Tante Rosa aradığı sevgiyi hiçbir zaman bulamaz. Çünkü ataerkil düzen erkeğin sevgisini göstermesini bir zayıflık olarak kabul eder. Düzenin normlarına uyan kadınlara ise korumacı cinsiyetçiliğin yansıması olan sahte bir sevgi ‘sus payı’ olarak sunulur.
Erkek soyu üzerine yapılanan ataerkil düzenin yasaları, toplumun bütün kurumlarınca korunur ve uygulanırken sorgulanamaz hâle getirilir ve buna bağlı olarak günümüzde de, artık tartışmaya açılmakla beraber, geçerliliğini sürdürür. Ataerkil düzeni tartışmaya açan, taşlarını yerinden oynatan ise on dokuzuncu yüzyılın ikinci yarısında başlayan feminist harekettir. Bu hareketin birinci dalgası, eşit işe eşit ücret, seçme ve seçilme hakkı gibi istekler çevresinde verilen mücadelelerle cinsiyetler arası eşitsizliği ortadan kaldırmak için önemli adımlar atar. Dünyada 1960’ların sonu, 1970’lerin başı, Türkiye’de ise 1980’lerde ivme kazanan ikinci dalga feminist hareket ise kadınların özgül sorunlarına odaklanır, erken Neolitik çağda erkeğin tekeline geçen ve değiştirilemez, dönüştürülemez olarak kabul edilen düzenle beraber düzenin kavramlarını da tartışmak, değiştirmek ve genel olarak bu yapı üzerine soruları çoğaltmak üzere yeni yollar açar. O zamana kadar ataerkil düzen tarafından normalleştirilen kadının ikincil konumu, ezilmesi, sömürülmesi, kadına biçilen toplumsal cinsiyet rolleri ve farklı erkekliklerin bütün bunlarla ilişkisi tartışılmaya başlar.
Stoller’ın 1968 tarihli Sex and Gender adlı çalışmasında ortaya attığı toplumsal cinsiyet kavramı, biyolojik cinsiyetten farklı olarak toplumların kadınlara ve erkeklere biçtiği rolleri tanımlar. Toplumlara ve zamana göre farklılık gösterse de ataerkil toplumlarda duygusallık, fiziksel güçsüzlük gibi özellikler kadınlıkla, bunların tam tersi özellikler ise erkeklikle ilişkilendirilir. Burada gördüğümüz ikilikler, bir süre sonra, yine 1970 sonrasında ekofeministlerin de dikkat çektiği gibi, karşıtlıklar üzerinden kadınlığın ve kadınlıkla ilişkilendirilen tüm değerlerin olumsuzlanmasına, dolayısıyla kadınların ataerkil düzen tarafından ikincilleştirilmelerine, dışlanmalarına hizmet eder (bkz. Plumwood, 2004).
İlk yapıtı 1962 tarihli Tutkulu Perçem’den altı yıl sonra yayımlanan ikinci yapıtı Tante Rosa ile metnin hem içeriği hem biçemi nedeniyle okuru hazırlıksız yakalayan Sevgi Soysal’ın kahramanı Rosa, yerli olmadığı gerekçesiyle yadırganır, yapıtın çeviri bir metne benzediğini öne sürenler bile olur. Yazın çevrelerinin herhangi bir yazınsal anlayışla ilişkilendiremediği Tante Rosa da yazının çeperlerine itilir. Romanın yayımlandığı yıllarda bir söyleşisinde Soysal, kahramanın adını Rosa yerine Ayşe koysa bu denli yadırganmayacağını söyler; ancak sorun gerçekten Rosa’nın adı mıdır? Aradan yıllar geçer ve 1968 tarihli bu yapıta ilişkin farklı okumalar dikkat çekmeye başlar. Böylece Rosa’nın adının dışında asıl yadırgananın, yabancı olarak görülenin ne olduğunu bulmak için sorular birbirini izler. Sema Kaygusuz (2013), Rosa’nın verdiği rahatsızlığın, onun aslında çok gerçek, çok bildik, “aramızdaki yabancı” olmasından kaynaklandığını öne sürer ve şunun altını çizer: “Alman olduğu için değil, başına buyruk olduğu için yabancıdır” (2013, s. 65).
Seni Seviyorum Rosa
Tante Rosa’yı Seni Seviyorum Rosa (1992) adıyla sinemaya uyarlayan Işıl Özgentürk, romanı senaryolaştırırken Rosa karakterini nasıl yorumladığını anlattığı bir söyleşisinde Kaygusuz’la benzer bir gerçeğe dikkat çekerek Rosa’nın hepimiz olabileceğini, yalnızca kadınların değil, erkek seyircilerin de karakterle özdeşleştiğini söyler (2013, s. 262, 263). Erkek seyircilerin Rosa’yla özdeşleşmeyi başarması, metnin ataerkil toplumun sınırlarını çizdiği kadınlıkla beraber erkekliğin ve genel olarak ataerkinin sorgulanmasına, ataerkil toplumun erkekler üzerindeki baskısının farkına varılmasına olanak sağladığını gösterir. Öte yandan Rosa’yı izlediğinde tedirgin olan, onu yargılayan seyirciler yine de vardır ve yönetmenin dile getirdiği gibi Rosa’nın hepimiz olabilme olasılığıdır bu seyircileri tedirgin eden.
Peki, Rosa bize aslında neyi anlatır? Romanda ve filmde ilk kez on bir yaşındayken gördüğümüz Rosa’nın yaşamının bütün evrelerine tanıklık ederiz. Bir masal atmosferi yaratılan filmde bu evreler, araya giren falcı kadın tarafından haber verilir. Filmin başında “Rosa, sen bir prensessin” der falcı kadın. Çocuk Rosa, izlediği bir gösteride kadın ve erkeğin öyküsünü yadırgar. Koşarak babasına giden Rosa, “Ben öyle bir prenses olmak istemiyorum. Prens beni kurtarır, sonra prens ve prenses sonsuza kadar dans ederler, hiç ölmezler” der. Rosa kendisine anlatılan ataerkil dünyanın masallarındaki prenseslere uygun bir rol inşa etmenin doğru olduğuna inanır ve bir “kurtarıcı prens” beklemeye başlar. Toplumsal cinsiyet rejiminin erkeğe biçtiği bu kurtarıcılık rolü, erkekler tarafından hiç sorgulanmasa da erkeklerin üzerinde de bir baskı yaratır; ancak bu rol, kadınlar için de tozpembe bir dünyanın değil, erkek egemenliğindeki bir dünyanın kapılarını açar. Dökmen (2010), toplumsal cinsiyet rollerini ele aldığı çalışmasında erkekliğin inşasını incelerken cinsiyetçiliğin düşmanca cinsiyetçilik ve korumacı cinsiyetçilik olmak üzere iki türlü olduğunu belirtir ve iki tür cinsiyetçiliğin de aynı kapıya çıktığını görmemizi sağlar:
“Düşmanca cinsiyetçilik, kadını yönetme, kontrol etme, değersizleştirme, seks objesi olarak görme vb. şekillerde ortaya çıkarken, korumacı cinsiyetçilik kadını koruma, yüceltme, sevme gibi olumlu duygularla ama kadını zayıf, korunmaya muhtaç olarak gören bir tarzla ve lütuf gibi ortaya çıkar.” (2010, s. 117, 118)
Rosa, çocukluğunda sevgiyi korumacı cinsiyetçiliği temsil eden bir erkekte bulacağını sanır; ancak bu tür cinsiyetçilikte görülen koruma, yüceltme ve sevme gibi duyguların hiç gerçek olmadığını, bu duyguları “giyinmiş” erkekliğin kadına cinsiyet rollerini yerine getirmesi karşılığında verdiği bir “sus payı” olduğunu yaşadıkça, deneyimledikçe görecektir. Sevgiyi göstermeyi, dile getirmeyi erkek için duygusal bir zayıflık göstergesi olarak gören toplumsal cinsiyet rejimi, kadınlar arasında da sevgi temelli bir ilişkinin kurulmasına engel olur. Filmde Rosa’nın annesiyle iletişiminin de oldukça zayıf olduğunu görürüz. Ona sorduğu sorulara hiç yanıt alamayan Rosa’yı annesi, bir gün yatılı okula götürüp bırakır. Ataerkil normların işlediği bir düzenin kadın bedeni üzerinde kurduğu denetimle tanıştığı ama bir yandan yavaş yavaş bu eril tahakküme itiraz etmeye çalıştığı bir dönem başlar artık Rosa’nın yaşamında. Her norm dışı hareketine bir ceza kesilir hiç ödün verilmeden. Gerçek onu korkuttuğunda düşsel bir prens yaratır kendine ve ceza olarak bir hücreye kapatıldığında ondan güç almayı dener.
Falcı kadın ikinci kez görünüp “Rosa nereye?” diye sorduğunda Rosa’nın aşkı, cinselliği, genel olarak kendini tanımaya, öğrenmeye başladığı ilk gençlik dönemine geçmiş oluruz. Bir erkekten hoşlanır Rosa, ondan güzel bir şeyler duymak ister ama erkeğin birkaç klişe tümceyi sıralamasından sonra sevişirler ve erkek, ona evlenme teklif eder. Bu defa falcı kadını çok kısa bir aradan sonra yeniden görürüz ve bize Rosa’nın evlendiğini haber verir. İlk gençliği böylece çarçabuk geçip evli bir kadın olarak yeni toplumsal cinsiyet rolleriyle tanışmak üzere bir kapıdan girmiştir artık Rosa. Evlendikten sonraki sevişmelerinde hiçbir duygu kalmamıştır. Cinsellik, erkeğin arzularını karşılamaya yönelik bir rutine dönüşür. Rosa, yatağından kalkıp penceresinin camını kırar ve nefes almaya çalışır. Sonunda bavulunu alır ve eşiyle çocuklarını bırakıp gider. Diğer bir deyişle özel alanda kendisine dayatılan toplumsal cinsiyet rollerini reddeder.
Düzen, kadınlara mutlu öyküler yazar mı?
Rosa’nın yaşamına sonra başka bir erkek girer; ancak öncekinden farklı değildir bu ilişkisi de. Canı yansa da sevgiyi aramaya devam eder ama falcı kadının dediği gibi “Rosa, artık bütün rüzgârlara açıktır”. Başka ilişkileri olsa bile onun yalnızca bedeniyle ilgilenen ve üzerinde egemenlik kurmak isteyen erkeklerdir karşısına çıkan. Açtığı pansiyona gelen müşterilerine sofra kurar bir gün ve öyküsünü anlatmaya başlar. Çocukluğunu, gençliğini, savaş sonrası yoksulluğu, ülkesini terk etmek zorunda kalışını… Anlamsız gözlerle bakar bu öyküyü dinleyenler ve birkaç kadehten sonra gürültüleri, Rosa’nın sesini bastırmak üzereyken Rosa, kulaklarını kapatıp kendi kendine öyküsünü anlatmaya devam eder. Rosa’nın yalnızlığı giderek öylesine artar ki kendisine boş gözlerle bakan, sesini duymayan bu müşterilerle aralarında hiçbir iletişim olmasa da bir süre daha görüşmeyi sürdürür. Sonra çocuklara anlatır öykülerini ama anlatacak kimseyi bulamadığında “Artık umudumu yitiriyorum. Hiçbir şey yolunda gitmiyor. Neden hep böyle oluyor? Bana acımanızı istemiyorum.” diyen Rosa’nın baskı, şiddet, eşitsizlik ve sevgisizlik üzerine kurulu ataerkil toplumun gerçeğiyle yüzleştiğini görürüz. Çocukluğunda ona anlatılan masallarda prensesler, prens onları gelip kurtarınca mutlu sona ulaşır ama bu masalları üreten düzen, kadınlara mutlu öyküler yazar mı? İlk evliliğinden sonra bir kurtarıcı değil, ona sevgisini verecek birini bekler; ancak o “kurtarıcılar”, düzenin sürdürücüleriyken onu cinsel bir nesneye indirgemeden salt sevgisini verecek bir erkek de yoktur.
Falcı kadın bir daha göründüğünde hiçbir şey söylemez. Artık yaşlanmıştır Rosa ve bir gün çocukluğunda yarattığı düşsel prens gözünün önüne geldiğinde ona anlatır çaresizliğini:
“Ne kadar gençsin. Ne kadar güzelsin. Ben yaşlandım. Ey yalanlar yalanı sevgi, hani nerde? Gözyaşlarımla dolacak şişeler. Şimdiden biliyorum nasıl karşılanacağını ölümümün. Hiç kimsenin yüreği sızlamayacak. Tek bir yaprak bile düşmeyecek suya. Yaşlandım. Bu, pek uslandırmadı beni ama içimdeki ateş söndü. Bense özlüyorum onu, o ışıltılı saman yolunu. Gamsız, tasasız olmayı isterdim, hep gülmeyi, dans etmeyi, sevmeyi. Beni bağışlayın efendimiz, her yanım bir zehir acılığında şimdi.”
Falcı kadın, gözyaşlarıyla dolacak şişelerin başındaki Rosa’yı gördüğünde hala yaşamakta ısrar ettiğini söyler. Rosa, son bir umut, bir papağan alır ve ona “Seni seviyorum Rosa” demeyi öğretmeye çalışır. Papağan, bir gün Rosa’nın o çok duymak istediği tümceyi söyler; ancak o bunu söylediğinde Rosa çoktan ölmüştür. Ölmeden hemen önce Rosa sorar papağana: “Seni seviyorum Rosa demek çok mu zor?”. Bu soruyu aslında papağana değil, yaşamı boyunca ağızlarından bu tümceyi duymak isteyip de duyamadığı insanlara sorar. Sevgi Soysal’la hemen hemen aynı yıllarda ilk yapıtlarını yayımlayan Leylâ Erbil’in 2001 tarihli novellası Cüce’nin başkahramanı Zenîme, “Yaralı doğar bütün insanlar, anlaşılmak, sevilmek, sevecenlik dilenir ömrünce” der anlatının bir yerinde (2015, s. 11).
Sevgi Soysal ve Işıl Özgentürk’ün Rosa’sı, aradığı sevgiyi hiçbir zaman bulamaz; çünkü ataerkil düzen, erkeğin sevgisini göstermesini, dile getirmesini olumlu karşılamayarak bunu bir duygusal zayıflık göstergesi olarak kabul ederken kadınlara da, elbette normlarına uyan kadınlara, korumacı cinsiyetçiliğin bir yansıması olan ve gerçek olmayan bir sevgiyi sus payı olarak sunar ve böylece Rosa’nın yarası hep açık kalır.
Kaynakça
Dökmen, Zehra (2010). Toplumsal Cinsiyet: Sosyal Psikolojik Açıklamalar, İstanbul: Remzi Kitabevi.
Erbil, Leylâ (2015). Cüce. İstanbul: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları.
Kaygusuz, Sema (2013). “Tante Rosa, Teslim Edilen Sersemlik”, Ne Güzel Suçluyuz Biz Hepimiz, Yay. haz. Seval Şahin, İstanbul: İletişim Yayınları.
Özgentürk, Işıl, Öztürk, Yasemin (2013). “Tante Rosa’dan Seni Seviyorum Rosa’ya”, Ne Güzel Suçluyuz Biz Hepimiz, Yay. haz. Seval Şahin, İstanbul: İletişim Yayınları.
Plumwood, Val (2004). Feminizm ve Doğaya Hükmetmek, çev. Başak Ertür, İstanbul: Metis Kitap.