İnsanlar niçin linç eder? Linç bir refleks midir yoksa organize, planlı, hesaplı-kitaplı bir saldırganlık biçimi yahut “medeniyet kaybı” mıdır? Linç kavramının etimolojisi nedir? Devletin başta linç olmak üzere toplumu dehşete sokan, insanları çaresiz hissettiren saldırılara karşı gerekli tedbirleri almadığı ortamlarda, birbirini izleyen ve büyüten bu baskıyla nasıl baş edilebilir? Linç sadece sokakta değil, sosyal medyada da tam gaz berdevam. O halde örneğin Twitter’ı nasıl kullanmalı? Kullanmalı mı?
Son zamanlarda maruz kaldığımız belirsizlik, vahşet görüntüleri, şiddet eylemleri, siyasi baskılar karşısında en iyi antidepresan nedir?
Sorular çok, yanıtlar muhtelif olunca konunun hem politik hem psikiyatrik uzmanına danışmak farz oldu. Gazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Psikiyatri Anabilim Dalı Öğretim Üyesi ve BirGün gazetesi yazarı Prof. Dr. Selçuk Candansayar’a kulak kesilelim.
Modacı Barbaros Şansal’ın Atatürk Havalimanı’nda maruz kaldığı saldırıyla birlikte bir kez daha memleketteki linççilik dalgasını konuşur olduk. Neredeyse her gün tanık olduğumuz bu tür linçler üzerinden Türkiye toplumunun içinde bulunduğu haleti ruhiyeyi tartışmak gerekiyor. Ama meseleyi en başından ele alalım: Linç nedir?
Toplumda, medyada, siyasette, lincin kendiliğinden gerçekleşen bir eylem olduğuna dair yanlış bir algı var. Bir kere herhangi bir topluluğun resmi otoriteden onay almadan böylesi bir eyleme girişmesi neredeyse imkânsızdır. Bu onayın yazılı, şifahen olması da gerekmiyor. Önemli olan insanların bu tür bir eyleme giriştiklerinde ceza almayacaklarına dair güven hissetmeleri. İki sene önce örneğin, HDP binaları, kitabevleri basılırken bu insanlara “yürüyün aslanım” dendiğini biliyoruz. Nefret objesi haline getirilen kişiye, binaya, kuruma bir eylemde bulunduğunda devlet sana bunun hesabını sormayacak hissi yaratılmadan, resmi otoriteye göz ucuyla da olsa bakıp onay almadan hiçbir topluluk kendiliğinden linç eyleminde bulunmaz.
Linç sözcüğünün etimolojisi nedir?
Sözcüğün kökeni Amerikalı bir yargıç olan Charles Lynch’e dayanıyor. Charles Lynch’in en önemli özelliği 1780’li yıllarda kanunları önemsemeden çok hızlı yargılamalar yapmasıdır. Genellikle de idam cezaları veriyor. Yani herhangi bir hukuki yargılama süreci işlemeden cezanın hızla infaz edilmesi söz konusu.
Lynch’in aynı zamanda bir yargıç olması, linç eylemine dair epey ipucu veriyor aslında, değil mi?
Tabii, yargı aygıtının yargı kuralını ihlal etmesi söz konusu orada. Yargıcın hukuktan vazgeçip doğrudan cezaya ulaşmasından söz ediyoruz. Zaman içinde ayaktakımının, serserilerin, güruhun ayaklanıp birine saldırmalarına da “linç etmek” deniyor. Ama dikkat edelim ki, Ortadoğu ve Mezopotamya kültüründe katletmenin onayını her zaman güçlü olan verir. İsyanlarda bile birini alıp kendiliğinden kafasını koparmazlar. O anda bile hemen bir otorite oluşur ve o otoritenin izni, yönlendirmesi ya da gözetimi altında linç yapılır. Linç gibi eylemler hukuk dışına çıkmanın en temel biçimidir. İkincisi de, linç eylemlerinin gerçekleşmesi o sıradaki otoritenin izni olmadan mümkün değildir. Linç bu iki koşulda gerçekleşir. Türkiye’de linç diye tanımlanan eylemlerde hep otoritenin ya göz yumduğunu ya desteklediğini ya önünü açtığını ya da eylem gerçekleştikten sonra herhangi bir cezalandırmada bulunmayarak dolaylı yoldan onayladığını görürüz.
‘Etrafımda kalırsan yaşarsın, yoksa ölürsün’
Lince katılanların güç aldıkları bir otorite olabilir ama bu, onların kişisel algılarından bağımsız görülemez. Lince katılanların kişisel psikolojisini hangi bağlamda tahlil etmek gerekir?
Linç eylemlerinde lümpen, ayaktakımı, işsiz, düşük sosyo-ekonomik düzeyde olan kişilerin daha fazla ön planda olduğunu görüyoruz. Kendisini yok olmuş, başarısız kalmış hisseden insanlara kendi yetersizliklerinin, başarısızlıklarının nedeni olarak herhangi bir kişi, kurum veya düşünce hedef olarak gösterilirse, bu insanların oraya dönük bir şiddet eylemine yönelmelerinden daha kolay bir şey yoktur.
Başkasını bir grubun gücüyle alt edince, yetersizliklerini telafi etmiş mi oluyorlar?
Elbette! Adam bakıyor, iki sene öncesine kadar yan yana olduğu, eşit koşullarda yaşadığı kişi şimdi belediyeden ihaleyi kapmış, altına lüks arabayı çekmiş… Bakıyor ki yanındaki adam birdenbire Ankara’nın yoksul Hüseyingazi Mahallesi’nden zengin Çukurambar’a taşınıveriyor. Çevresinde birtakım başarı öyküleri var. Daha önemlisi kendisiyle aynı ve bir gördüğü AKP yöneticilerinin hepsi de çok zengin ve güçlü. “Onların başarıp benim başaramamamın iki nedeni olabilir” diye düşünüyor: Birincisi, benim beceriksizliğim, ikincisi de birilerinin beni engellemesi. “Kim engelliyor beni?” Örneğin İngilizler, örneğin Kürtler, örneğin mini etekli kadınlar, örneğin yılbaşında içki içip zina yapanlar!
Neden bir anda zenginleşmiş olan eski mahalleli değil?
Çünkü zaten onun gibi olmak istiyor.
Ama eski mahallelisi birilerini linç ederek zenginleşmemiş ki!
Ben güç karşısında kendimi yetersiz, başarısız, eziliyor gibi hissediyorsam, o güçle bütünleşme çabasına girerim. Bu şekilde ayakta kalmaya çalışırım. Şu anda Türkiye’deki iktidarın yapmaya çalıştığı esas şey, bu öbeği büyütmektir. “Gelip bana yapışırsan, etrafımda kalırsan sağ kalırsın, yoksa ölürsün” demeye çalışıyor. Benimle aynı koşullara sahip bir insan başarılı oluyorsa ya bende bir eksiklik vardır ya da beni birisi engelliyordur. Yanındaki arkadaşı başarılı olup sınıf atlayınca artık dokunulmazlık kazanıyor. Arkasından “üçkağıtçının tekiydi ama bak şimdi nasıl da zengin oldu” der ama gidip onu hedef almaz.
Bu anlattığınız algı mutlak mıdır?
Elbette değil ama Türkiye’deki gibi bir iktidar ilişkisinde mutlak hale gelir.
‘Kendi pozisyonumuzun farkına varmamız engelleniyor’
Başka bir iktidar ilişkisinde, ezilenlerin algısı nasıl olabiliyor peki?
Örneğin daha önce bir aile köyden şehre, gecekondu semtine taşınıyordu. Arkadaşının evinin yanına yeni bir gecekondu yapıyordu. Komşusu elinden tutup onu fabrikaya götürüyordu. İkisi de fabrika işçisi oluyordu. Oradan da götürüp arkadaşını sendikaya üye yapıyordu. O zaman da dayanışarak, politikleşerek dünyayı değiştirmeye çabalıyorlardı. Ama şu anki iktidar düzeninde süreç tam tersine işliyor.
Peki neden bu dönemde insanlar ezilmişliklerinde buluşup oradan bir sınıfsal güç devşirerek otoriteye itiraz etmiyor?
Çünkü iktidar bütün gücüyle bunun olmamasını sağlamaya çalışıyor. Sadaka ekonomisiyle insanların kendi pozisyonlarının farkına varmasını engelliyor iktidar. Aralarından bazılarına başarı hikâyeleri yazdırarak büyük, başarısız kitlelerin “neden ben başaramıyorum” sorusunu sormalarına yol açıyor. Elbette orada bir sürü dinamik işliyor ama otorite kabaca şöyle düşünüp yapıyor: “Yüz kişi var ve her birine yüzer lira vereceğime bir tanesine bin lira verip onu çok zengin yaparım, 99’una da sadaka veririm.” O zaman o 99, hep zengin olan bir kişinin yerine gelmeye çabalamak zorunda bırakılıyor.
Siyasi otoriteler bunu böylesine incelikli ve planlı olarak mı yapıyorlar?
Hayır ama bu anlattığım şey neo-liberal ekonomi işte. İktidar bunu böyle incelikli olarak düşünmüyor ama ekonomik sistem ona bu yolu, yöntemi sağlıyor. Örneğin Milli Piyango’dan 60 milyonun çıkması, aynı mahalleden bir kişinin müteahhit olabilmesi, ekonomide kuralların işlememesi, şu veya bu şekilde fırsatını bulanın zıpladığı ama her zıplayanın da bu zıplamanın bedeli olarak en az yüz kişiyi aşağıya itmesi söz konusu olabildiği için bu böyle.
‘Toplumsal bir refleks değil’
O halde neden neo-liberal ekonomi politikalarının çok daha vahşi olduğu pek çok ülkede Türkiye’dekine benzer linççilikle, toplumsal çatışmalarla, otoriterleşmeyle karşılaşmıyoruz?
Amerika’dan başlayarak bu örneklerle karşılaşıyoruz elbette. Bizdeki linç benzeri vakalar Hindistan’da, otobüslerde kadınlara yönelik toplu tecavüzlerle ortaya çıkıyor mesela. Orada da kadın, klasik kast sistemindeki kadın kimliğine isyan etmeye başlayınca otobüslerde toplu kadın tecavüzleri başladı. Başta da söylediğim gibi, lincin bir toplumsal refleks olduğu algısı son derece yanlıştır. Refleks bireylerde olur. Topluluklar birey gibi refleks gösteremezler. Mümkün değil. Kahvede otururken iki kişi girdi içeri, diyelim. Dediler ki, “aşağı mahalledeki kiralık evde oturan üniversite öğrencileri PKK’lıymış, yoldan geçen kadınlara ‘Türklere şöyle şöyle yapacağız’ diye küfrediyorlarmış, yürüyün!” Kahvedeki herkes ayaklanıp “gidip keselim bunları” diyor. Sen de aklıselim bir adam olarak “yahu bir dakika, gerçeği öğrenelim, polise haber verelim” filan dedin. O iki adam kalabalığın içinde sana dönüp “PKK’dan mı yanasın” derse ne yaparsın? Onlara dahil olmadığın anda sen de suçlanıp hedef gösterilebilirsin. Atatürk büstü öptürülen adamı düşünelim mesela. O adamın mahallede bir başarısı var. Gitmiş oraya tutunmuş, işini büyütüyor. Orada bir ticari savaş da var. O ticari savaşta başarılı olan adamı “bu PKK’lı” diyerek yenebilirsin. “PKK’lıya burada iş mi yaptıracaksınız, siz de mi ondansınız” dediğin zaman tüm mahalleliyi toplarsın. Refleks bunun neresinde?
‘Linç medeniyetin özüdür’
Peki kurban neye göre seçiliyor?
Kurban her zaman zayıf olandan, toplumda az olandan seçilir. Barbaros Şansal mesela, eşcinsel. Söylediği sözlerin hiçbir önemi yok, o eşcinsel. Eşcinselsen, Aleviysen, solcuysan, kadınsan, yaşlıysan, çocuksan… Çünkü zaten toplum tarafından zayıf görülene vurursun ki, sana zarar gelmesin.
Tanıl Bora’nın linci “medeniyet kaybı” olarak tanımlamasını nasıl değerlendiriyorsunuz?
Bence bu çok yanlış bir tanımlama. Çünkü medeniyet kaybı denince, sanki insanın doğasında linççilik var ve bu medeniyetle ehlileştirilmişti, ehlilik bitince de medeniyet kaybına uğrayıp insanın doğasına dönülüyormuş gibi bir sonuç çıkıyor. Eğer Tanıl böyle yorumluyorsa, buna kesinlikle katılmıyorum. Bir kere insan türünün vahşi, doğal haliyle linç yapıp yapmadığını bilmiyoruz. Doğal haliyle insan beslenmeye ve hayatta kalmaya çalışıyor. Ama bir kültür oluşturduktan, iktidar, güç, ezen-ezilen ilişkisi doğduktan sonra ancak linç ortaya çıkıyor. Dolayısıyla tam tersine linç, medeniyetin özüdür.
‘Hedef linç edilen değil tanık olan’
Linç eyleminde hedef, linç edilenin kendisi midir?
Hiçbir zaman öyle değildir. Hedef, lince tanık olanlardır. Barbaros Şansal’ı uçağın kapısından tekme-tokat döverek indirirsen, bir daha kimsenin Şansal gibi konuşmaya cesaret edememesini sağlarsın. Şortlu hemşireyi metrobüste tekmeleyen adamı bir alıp bir bırakırsan, kadınlar “şort giyersek otobüste biri bize saldırır ve saldırdığı için de başına hiçbir şey gelmez” diye düşünmeye başlarlar. Hamile kadına parkta saldırırsan, isterse seni altı ay da hapsetsinler, hamile kadınlar bir daha kolay kolay o parka gidememeye başlar. Bu tür eylemlerin amacı, hedefi yok etmek değil, başkalarının o hedef seçilen gibi davranmalarını engellemek, yani başkalarına gözdağı vermektir. HDP binalarına insanlar niye saldırtılıyordu? Yüzde 10 barajını geçirmeyi sağlayacak oylar verilmesin diye tabii. “Sen de böyle saldırılan, binaları yakılıp yıkılan partinin parçası olarak görülmeye hazır mısın” mesajıydı o. Binası yakıldı diye bir HDP’li HDP’ye oy vermekten vazgeçer mi, hayır. Ama organik HDP’li olmayıp, solcu, Kemalist veya AKP karşıtı olan birisi, bu linç eylemlerinden sonra HDP’ye oy vermekten, HDP’li görülmekten korkmaya başlar. Bütün ayaktakımı saldırıları, ortalama insana gözdağı vermek için yapılır. Nazizmin özü budur.
Nedir Nazizmin özü?
Orada da küçük birlikler gidip dükkanı basıyordu. Yahudilerden alışveriş yapanlara saldırıyorlardı.
Bunlar Auschwitz’e varılmadan yapılan uygulamalardı tabii…
Tabii, Auschwitz’i zaten böyle düşünemeyiz. Auschwitz bambaşka bir eşik.
‘Yinelemeyi ceza yağdırarak engellersiniz’
Fakat lince dair anlattığınız bu döngü insanı daha da karamsar kılıyor. Çünkü linç eden hem kişisel bir tatmin ve telafi sağladığı hem de otorite tarafından kayrıldığı için bunu sistematik olarak sürdürmeye meyleder…
Maalesef öyle. Otobüsteki kadına tekme atan adamla ilgili Başbakan “hoşuna gitmeyebilir, mırıldanırsın” dedi. Bu ne demek? “O insanların yaşam tarzlarına ben de karşıyım, haberin olsun” demek değil mi? Başbakan da Cumhurbaşkanı da bu yaşam tarzına karşıysa, ben gider ve saldırırım. Çünkü bilirim ki bana en fazla “yaramazlık ettin” denilecek. Mesela Reina saldırısını bakalım. 1 Ocak Pazar günü, Başbakan ya da Cumhurbaşkanı Reina’ya gitse ve orada “burası hükümetin namusudur, açılır açılmaz düzenlenecek ilk eğlenceye ben gelip katılacağım” deseydi, o zaman başka bir şey olurdu. Reina’daki eylem için yetkililer “bu benim kişisel namusumdur, bana saldırılmıştır” demediği sürece bu tür eylemlerin önüne geçilmesi zor.
O halde bu sarmaldan nasıl çıkılır?
Bu soruya psikiyatr kimliğiyle değil ancak politik yanıt verilebilir. Ama gücü elinde bulunduranların, bu insanlık dışı uygulamaların önüne geçmek için taraflarını açıkça göstermeleri gerekir. İkincisi, bu tür eylemler çok ağır bir şekilde cezalandırılmalıdır. HDP binasına “geldik, yoktunuz” diye yazan polis bulunur ve meslekten atılırsa bu iş engellenir. Bu tür saldırıların iktidar tarafından dolaylı da olsa hoş görüldüğünü cezalasızlıktan, yinelemelerin önünün kesilmemesinden anlarız. Yinelemeyi ceza yağdırarak engellersiniz. Somut örnek olarak İstanbul’daki kapkaç olaylarını verebiliriz. Cezalar artırılarak bu olaylar engellendi.
Ama bir yandan da idam gibi çok ağır cezalandırmalardan söz ediliyor…
İdam tartışması tamamen politik bir stratejiyle başlatıldı. Ağır cezalardan kasıt neden idam olsun? Bütün bilimsel veriler gösteriyor ki, idam cezası verilen suçlar azalmıyor. İkincisi de idam geri getirilemezliği, telafi edilemez bir zarara yol açtığı için yanlıştır. Ama metrobüsteki kadına tekme atan adam tutuklu olarak örneğin 5 yıllık hapisle yargılansa, bir daha kolay kolay tekme atar mı?
‘Hedef olanın yanında durulmalı’
Peki eğer otorite, linç edene karşı caydırıcı uygulamalara gitmiyorsa, bu tür saldırılar ilelebet sürecek mi?
Hayır, linci engellemenin bir başka yolu, lince uğrayanlarla dayanışmayı yükseltmek. Toplum linci engellemek istiyorsa, lincin hedefi olarak seçilenle dayanışmak, hedef alınanların yalnızlaştırılmasının önüne geçmek zorunda. Örneğin HDP binası basılıp duvara “geldik, yoktunuz” yazısı yazıldığında, diğer siyasi partiler gelip “bu kabul edilemez” derse engellenir. Aynı şey HDP için de geçerli. HDP de kendisinin ilgisinin olmadığını düşündüğü toplumsal şiddetlere karşı direnişin bir parçası olmak zorunda. Türkiye’de herkes kendisine yönelik eylemle uğraşıyor. CHP, sadece CHP’ye yönelik eylemlerle, HDP sadece HDP’ye, Kürt sadece Kürde yönelik eylemlerle uğraşıyor. Oysa linç üzerinden oluşturulan toplumsal baskıyı kırmanın yolu, kim hedef oluyorsa onun yanında kümelenmektir.
Aslında bu anlattığınız sadece politik değil aynı zamanda psikiyatrik bir izahat da sayılmaz mı?
Tabii ki. Şortlu kadın saldırıya uğradıktan sonra, ertesi gün herkes şortla dışarı çıkarsa hem o kadın yalnız kalmadığını hissediyor hem de “bundan sonra şort giyersem başıma ne gelir” sorusunu veya korkusunu ortadan kaldırıyorsun.
‘Linci engellemenin tek yolu Twitter’dan çıkmak’
Son zamanlarda ‘sosyal medya linci’ diye bir tabir dolaşıma girdi. Sosyal medyada belli bir kişi veya grup hedef alınıyor ve onlara yönelik sistematik bir saldırı, tehdit, hakaret, manipülasyon yapılıyor. Bu ‘sanal’ lince karşı ne yapılabilir sizce?
Twitter’da daha çok oluyor bu. Twitter’ın anonim hesap açma özelliği, yani bir kişinin kırk-elli tane hesap açabilmesi, maaşlı trollerin olması, robot hesaplar vs, bu konuda yeni bir tutum almayı gerektiriyor. Sosyal medya lincini engellemenin bir tane yolu var, oradan çıkmak! Twitter’dan çıkma kampanyası başlatmalıyız. Bizim için işlevsel bir değeri kaldı mı Twitter’ın?
Hâlâ kalmış gibi görünüyor…
Oradan haber alabiliyor muyuz? Aldığımız haberin doğru olduğundan emin olabiliyor muyuz?
‘Twitter iletişim aracı olma özelliğini yitirdi’
Az da olsa malumat sahibi olunabiliyor…
Aktif olarak Twitter’ı kullananlar, örneğin son bir haftaki paylaşımlarını gözden geçirsinler. Fark edecekler ki, ‘trend topic’ olan tartışmaları takip edip ona göre bir şeyler yazıyorlar. Twitter artık bir haberleşme-iletişim aracı olma özelliğini yitirmiş durumda. Örneğin, sen sadece bildiğin ve güvendiğin kullanıcıları mı takip ediyorsun, hayır! Sürekli istemediğin şeyleri görmek, okumak zorunda kalıyor musun, evet! 5 bin maaşlı Aktroll var Türkiye’de. Son bir-iki gaftan anladık ki kamu kurumlarının yöneticilerinin bile kendi açtıkları sahte hesapları var. Böyle bir güçle savaşmanın manası yok. Çünkü onları engelleme olanağın yok. Sen bir tweet yazıyorsun, sana yüzlerce küfür, tehdit, hakaret yağıyor. Bana göre bizim gibi insanların Twitter’dan çıkması ve Twitter’ı onlara bırakması gerekiyor. Bunu yaptığınızda göreceksiniz ki, Twitter’ın onlar açısından bir işlevi kalmayacak. Bizim, tanıdığımız-bildiğimiz ya da kendisini tanıtabilen insanlarla iletişim kanalları açmamız gerekiyor. Anonim iletişim politik mücadele için uygun bir yöntem değil. Twitter’ı bıraktığında, onlar seni kovmuş olmuyor, sen o mecranın sana karşı kullanılmasından vazgeçmiş oluyorsun. Bir örnek üzerinden gidelim. Bugün bol fotoğraflı, az yazılı, manşet puntolarının büyük olduğu gazete formatının kurucuları kimlerdi? Fransız sosyalistleriydi. İşçilerin eğitim düzeyi çok düşük olduğu ve uzun yazılı gazeteleri okuyamadıkları için Fransız sosyalistleri böyle bir yöntem bulmuşlardı. Olayların özetini veren, çarpıcı kısmını büyük puntolu manşetlerle aktaran ve büyük fotoğraflarla bunu destekleyen yayıncılığın kökeninde sosyalistler vardır yani.
Twitter da böyle bir mecra zaten…
Ona geleceğim. Sonuçta işçilere daha iyi propaganda yapabilmek için Fransız sosyalistlerinin ürettiği bu yöntemi zamanla sağcılar devraldı ve bu en gerici uygulamaya dönüştü. Bugün Türkiye’deki sağcı gazeteler de bu yöntemi kullanıyor. Twitter’da anonim hesap açarak sanki iktidara karşı alternatif bir haberleşme kanalı kuruyormuş gibi düşünülüyor. Ama bugün sen bir kişisin, karşında binlerce maaşlı troll var. Bu troller, gerçekle kurguyu içinden çıkılamaz bir noktaya getirebiliyorlar.
‘Twitter sana sadece zarar veriyor’
Bir yandan da Twitter kullanıcılığı pek çok insan için bağımlılık halini almış durumda. İnsanların bu bağımlılıktan kurtulması nasıl mümkün olabilir?
Bağımlılık bizi özgürleştirmez. Adı üstünde, bağımlılık. O halde bir tercih yapmak zorundasın. Twitter üzerinden elde ettiğin hangi bilgi seni özgürlüğe veya gerçek bilgiye yaklaştırıyor?
Tüm bunların farkında olduğu halde çok sayıda insan Twitter hesabını kapatmayı tercih etmeyecektir.
O zaman mesela oradaki ayrımcılıktan, nefret söyleminden, şiddet görüntülerinden, saldırılardan rahatsız olanlar, yani sen-ben gibi insanlar bir hafta hiç tweet yazmayalım. Bunu bir deneyelim ve bakalım ne oluyor? Sen aslında Twitter’da gerçek kimliğinle kendini açık hedef haline getiriyorsun. Ama insanlar hiçbir cezai yaptırıma uğramadan sana her türlü küfrü, hakareti, tehdidi savurabiliyor. Adamlar sana, evinin salonuna gelmiş ve yüzüne küfrediyormuş gibi hissettirebiliyor. Bunun hızlı haber almakla, gerçek bilgiye ulaşmakla hiçbir ilgisi yok. Bu sadece sana zarar veriyor.
‘Kim daha çok politik mücadele yaparsa o kazanır’
Son bir-iki yıllık olağanüstü hal durumu, saldırılar, katliamlar, bombalamalar, darbe girişimi, vahşet görüntüleri toplumun belli kesiminde çaresizlik duygusunu egemen hale getirdi. Siz, Türkiye’nin toplumsal psikolojisini nasıl değerlendiriyorsunuz?
Kurumların güvenirliğinin kaybolduğu, politik belirsizliğin ön planda olduğu, geleceğin ne getireceğinin bilinemez hale geldiği aynı zamanda ekonomik krizin olduğu ülkelerde üç şey ortaya çıkabilir. Bir, aşırı baskıcı, “hepinizi kurtaracağım” diyen bir lidere tapınç, onun peşine düşme. İki, Durkheim’ın zamanında “anomi” dediği toplumsal dağılma, yani birlik hissinin kaybolması. Üç, bu belirsizliği yaratanlara dönük bir hareketin ortaya çıkması. Ama bu konuşmayı yapmamıza neden olan linç meselesinde olduğu gibi, bu üç ihtimal de kendiliğinden ortaya çıkmaz. Bu üç ihtimal de birer politik mücadele yoludur ve kim daha çok politik mücadele yaparsa o kazanır.
‘En iyi ilaç kendi kaderini tayin için mücadele’
Kendini büyük yalnızlık ve çaresizlik içinde bulan, çareyi antidepresanlarda gören çok sayıda insan var. Sizin bir psikiyatri profesörü olarak bu insanlara öneriniz nedir?
Antidepresanlar ne son derece kötü, yanlış, insanların beynini uyuşturan maddelerdir ne de her derde deva meyan köküdür. Antidepresanlar doğru kullanıldıklarında insanlara iyi gelen ilaçlardır ama bir hekim tarafından muayene edilip yazılmışlarsa. Dikkat edersen bilimsel tıp dışı yöntemlere ilgiyi hükümet de neredeyse destekliyor. Hacamatçılar, hacılar-hocalar, bir dizi şarlatanca uygulamalar, kimin yaptığı belli olmayan “kişisel gelişimler…” Bunlar hem devletin sağlık hizmetine ayırdığı parayı azaltma ihtiyacından kaynaklanıyor, hem de topluma “sen hastasın, mücadele edecek durumda değilsin” demek için oluyor. Dolayısıyla insanlar kendilerinde psikiyatrik bir sıkıntı hissediyorlarsa ya aile hekimlerine ya da psikiyatri hekimlerine gidip muayene olsunlar. O hekim ona yeterli zamanı ayırdıktan sonra “şu antidepresanı al” diyorsa, alsınlar. Ama arkadaştan, eczacıdan, branşı o olmayan hekimden tabii ki ilaç almasınlar. Antidepresan ilaçlar kimi zaman yaşanan yoğun stresli dönemlere katlanma gücümüzü artırma işlevi görebilirler. Örneğin, dört yıl öncesine kadar Halep çarşısında dükkanı olan bir adam, eşini, iki çocuğunu bombardımanda kaybetmiş ve şu an Antep’te soğuk bir çadırda yaşıyorsa ve biz bu adama antidepresan verdiğimizde dayanma gücü artıyorsa, iyi bir şey yapıyoruz. Ama politik mücadeleyle ruhsal sıkıntıyı birbirine karıştırmamak gerekiyor. Bir anekdot söyleyeyim: Biz, Gezi sırasında çoğu hastamızın ilacını azalttık, hatta bazen kestik. Çünkü dünyanın en büyük ruhsal iyileştiricisi kendi kaderini tayin etmek için politik mücadele yürütmektir. Ruhumuza bundan daha iyi gelecek bir şey olmaz. Kendi kaderimizi kendi ellerimizin arasına almaktır bizi iyileştiren. Bu da ancak dayanışarak olur. Hem bizim gibilerle bir araya gelmeliyiz hem de ayrımcılığa uğrayan herkese koşulsuzca destek olmalıyız. O zaman kendimizi yalnız ve çaresiz değil, çok iyi hissederiz.