Türkiye’de yeni medya ortamında yapılan gazeteciliği konuşurken genellikle Türkiye siyasetinin sınırlarına takılıp kalıyoruz. Oysa haberin, mecraya göre değişen bir ekonomisi, gazetelerin mecralara göre belirlenen yayın politikaları ve stratejileri var. Hürriyet Dijital Medya Grup Koordinatörlüğü başta olmak üzere, Türkiye’de online haber alanında önemli rollere sahip olmuş olan Bülent Mumay’la yakınmalardan çok yeni medyayla gelen yenilikler ve onları anlamaya çalışma biçimlerimiz üzerine konuştuk.
Ekşi Sözlük’teki bir girişte Türkiye’nin yakın tarihindeki olaylara göre sırasıyla üye ilan edildiğiniz gruplar yazılmış: Cemaat, DHKP-C, PKK… Liste uzuyor. Bu ‘performans’ nereden geliyor?
Kesinlikle çok çalışmaktan… Ve çok tarafın tepkisini çekebilecek farklı alanlarda gazetecilik yaptığınızı gösteriyor bu. Suya sabuna dokunmamak gibi bir özel çabanız yoksa, nasırına bastığınız herkes sizi kendi öcüsü neyse onunla yaftalıyor. Birbirine düşman olabilecek birden çok örgüt, taraf, cephede olmakla suçlanıyorsanız, nesnelliğiniz testlerden geçer not alıyor demektir.
Türkiye’nin yakın medya tarihinde çok önemli yer tutan davalar var. Özellikle Balyoz ve Ergenekon davaları üzerine bugün pek çok kişi uzun uzun özeleştiri yapıyor. KCK davası ise sonuna kadar haklı bir dava muamelesi görüyor. Türkiye’deki basının özeleştirelliğinin sınırlarını ne belirliyor ve sizce Kürt sorunu Türkiye basınının kendine baktığı aynanın neresinde duruyor?
Maaselef özeleştirelliğin sınırını, çelik çekirdeğin durduğu yer belirliyor. Malûm, çelik çekirdek Türkiye’de zaman zaman yer değiştirebiliyor. O nedenle uydu gibi duranlar, bu hareketlere göre öz eleştiri veriyorlar. Bugünlerde “paralel yaptı” denilen operasyonlarda meslektaşlarımız tutuklandığında da sokaklardaydık, bugün “paralel örgüte üye” diye tutuklanan meslektaşlarımız için de gerekeni yapıyoruz. Yörünge değişikliğine göre değil, demokratik değerlerin, gazetecilik etiğinin gerektirdiği doğru duruşun bu olduğunu düşünüyorum. Türkiye matbuatı, ne yazık ki Kürt sorununa güvenlikçi yaklaşım dışında bakmayı başaramadı. Çelik çekirdek “barışıyoruz” dediğinde barış manşetleri attı, “savaş” dendiğinde miğferlerini yeniden başına geçirdi.
“Hürriyet’te Gezi’den, Onur Yürüyüşü’ne kadar birçok meseleye objektifi yaklaştırdık”
Türkiye’nin en prestijli gazetesinin dijitalini yönettiniz, Genel Yayın Yönetmenine danışmanlık yaptınız. Medyada bunlar üst düzey pozisyonlar. Bu pozisyonlarda oturan insanların yayın politikaları üzerindeki etkileri ne kadar olabiliyordu? Haberin, gazetenin kaderi ne kadar sizin elinizdeydi?
Gazetelerin, yayın kuruluşlarının bir yayın politikası vardır. Bunu tek başına kişilerin tümüyle değiştirmesini beklemek gerçekçi bir yaklaşım olmaz. Ancak bu yayın politikasının evrilmesini, güncelleşmesini; dönemi, trendleri ve yeni kuşakları yakalamasını sağlayacak revizyonlar yapmak mümkün. Elbette yayın yönetmenlerinin orkestrasyonuyla ekip olarak sağlanabilecek şeyler bunlar. Bireysel anlamda 70 yıllık bir kurumun yayın politikasını değiştirme gücünüz elbette olmaz, olmamalı da. Ama şaşırtan, Hürriyet bununla da ilgilenir miydi dedirten çok sayıda meselenin paydaşlarından biriydim diyebilirim. Gezi’den, Onur Yürüyüşü’ne kadar birçok meseleye objektifi daha fazla yaklaştırdık. İyi ki de öyle yaptık.
Türkiye’de köşe yazarları ile muhabirler arasında adı konmamış bir gerilim var. Hatta sınıfsal bir farklılıktan bahsedilebilir. Siz Türkiye’de en çok ziyaret edilen sitelerden birinin kumanda kulesindeydiniz. Gerçekten okur talebi bakımından köşe yazıları ve haberler arasında böyle bir kopma var mı?
Çok açık söyleyeyim bir gerilim olduğunu ben düşünmüyorum. Bir de genelleyerek yaklaşmak sıkıntılı. Muhabirlerle epey mesai yapan, emeklerinin hakkını veren, köşelerinde adlarını geçiren çok iyi köşe yazarlarımız var. Malumatfuruşluk yapan, yazılarını gazete baskıya girmeden yarım saat önce gönderen, muhabirlerin haberlerini ya da sosyal medyada ses getiren meseleleri ‘köşe’lerine cımbızlayanlar da var elbette.
Peki okur ne istiyor?
İnsanların -kendim dahil- bilgilenmek, açı kazanmak için değil, daha çok ‘içindeki yağları eritecek’, kendilerini onaylayacak, ‘hah bak mesele gerçekten öyleymiş’ dedirtecek köşeleri okuduğunu düşünüyorum. O yüzden haber alma talebiyle yazar okuma gerekçeleri epey farklı. İki tarafın okurdaki başka bir açlığı giderdiğini düşünüyorum.
“Haberin ne anlama geldiği, nasıl bir sonuç yaratacağı kısımları atlanıyor”
Habercilik alanındaki küresel devler de yeni sosyal mecraları nasıl kullanacakları yönünde deneme yanılma sürecindeler. Örneğin Snapchat’in Discover özelliğine baktınız mı? Gençlerin ve hatta çocukların tercih ettiği bu platform ve benzerleri platformlarda habercilik yapmak sizce ne kadar mümkün? Yeni medyada gençlerle buluşmak için doğru şeyler yapan bir mecra var mı sizce Türkiye’de?
Habercilik yapmaktan çok yüzeysel olarak haberdar edebilme mecraları olduğunu düşünüyorum. Discover’ı inceledim, hikâye anlatıcılığında farklı bir format olduğunu düşünüyorum. Ama Discover dahil birçok mecranın en önemli sıkıntısı, sadece ‘an’a dair şeyler vermesi. Bu mecralarda araştırmacı gazetecilik yapılmasını beklemek elbette anlamlı değil. Gündemi tekil birer an olarak sunduklarında ciddi bir karmaşa yarattıklarını düşünüyorum. Arka plan bilgiler, haberin ne anlama geldiği, nasıl bir sonuç yaratacağı kısımları uzun atlanıyor. Ne yazık ki bunlar da ciddi sıkıntılara yol açıyor.
Hangi gazeteyi okuyorsunuz gibi klişe sorulardan kaçınıyoruz her zaman; ama bir gazeteci olarak haberdar olmanın ötesinde bilgilenmek için okuyorum dediğiniz yerli yabancı hangi kaynaklar var?
Türkiye ve dünya gündemini çapraz okuma yaparak izlemeye çalışıyorum. Günde en az 2 saatlik bir medya taraması yapıyorum. Bunun dışında mesleğimle ilgili gelişmeleri, trendleri takip ettiğim yerler var. Avrupa direktörlerinden biri olduğum INMA’nın (International News and Media Association) bloglarındaki yeni medya makaleleri epey ilgimi çekiyor. Medium.com’daki teknoloji ve haber bölümlerinin tiryakisiyim. Nieman Lab’de de epey vakit geçiriyorum.
“Gazetecilik sadece gazeteciler tarafından yapılmalıdır gibi bir yaklaşımım yok”
Yurttaş gazeteciliği meselesine nasıl bakıyorsunuz? Yurttaş gazetecilerin ürettikleri içeriklerin ana akım tarafından telifsiz ve teklifsiz kullanımı da yükselen konu başlıklarından biri yeni medya camiasında. Sizce bunun bir çözümü var mı?
Gazetecilik sadece gazeteciler tarafından yapılmalıdır gibi bir yaklaşımım yok. Gazetecilikten gelmeyenlerin bu alanda içerik üretmeleri, medyada oyuncu olmaları kadar doğal bir şey yok. Ama gazetecilik, bu mesleğin evrensel ilkeleri ışığında yapılmalı. Temel kurallar gözetilerek yapıldığında yurttaş gazeteciliği dememiz mümkün olabilir. Muhbir ile muhabir arasındaki fark gibi. Muhbir sadece bilgiyi taşır, muhabir yalın bilgiyi bir gazetecilik malzemesine, habere dönüştürür. Wikileaks benzeri sızıntılar gibi düşünün. Bu bilgileri alıp yayınlamak tek başına gazetecilik değil. Anımsarsanız Assange da ilk büyük sızıntıları aldığında dünyadaki 5 medya kuruluşuyla paylaşmıştı. Bu malzemelerden hangi kısmının haber olup olmadığını işin ehline teslim etmişti.
Ya telif meselesi?
Elbette etik değil ama emin olun bu konuda canı sıkılan sadece sosyal medyadaki arkadaşlar değil. Günlerce araştırıp yazdıkları bir haber saniyenin binde birinde imzaları silinerek çalınan meslektaşlarımız da epey sıkıntılı. Muhabirlerin mayın tarlasında ölümle burun buruna çektikleri kareleri çalan anlı şanlı sitelerimiz var. Haberin yayınlandıktan sonra kamu malı olduğuna ilişkin tuhaf hukuki içtihatlar var. İki çözüm yolu olabilir, hukuki ve mesleki önlemler. Ne yazık ki ülkede olan biten tuhaflıklar arasında sıra hukuksal düzenlemelere zor gelecek. Mesleki bir standart belirlenmesi ve buna riayet edilmesi beklentisi ise her yer gibi medyasında da büyük kutuplaşma yaşanan Türkiye’de bu aşamada epey zor görünüyor.
“Gazeteler bitebilir ama gazetecilik bitmez”
Simit satanından halkla ilişkilerci olanına gazeteciler yavaş yavaş sektörü terk ediyor. Güvencesizlik ve işsizlik her geçen gün artıyor. Ben gazeteci olmak istiyorum diyen öğrencilere “Önce uzun uzun düşün” diyorum. Sizce nereye gidiyor bu meslek?
Onlarca gerekçe sayabiliriz elbette ama bence ihmâl edilen bir yön var. Hacmi bu kadar dar olan bir sektörde çalışmaya bu kadar çok talip olursa, 80 küsur iletişim fakültesi her sene binlerce gazeteci adayı yetiştirirse, bunların tümünün gazetecilik yapmaları beklenemez. İşverenlerin de bunu kullanması, hâlihazırdaki koşullarının fenalığı eklenince gazetecilik yapmak dayanılamaz hale geliyor. Politik baskıları ya da ekonomik yetersizlikleri saymıyorum bile. Gerçekten bu mesleği yapmayı çok istemeyenlerin soyunacağı bir şey değil. Ancak gerçek bir tutkuysa bütün bu saydığım sıkıntılara rağmen peşinden koşulabilecek bir meslek. Nereye gittiğini kestirmek zor. Ama şöyle bir projeksiyon yapmak mümkün. Gazeteler bitebilir ama gazetecilik bitmez. Boyutlar, mecralar, teknolojiler elbette değişecektir. Ama Antik Yunan’daki sofistlerden bu yana olduğu gibi bilgiyi yayacak birilerine ihtiyaç olacağı kesin. Özel olarak Türkiye’de gazeteciliğe daha çok ihtiyacımız olacak.