesi bence.”
‘Emeğimin karşılığını almak için Almanya’ya taşındım’
Volkan Ağır, spor muhabiri. “Televizyon, radyo, dijital yayınlar, gazete, dergi hepsine çalıştım, çalışırım, çalışıyorum ama tabii ki telifim ödenirse” diyor. Şu anda GazeteDuvar’a haftalık yazılar yazıyor. Telif konusunda söyleyeceği de çok:
“İçerik üretmek için iletişime geçtiğim kurumlara ben ilk e-mailimde soruyorum telif ödeyip ödemediklerini. ‘Telif yoksa yazamam’ diyorum. Fakat zaman zaman kıramayacağım tanıdığımın tanıdığı önermişse, bir sefere mahsus ‘kıramayacağım kişilerse’ yazıyorum telif almadan. Sırf emeğimin karşılığını alabilmek için Almanya’ya taşındım. Alman Devlet Radyosu (Deutschlandfunk) 2024 Avrupa Şampiyonası ev sahibi seçimleri öncesi beni stüdyo konuğu olarak davet etti. 4-5 dakikalık bir röportaj yaptık radyo için. Ve geçinebileceğimi düşünerek koyduğum aylık gelir hedefimin 5’te 1’i kadar ücret ödediler. Şu anda da Batı Alman Yayın Kuruluşu’nun bir parçası olan Köln Radyosu için telifli olarak çalışıyorum. Devlet kurumu olduğu için ödemelerde sıkıntı yaşamıyorum. Özel bir oluşum olan die tageszeitung’a (taz) da kısa bir yorum yazdığımda ‘Honorar’ / ‘Honorarium’ (kurumun çalışanı olmayan ancak, kişinin emeğine duyulan saygıyla ödenen ücret) gönderdiler.”
‘Bir yıl oyaladıktan sonra telif vermeyeceklerini söylediler’
“Başıma gelen pek çok absürt vaka var! 500 vereceğiz deyip üç ay sonra 300 yatıran da oldu, aylarca para yatırmayan da. Sadece bir tanesini örnek vermek istiyorum. 2014 yılında Men’s Health dergisine iki iş yaptım. Derginin yayın yönetmeni çocukluktan beridir tanıdığım bir ağabeyimdi. Fenerbahçe’nin Basketbol Koçu Zeljko Obradovic ile röportaj yapmamı istemişti. Ödeme yapacağını da söylemişti. Çünkü işin içinde sponsor da vardı. Röportajdan bir gün önce haber vermişti ama kabul ettim. Hemen hazırlandım ve işi yaptım.
Aynı yıl Dünya Kupası da vardı. Ve yerinde takip etmek üzere Brezilya’daki Dünya Kupası’na gidecektim. Mayıs’ın 19’unda uçuşum vardı ve 13 Mayıs’ta bana bir mesaj atıp üç gün içinde 32 takımın analizini içeren bir Dünya Kupası rehberi yazıp yazamayacağımı söyledi. Tabii ki ödeme yapacağını da söyledi. Hemen kabul ettim. Bunları neyse ki yazılı olarak, cep telefonundan kısa mesajla konuşmuştuk.
Benden istediği şekilde rehberi yazdım. 50 bin vuruşa yakın bir kitapçık hazırladım. İki ödeme de gecikti. Genelde gecikir bu işler. Sonra telefonlarıma çıkmamaya, e-mail ve mesajlarıma cevap vermemeye ve sosyal medyadan da cevap vermemeye başladı. 2014’ün Aralık ayında nihayet verdiği cevapta İstanbul’a dönünce ilgileneceğini yazmıştı. Daha sonrasında ise Nisan ayının sonuna kadar hiçbir ses çıkmadı. Sosyal medya hesaplarından ulaşamamam için beni engellemişti. Yine telefonlarıma çıkmamaya başladı. En sonunda 2015’in nisan ayında bir cevap geldi. Mailinde, rehber basılıp, dergi satılmış ve üzerineden 1 sene geçmiş olmasına karşın, Dünya Kupası Rehberi için ödeme yapmayacaklarını ama Obradovic röportajı için ödeme yapacağını yazmıştı. Gerekçe olarak rehberde bir dolu hata olmasından bahsetti. Tam zamanlı işimden (Açık Radyo’da kayıt masasında çalışıyordum) arta kalan zamanda, üç günde hazırlanan 50 bin vuruşluk yazıda illâ ki hatalar olurdu. Editörler de bu yüzden var değil mi? Oturup yayınlanan hâliyle benim yazdığım hâlini karşılaştırdım. Aksine düzelttikleri hâlinde hatalar vardı. Emeğimin karşılığını istemekte direttiğimde o da vermemekte diretti. Devamında benden iyi bir yazı çıkmayacağına kanaat getirdiği için uzun zamandır benden bu yüzden yazı istemediğini söylediği gibi benim yerime hem de telif istemeden hem de çok iyi yazılar yazacak kişiler olduğunu ekledi. Hukuki süreç başlatacağımı söylediğimde ödemeyi yaptılar. Onu da 100 TL eksik yaptılar.”
‘O yazılar üç saatte yazılmıyor’
“Telifsiz iş özellikle gençlerden isteniyor. Bunu muhabire, yazara bir şans olarak sunuyorlar. Ülkede emeğe saygı zaten yok. Yazı yazmanın, haber yazmanın, bilgiye erişmenin, bilgi sahibi olmanın emek gerektiren bir iş olmadığı düşünülüyor. Esas olan şu ki, o yazıyı, haberi yazmak için 2-3 saat harcamıyoruz. 30 yıl artı 2-3 saat harcıyoruz. Bilgi birikimin olmadan elle tutulur bir haber ya da köşe yazısı yazılamaz.
Kendi alanımdan örneklendireyim. Bir futbol maçı yorumu yazmak için sadece maç süresi değil, sahada yer alan takımların, oyuncuların, teknik direktörlerin, sezon içindeki önceki maçların hepsini takip ettiğin süre kadar zaman harcamış olman lazım. Tabii ki kendine has yazı dilini geliştirmek için de bir süre harcaman lazım. Nedense yazı yazmanın çok basit bir iş olduğuna dair bir düşünce var.”
‘Editör ve muhabirlere değer verilmeli’
Telifsiz iş yapanlar sektörde emeğin karşılığını sıfıra çekiyor. Para ödemek istemeyen medya kuruluşlarının ekmeğine yağ sürüyorlar. Mesleğe gönül vererek işini yapmaya hazır olanların motivasyonunu düşürüyor, meslekten uzaklaştırıyorlar. Sonra da kötü ya da yanlış ya da eksik haberler, röportajlar, içerikler, yazılar, okuyoruz.
İki kelimeyi bir araya getiremeyen, sırf popüler olduğu için yazı yazdırılan, gazetecilikten, muhabirlikten anlamayan kişilere değil de; önce iç ekibe, editörlere, sonra da dışardan iş yapabilecek muhabirlere değer verilse durumlar düzelebilir. Ama kısa vadede bunun düzeleceğini pek düşünmüyorum.”
‘Biletle satılan konuşman için şerefiye bile ödenmiyor’
Bir gıda aktivisti olan Defne Koryürek, ‘sivil toplumdan’ olunca bir kere, her şeyin gönüllülükle, bilâbedel yapılmasının beklendiğini belirtiyor. Konuşma mı yapılacak; Ayvalık’tan kendi ulaşımını, giderlerini karşılayıp yılların birikimini 20 dakikada anlatması istenebilir mesela… Yazı kısmı da benzer.
“Bazaar’dan Vizyon’a, Sabah’tan Haberdar’a, Pulbiber’den Manifold’a yıllar boyu bir dolu yazı yazdım. Bugüne kadar kimseye ‘Ben size yazı yazayım’ demedim. Telif ise en son 2001’de almıştım, komik bir rakamdı ve karşılığında yazılarımın tüm hakkını da bırakmam bekleniyordu. Sonrasında ne hak devri ne de telif konuşulur oldu. Bazen dayanışma diye baktım, bazen yürütülen kampanyaları yaymaya katkısı olacağına inançla telif sormadım ama kimse de konuyu açmadı. Sessiz bir biçimde, üzerine hiç konuşmadan işleyen bir sistemmişcesine… Artık hiçbir mecrada yazmıyorum. Kitabıma odaklandım; bir de yayınevlerini tecrübe edeceğim. Ama konu sadece yazı değil ki! Konuşmak için bilet satılan etkinliğe davet ediliyorsunuz, kimse bir şerefiye olsun ödemiyor! Yahu, o konuşma için ben kaç yılımı harcadım, kaç gecemi verdim, ne badireler atlattım da adım çağrılmaya değiyor, demeye de imkân yok! İnsan neredeyse çağrıldığına şaşar vaziyette, bu düzende.
‘Yüzü tutan herkes yapıyor bunu galiba’
Üzerine hiç konuşmadığımız durumların ardından şimdi şikâyet ediyor olmak tuhaf gelebilir, işin aslı o gün neye söz verdiysem ben yerine getirdim, muhatabım kişi ya da kurumlar da söz vermedikleri hiçbir şeyden sorumlu olmamanın lüksüyle yollarına devam ettiler. İşin güzel yanı şu, bu kadar yıl sonra bir yazı ya da konuşma için, telifi geçtim, bir şerefiye istediğimde bütçeleri olmadığını söyleyip kaçanlar kadar, şerefiye ödemek isteyip benden bir rakam önermemi isteyenlerin de benim beklentimi duyduklarındaki şaşkınlıkları! Yüzü tutan herkes yapıyor bunu galiba.
Üstelik, kişi ya da kurumun tayin edeceği sembolik bir şey istiyor oluyorum. Bunu dahi bütçesinden çıkartamayanlara ayıracak vaktim yok ama beni/bizi takip eden kuşağın hatrı için uzun uzun söylenmeyi iş edindim. Bizlerin ısrarı, inadı bugünü değilse de yarını/geleceği şekillendirir.”
‘Biz sana yüce gazetemizi açtık daha ne istiyorsun’
İsminin yayınlanmasını istemedi ama o Instagram’da da çok izleyicisi olan başarılı bir blogger.
“Blogger kimi zaman, aşağılanır gibi bir tonla söylenebiliyor. Popüler bir Instagram kullanıcısına da blogger deniliyor. Oysa blog yazmak çok ayrı ciddi bir iş; ciddi bir mesai, emek. Yazı yeteneği, bilgi de istiyor iyisi olmak için. Uzun seneler basına yakın bir sektörde çalıştım. Yoğun tempo nedeniyle işimi bıraktım. Başarılı bir blogum, ardından Instagram hesabım olduğu için; düzgün, haber içerikli yazı yazabildiğim ve paylaşınca etkileşimi yüksek olduğu için pek çok gazeteden yazı teklifi geldi, geliyor. Instagram’daki gibi rakamlar değil -sonuçta basını da iyi biliyorum- çok komik, sembolik telifler talep ediyorum. Talep ettiğim için bile şoka giriyorlar. ‘Biz sana yüce gazetemizi açtık daha ne istiyorsun’ havası. Peki sen orayı bana niye açıyorsun? Bir; sana düzgün, editörü delirtmeyecek, içinde senin oradaki adamlarının bilmediği bilgi içeren bir yazı yazacağım. İki; onu paylaşacağım, bir etkileşim olacak vs. vs. Bunu karşılıklı biliyoruz. Ben telif istediğimde de, ‘Gazetecilere bile vermiyoruz!’. Yani ayıba ayıpla karşılık veriyorlar. Gazeteciye niye telif vermiyorsun ki zaten. Bu onun işi! Ben bazen bir proje ile belki birinin bir aylık maaşını alıyorum, ona ver. Ama benim de emeğim var, bana da vermek zorundasın. Tabii gazetecilere yaptıklarını bize de yapıyorlar. ‘Hım sen yazmadın, başka popüler buluruz, senin kadar iyi yazmasa da, yanlış-boş yazsa da olur!’. Sonra da o karakterlerin, profillerinde gazete-dergi isimleri görüyoruz. Tek bir hafta sonu eki görünmesiyle ya da aylık dergi yazısıyla o derginin, gazetenin yazarı gibi takılıyorlar. PR şirketlerince daha değerli oluyorlar vs. Saçma düzen. Bak basın bizi de yozlaştırıyor. (Gülüyor) Hepimizin bildiklerini mi konuşuyoruz, bana mı öyle geliyor?”
‘Altı yıl geçmesine rağmen hâlâ alamadığım telifler var’
Çevirmen Zuhal Kılıç Turanlı anlatıyor:
“Ben bir kitap çevirmeniyim. Çeviriye 2009’da başladım. İlk çevirimi bir yayınevi ile sözleşmesiz yapmıştım. Sözleşmeli sözleşmesiz ayrımının önemini kavrayamadığım bir dönemimdi. Telifini almak için de bir yıl kadar bekletilince sevdiğim hâlde bu işten vazgeçmeye karar verdim.
Birkaç yıl sonra bu sefer sözleşmeli çalışacağım başka bir yayıneviyle anlaştım ve çeviriye yeniden başladım. Üç çevirimi peş peşe yapıp teslim ettim. İyimser bir tavırla telifin sözleşmede yazan tarihlerde yatmasını bekliyordum, ancak sözü ne zaman telife getirsem editörden dönüş almam mümkün olmuyordu. Bir yandan çeviri yapmayı seviyor, işe devam etmek istiyor, öte yandan çeviri alanında kendimi henüz öğrenci pozisyonunda gördüğümden ve sadece o yayınevi tarafından tanındığım için kaderime razı bekliyordum. Israrla istememin (emeğimin peşinde koşmamın) sonucunda nihayet ilk çevirinin telifini yatırdılar. İkinci yayıneviyle sürecimiz hâlâ bu şekilde ilerliyor. Altı yıl geçmesine rağmen hâlâ alamadığım telifler ve basılmayan kitaplarım var. Yılda bir, ben kendimi hatırlatıyorum onlar önce bir süre sessiz kalıyorlar. Ben tekrar tekrar istediğimde yatırıyorlar. Beş kitabın üçünün telifini bu şekilde alabildim.
Daha sonra sözleşme şartları daha iyi başka bir yayıneviyle çalışmaya başladım, birkaç kitap da onlara çevirdim. Son teslimin üstünden bir yılı aşkın zaman geçmesine rağmen onlardan da ses seda yok. Ben de ‘Bu işler böyle demek ki’ diye düşünerek artık pes ettim. Gerçekten telif almanın başka yolu var mı bilmiyorum, varsa çok merak ediyorum.”
‘200 kelime 1,5 TL; 400 kelime 3, 75 TL’
Buse Çetiner şu anda bir tanıtım-tasarım ajansında dergi çıkarıyor, orada mutlu. Gazetecilik bölümünde okuduğu yıllardan bu yana (son altı yılda) pek çok telifsiz haber yapmış. Çetiner, bir de ‘metin yazarlığı’ adı da verilen bir alan hakkında bilgi veriyor…
“Öğrencilik dönemimde iş ararken internette sıklıkla gördüğüm ilânlara başvurdum; birkaçıyla görüştük. Kimisi 200 kelime başına 1,5 TL öderken, bir diğeri 400 kelimeye 3,75 TL ödediklerini, günde en az 15- 20 içerik-metin istediklerini söylediler. İşin kapsamını, verilen konularla ilgili internet araştırması yapmak, özgün bir ifade ile bunları aktarmak oluşturuyor. Yani o dönem öğrendim ki, internette gördüğümüz, “Hepsi birbirinin aynısı” dediğimiz yazılar bu şekilde oluşturuluyor. Söyledikleri şey genelde şu minvalde oldu: ‘İnternette konuyla ilgili bilgi var; araştırıp yazarsınız. Ama Google aramalarında öne çıkmak için kopyala-yapıştır olmaması gerek. X kelimeden oluşan Y adet yazıyı Z tarihi ve saatinde teslim etmeniz gerekiyor.’ Ama mümkün değil, etik hiç değil. Ama yine sonradan öğrendim ki, bu işi yapan şirketler, işi taşeron mantığında sürdürüyormuş. İnternet siteleri kendi içerik-metin yazarlarını oluşturmamak adına şirketlere bu işi veriyorlar; onlar da bu fiyatlarla metinleri yazdırıyor. Bütün internet siteleri için bunu söylemek elbette doğru değil; ancak pek çoğu için durum bu. Siteler, kendi bünyesinde çalıştıracakları kişilere maaş-sigorta-yol-yemek ödemesi yapmamak için bu yolu seçiyor. Aynı anda pek çok kişiden yüzlerce yazı geliyor ve site dolmuş oluyor.”