Dünyanın en iyi gazetecilik filmleri ve habercileri konu alan Türk dizilerinden sonra biraz da Yeşilçam izleyelim.
1976 yapımı Mağlup Edilemeyenler, Babıali ruhunu yansıtan, çok özel bir film. Basılmayan haberi karşısında Hürriyet’ten istifa eden gazeteci Murat’ın dramı, bize sistemin 50 yıldır pek değişmediğini gösteriyor.
1980 yapımı Talihli Amele‘de filmin parlayan yıldızı, idealist muhabir rolündeki Hümeyra. Egemen güçlerin, medyayı bir sömürü aracı olarak kullandığı gerçeği, bu filmde bir kez daha yüzümüze bir tokat gibi çarpıyor.
1988 yapımı Uyanık Gazeteci ise o dönemde yayın yönetmenliğini Mehmet Barlas’ın yaptığı Güneş gazetesinin bir muhabirinin maceralarını anlatıyor. Bu muhabir bugün olsa A Haber’de çalışabilirdi!
Ekranda dört erkek. Her şeyi en iyi onlar biliyorlar galiba. Yoksa dört saat nefes almadan ne konuşabilirler ki? Yükselen seslerin arasında bir tartışma kulağıma çalınıyor: “Kalem silahtan güçlü müdür?”
18. yüzyıldan beri insanlık bu soruya cevap arıyor. Her dönem gündemde olan bu malum soru, son derece yersiz bir kıyas değil mi? Ya da gerçeklerden uzak, gereksiz bir romantizm taşımıyor mu?
Gazeteciler öldürülüyor, dayak yiyor, hapsediliyor, susturuluyor ya da en iyi ihtimalle yasal hakları çiğneniyor. Türkiye’de güce sahip olanların bu mesleği nerede konumlandırdıklarını çözmek istiyorum kaç zamandır. Dürüst olalım, Adalet ve Kalkınma Partisi’nden çok önce de iktidarla medya arasında, en az bugünkü kadar sağlıksız bir ilişkiler yumağı vardı. Dert, kabaca 20 sene önce başlamadı yani, mazisi derin.
Bu kördüğümü anlamak çözmeye yetmiyor. Biraz deliliğe vurmak, biraz da bakış açımı değiştirmek adına ‘aptal kutusu’ndan yardım almaya karar verdim. Daha önce memleketimiz dizilerindeki gazeteci karakterlerine kafayı takmış ve “Türkiye’nin birbirine tamamen karşı mahallelerindeki diziler neden bizi anlatmaktan, daha doğrusu hikâyelerini biz gazeteciler üzerinden anlatmaktan vazgeçemiyorlar?” diye sormuştum.
Sordum da ne oldu? Ecnebilerin aksine, ülkemiz topraklarında çekilen “gazetecili” dizilerin bu meslekten bihaber olduğu anlaşıldı. Ülkemizde özgür basın olmadığından, karakterler de çamura batmış durumda; özgür alanlarında ahkâm kesen, cesur gazeteci profilleri gülünç olmaktan ileri gidemiyor. Nasıl anlatsam? Hani dünyanın en kötü hislerinden biri, başkası adına utanmaktır ya; işte bizim “gazetecili” dizileri izlerken öyle bir his çöküyor insana.
Muhabir karakterli Türk filmlerinden bir seçki
Peki ama kendisi gayet elle tutulur, önemli birer prodüksiyon olan dizilerin gazetecileri neden böylesine “tırt”? Acaba bu güncel gazeteci okuması, Yeşilçam’da nasıl şekillenmiş? Uğur Dündar’ın jön olarak ekranda süzülmesi (hem de kaçırılan bir gazeteci rolünde) tesadüf mü? Analog makine gitti, mertlik bozuldu mu? Gerçeklikten uzak karakterler sadece bugüne mi özgü?
Hızımı alamadım, sizler için “gazetecili” üç Türk sineması filmi seçtim. Kemal Sunal’ın başrol oynadığı Uyanık Gazeteci, Cüneyt Arkın’lı Mağlup Edilemeyenler ve Hümeyra’lı Talihli Amele.
Filmleri meslektaşlarıma, çoğu yaşıtım olan arkadaşlarıma danışarak seçtim. Akıllarına ilk gelen filmlerdi bunlar. Bir de itiraf etmeliyim ki oldukça fazla sayıda eser çıktı karşıma. Gazeteci figürünün böylesine sıklıkla kullanılmasına şaşırdım. Size bu kez de Yeşilçam’ın “muhabir” karakterli filmlerini anlatmak istedim.
Yeşilçam’ın mutlu sonlarını ve klişelerini unutmanızı tavsiye ederek sizleri ‘spoiler’ı bol satırlara davet ediyorum.
Talihli Amele (1980) — IMDb puanı: 6,3
Filmin yönetmeni Atıf Yılmaz’ın öfkesi, insanın metalaştırıldığı düzene karşı. Düzene çomak sokansa kim, tahmin edin bakalım? Elbette Devran gazetesi için çalışan genç, kadın muhabirimiz Hümeyra.
Talihli Amele’nin başrolünde İlyas Salman da var ama filmin parlayan yıldızı Hümeyra. Muhabir rolündeki Hümeyra’ya yüklenen özelliklerden biri saflığı. Naif bir karakter olarak kurgulanması tesadüf değil çünkü hikâye ilerledikçe idealist muhabirimiz patronaj tarafından oyuna getirilecek; haberci ruhu görmezden gelinecek, onun fikri takip azmi, reklam malzemesi olarak kullanılacak, öyle ki haberi gazeteye basılmaz olacak. Yani egemen güçlerin, medyayı bir sömürü aracı olarak nasıl kullandığı gerçeği, bir kez daha yüzümüze bir tokat gibi çarpacak.
Filmin “muhabiriyle” birlikte, ileri derecede “halkçı” yanını ortaya koyan bir detaydan bahsetmek gerekiyor: 1980 yılının baskıcı sansür zihniyetinden nasibini alan filmin baş kahramanı amele Mehmet Ali, ağır tecrübelerle edindiği sınıf bilincinin cezasını, kesilen sahnelerle çeker. Filmin sonunda deli gömleği giyen Mehmet Ali’nin sahneleri “Anadolu delikanlısı delirmez!” mottosuyla makaslanır. Bir Atıf Yılmaz filmi yamalı bohçaya döner.
İşçinin aydınlanma sürecinde gazetecinin rolü
Filmin bugün dahi birilerini irrite eden —bu nedenle hâlen bu filmi ekranlardan alıkoyan— yanı aslında basit mantığı. Kahramanımız Mehmet Ali’nin bir gazete muhabiri yardımıyla aydınlanması, kurulan tuzakları, oynanan oyunları fark etmesi ve hikâyesinin memlekete mal olması aslında tüm mesele. Mehmet Ali’nin bireysel farkındalığının, halkın bilinçlenmesiyle bir dalgaya dönüşmesi, manşetlerini süslediği gazete sahibini dahi rahatsız eder.
Mehmet Ali’nin aydınlanma sürecinde gazetecinin rolü büyük ama çöküşü de yine basın eliyle gerçekleşiyor. Yani basın tüketim toplumunun vazgeçilmez bir aracı olarak tanımlanıyor demek yanlış olmaz; öyle ki muhabir bile farkında olmadan düzenin bir parçası. Hangi mahalleye hizmet ederse etsin, düzenin parçası olmak zorunda. Kendisinin ne düşündüğünün ve neyi, nasıl idealize ettiğinin çok da bir önemi kalmıyor günün sonunda. İtiraz etmesinin bir mantığı var mı? Elbette yok, kimse Don Kişot değil.
Filmle ilgili önemli bir nokta muhabir Hümeyra’nın akıbeti. Çünkü amele Mehmet Ali kendisine konuşmak, fotoğraf dahi çektirmek istemediğinde, kadın bu genç adama yardım vaadinde bulunuyor, sesini duyurmak için kendisine ihtiyacı olduğuna ikna ediyor. Üzülerek bu durum aklıma, yaptığım bir haberi getirdi: Başka bir imzayla, başka bir gazetede yayımlanan şu haber kelimesi kelimesine ve hatta fotoğraflarıyla bana ait aslında. O aileyi aynı sözlerle konuşmaya ikna etmiştim. Hürriyet’te çalışırken haberi yazdım, teslim ettim. Ancak gazete yönetimi, yöneticimin de tüm ısrarına rağmen haberi yayımlamadı. Güçlü hastane yönetimi haftalarca süren savaşı kazandı. Aileye mahcubiyetimden ve vicdanen haberi bir arkadaşıma pasladım.
Mağlup Edilemeyenler (1976) — IMDb puanı: 5,8
Babıali’deki Hürriyet gazetesi binasının önündeki rölyefi (kabartma) Bağcılar’da uzun uzun izleme şansına sahip olanlardanım. Ne eserin karanlıktan aydınlığa giden insanları anlatması ve bu fikrin Sedat Simavi’ye ait olması, ne de rölyefin Mağlup Edilemeyenler’de karşımıza çıkması tesadüf.
Mağlup Edilemeyenler çok özel bir film. Babıali ruhunu yansıtması bir yana, kullanılan analog makineler, daktilolar ve diğer ekipmanlarla Mağlup Edilemeyenler, Müjde Ar-Cüneyt Arkın aşkından fazlasını anlatıyor. Malum, haberin küçüğü büyüğü olmaz. Ancak Murat’ın bir anlık yanılgısıyla Hürriyet’in birinci sayfasına basılan o haber, bir genç kadının kaderiyle oynar. Vicdan ve gazeteciliğin buluştuğu noktada Murat, bir tecavüz vakasının aslında zalimin iktidarının sadece görünen yüzü olduğunu ortaya çıkaracaktır.
Yeşilçam olunca klişeler de olmazsa olmaz elbette. Hürriyet gazetesi muhabiri Murat Sözeri, 1970’lerde Hollywood’da sıkça tanımlanan serseri, vurdumduymaz, bekar, çok içen ve gezenti gazeteci karakterinin ta kendisi. Bu korkunç bir stereotip ancak filmi özel kılan Murat’ın yanlış bir haberi dürüstçe telafi etmeye çalışması, öz eleştirisi.
Neredeyse 50 yıl geçmiş, yahu bu düzen hiç mi değişmez?
Film ilerledikçe Murat pandoranın kutusunu açar. Güçlülerin buna karşı hamleleri oldukça alışılagelmiş; olası bir fikri takibe gazeteciye şiddet uygulayarak, haberin basılmasına ise gazete sahiplerini tehditle engel olurlar. Bu noktada Murat, basılmayan haberi karşısında Hürriyet’ten istifa eder. Ayrılırken genel yayın yönetmeni olduğunu tahmin ettiğimiz kişinin son sözleri hayli dikkate değer: “Biz bile yenilgiyi kabul ettik; kesilen ilanlar, kâğıt tahsisini kesme tehditleri, sana anlatamadığım çeşitli baskılar… Tek başına ne yapabilirsin?” Neredeyse 50 yıl geçmiş, yahu bu düzen hiç mi değişmez?
Yeşilçam spoiler’ının günahı olmaz, filmin sonundan bahsetmem lazım: Murat Sözeri, yaptığı haberler nedeniyle İstanbul’un orta yerinde, Babıali’ye 10 dakika uzakta vuruluyor ve hayatını kaybediyor. Murat’ın kanlar içindeki bedeni Hürriyet gazetesinin sayfalarıyla örtülürken cebinden sadece bir kalem çıkıyor. Silah yok, yelek yok, sadece kalemi var.
Çok mu klişe? Evet. Ancak o kadar gerçek ki, insan tarif edilemez bir utanç duyuyor bu sahneyi izlerken. Düşünsenize iyilerin kazandığı, Müjde Ar’ın güzelliği ve Cüneyt Arkın’ın yakışıklılığı ile bitebilecek bir Yeşilçam filmi, gazetecinin ölümüyle sonlanıyor. Senaristlerin mutlu sonu hesaba katmamış olma ihtimali yok. Demek ki, onlara dahi ancak böylesi gerçekçi gelmiş. Çünkü Türkiye gazetecilik tarihinin herhangi bir döneminde, böyle bir macera asla mutlu sonla bitmez; ya ölüm ya mahpusluk.
Uyanık Gazeteci (1988) — IMDb puanı: 6,1
Uyanık Gazeteci, ‘Barış Pınarı Harekâtı’ndan canlı yayın yapan A Haber muhabirinin “Kurşunlar vızır vızır üzerimizden geçiyor” diyerek kafasında kask, canlı yayında kendini yerlere atışını hatırlatan bir hikâye anlatıyor. Şaka değil, konusu tam olarak bu. 31 yıl önce sınır köylerinden, aslında var olmayan bir düşmanlığın ve çatışmaların haberini yapan muhabir Ali’nin mizahı ve mesajı bol yolculuğu, bir filmden fazlasını anlatıyor; bir yanlışlıklar komedisi.
Muhabirimiz sınır köylerini Güneş gazetesini temsilen dolaşıyor. Filmin çekildiği dönemde bu gazetenin sahibi müteahhit, Trabzonspor eski başkanı Mehmet Ali Yılmaz idi. Genel Yayın Yönetmeni ise Mehmet Barlas… Gelin görün ki filmin yönetmeni Kartal Tibet, müziklerini ise Cahit Berkay yapmış. Bu isimler nasıl bir araya gelmiş? Hani marjinal bizdik?
Hikâyeye geri dönelim. Muhabir Ali’nin sınıra, yani “savaşa” gidişi Güneş’teki haber müdürüyle yaptığı görüşme sonucunda kesinleşir. İş görüşmesi ise yeni nesil gazeteci arkadaşlarımızın abartılı CV’leri gibi. Örneğin Ali’nin iş tecrübelerini anlatırken “O savaş senin, bu savaş benim dolaştık durduk… Vietnam, Kıbrıs Harekâtı, İran-Irak savaşı, Afganistan-Rusya savaşı” deyişi… “İleri derecede şişirme özgeçmiş yazma” bence yeni kuşak gazetecilerin mesleki bir yeteneği. Eminim sizin de aklınıza en az iki örnek geldi. Utanmayın, gülümseyin, bi’ şey olmaz.
Gazetelerin holdingleşmesi ve muhabirlerin sokaktan kopuşu
Belki de filmin en önemli yanı 1980’lerde gazetelerin holdingleşmesi ve artık ofislerde masa başı haber yapan gazeteci gerçeğinin cereyan etmesi. Muhabirliğin sokaktan, insandan kopuşu, aslında asparagas haberlerin temel sebebi. Muhabir Ali bu kopuşun sembolü. A Haber bu kopuşun “Vay başımıza gelenler” hâli. Kabaca söyleyeyim, “asparagasın normalleşmesi” aslında tüm bu yaşadıklarımız.
Film özelinden çıkıp 1980’lerin gazeteciliğine baktığımızda, evrensel meslek ilkelerine sahip gazetecilik, artık medya sahiplerince çok istenmemekteydi. Haberin magazinleşmesi ve sansasyonel yanının önemi; doğru haber vermenin, tarafsızlığın önüne geçmişti. Tiraj kaygıları, reklam savaşları ve ticari öncelikler Ali gibi muhabirleri, daha doğrusu Ali’ninki gibi muhabirliği doğurdu.
Zaten filmin akışında, sınırdaki olayları yanlış gözlemleyip yorumlayan ve patronaj gazıyla bunları haberleştiren muhabirimizin politik bir kargaşa yaratmasını izliyoruz. Bir filmin bunları anlatması ne kadar hoş değil mi aslında. Kemal Sunal’ın diğer filmlerinin yanında bu filmi hâlen kimsenin pek yayımlamaması ise başlı başına bir sonuç.
Sanırım benim asıl derdim filmin sonuyla. En başta dedim ya “Mutlu son beklemeyin” diye, bu filmimizde de olan gazeteciye oluyor. Ali ne zamanki olması gerektiği gibi gazetecilik yapmaya karar veriyor, birkaç gün sonra uzun namlulu silahla vuruluyor ve ölüyor. Tarafsız ve ana teması barış olan birkaç haberin bedelini canıyla ödüyor. O kadar gerçekçi ve olası bir son ki, geçen onlarca senede değişen hiçbir şey olmaması hem şaşırtıcı, hem de ürpertici.
Gazeteci ölümlerini sıklıkla izlediğimiz bu filmler tesadüf mü?
Derin analizler, uzun saptamalar değil mevzum, sadece ekrandaki gazetecilerin ne anlattığını anlamak amaç. Ancak Yeşilçam’da dahi mutlu sonla bitmeyen ve hatta gazeteci ölümlerini sıklıkla izlediğimiz bu filmler tesadüf mü? Daha önce de bahsetmiştim, bu filmler çoğu kendi jenerasyonumdan meslektaşlarımın önerileri. Düşünsenize ekranda dahi, ne kadar büyük bir travma yaşıyoruz aslında.
28 sene önce yaşadığımız sade mahalle Uğur Mumcu’ya mezar olurken, bugün evime varmak için Abdi İpekçi’nin vurulduğu köşeyi arşınlamak zorundayım. En yakın arkadaşımın evi, Hrant’ın vurulduğu kaldırımdan biraz ötede ve dahası… Sokaklar gazetecilere mezar olurken “kalem mi güçlü silah mı” diye sormak yerine, karşımızdaki tabloyu okumanın daha kıymetli olduğuna inanıyorum.
İlla bir soru sorulacaksa bu, “Bir ülkeyi ya da demokrasiyi güçlü kılan kalemler midir, silahlar mıdır” olmalı. Elbette cevap, kalemler… Ama uzun zamandır ocaklar-şubatlar, yürüdüğüm sokaklar bambaşka bir dert anlatıyor. Bu dert —ki siz buna algıda seçicilik mi, “aklın gitmiş kızım artık senin mi” dersiniz bilmem— izlediğim dizilerde ve filmlerdeki gazeteci rollerini de sorgulatıyor. Sokaklar da gazeteci, filmler de…
İLGİNİZİ ÇEKEBİLİR – EN İYİ GAZETECİLİK FİLMLERİ