Dosya Haber

Dışarıdaki gazeteciler anlatıyor: Baskı, tehdit ve işsizlik

Cadı avı öylesine bir hâle geldi ki hakkında bir soruşturma açıldığını öğrenen kimi gazeteciler, daha davayı beklemeden yurtdışına gitmek zorunda kaldı. Sabaha karşı bir polis baskınıyla gözaltına alınmak, mahkemeye çıkarıldıktan sonra da iddianame filan dinlemeden tutuklanmak, eleştirel yayın yapmış her gazeteci için gerçeğe dönebilecek bir kâbus.

Türkiye basın ve ifade özgürlüğünde dünyanın en sorunlu yerlerinden biri. Ülke, Sınır Tanımayan Gazeteciler örgütünün (RSF) basın özgürlüğü endeksinde 180 ülke arasında 151’inci sırada.

Ne var ki rakamlarla ifade edince ne baskının boyutu, ne de gazeteciliğin geldiği nokta tam olarak anlaşılabiliyor. Kendim dâhil, işsiz kalıp ya ücretsiz, ya da sembolik teliflerle işini yapmaya çalışan, ağır sansür ortamında haber yapmakta, fikirlerini aktarmakta zorlanan binlerce gazeteci var.

Tek sorun işsizlik ve sansür olsa keşke… Bunlar, zaten darbe girişimi öncesi Türkiyesi’nin gerçekleriydi. Bugün hükümeti, Saray’ı eleştiren, sorgulayan haber veya sosyal medya paylaşımı yapmaya kalkan herkes potansiyel ‘terör suçlusu’ ilan ediliyor, davalar ve soruşturmalar yağdırılıyor. Sarı basın kartları iptal ediliyor, haber kaynağına ulaşmak en büyük dert olmuş durumda. En korkuncu, keyfi gözaltı ve ‘yargılamadan tutuklama’nın sıradan yöntemler haline getirilmesi.

Hükümet yetkililerinin açık açık medyaya ‘ayağını denk al’ dediği ve bunda hiç şakasının olmadığını defalarca kanıtladığı bir ortamda, yabancı haber kaynaklarına iş yapmak da gazeteciyi kurtarmıyor. Aksine, iktidar medyası ve trollerinin hedefi haline getirilmek için daha güçlü bir neden… Yurtdışı merkezli yayınların ‘ülkeyi bölmek’ ve ‘casusluk yapmak’la görevli olduğuna dair algı yaratılmaya çalışıldığından, hükümetin politikasını desteklemeyen herhangi bir yayın için çalışmak, kişisel olarak hedef gösterilmek demek.

Gazetecilerin yaşadığı sıkıntıları ve giderek ağırlaşan sansür ortamını daha iyi anlayabilmek için -çoğu kadın- gazetecilerin hikâyelerinin peşine düştüm. Her biri farklı yayın organlarında çalışmış olan meslektaşlarımın bir kısmı, tahmin edeceğiniz sebeplerden ötürü ismini vermemeyi tercih etti.

‘Vatan haini ilan edilip hedef gösteriliyoruz’

F.A’nın çalıştığı televizyon kanalı, OHAL sürecinde kapatıldı, ‘eleştirel’ bir gazeteci olduğu, tanındığı için başka bir basın organında iş bulmasının imkânı yok. Yurtdışındaki bir yayın için telifli işler yapmaya başladı, ancak kazancı ev kirasını bile karşılayamıyor. Yıllardır oturduğu mahalleden taşınmak ve ailesinin yanına yerleşmek zorunda kalanlardan biri F.A.:

“Gitmemek için direndim, ancak mevcut ekonomik koşullarda geçinmem imkânsız. Borçlar biriktikçe birikiyor. Başka çarem yoktu. Taşındım ancak şehirden uzak olmak, serbest çalışmak açısından da dezavantaj. Olay yerinden haber geçmek başlı başına sorun: Gazeteciler zaten güvenlik engelini aşarak çalışmakta zorlanıyor, serbest gazeteciysen işin iki kat zor. Bizi düşman, vatan haini olarak görüyor ve bunu açıkça söylüyorlar. Sosyal medyada hedef haline getirildim, değil yorum, artık haber paylaşmaya çekiniyorum.“

Ancak F., her şeye rağmen haber yapmaya, üretmeye devam etmekten vazgeçmeyeceğini söylüyor: “Benim bildiğim iş bu, gazetecilik. Ne profesyonel açıdan, ne de vicdanen susmayı, lafı eğip bükmeyi kabûl edemem. Arkadaşlarımız sebepsiz yere hapiste,  onların durumunu uluslararası platformlarda dile getirmeye, kampanyalara yardım etmeye gayret ediyorum. Zamanınım çoğunu basın özgürlüğü aktivizmi aldı artık. Meslektaşlarımla dayanışmak, bu zor zamanlarda bana en iyi gelen şey.“

Cadı avı öylesine bir hâle geldi ki hakkında bir soruşturma açıldığını öğrenen kimi gazeteciler, daha davayı beklemeden yurtdışına gitmek zorunda kaldı. Sabaha karşı bir polis baskınıyla gözaltına alınmak, mahkemeye çıkarıldıktan sonra da iddianame filan dinlemeden tutuklanmak, eleştirel yayın yapmış her gazeteci için gerçeğe dönebilecek bir kâbus.

Kürt basınında, daha sonra kapatılan bir web sitesinde çalışan M.Y. ile karlı bir günde buluştum. Ertesi güne, ‘herhangi bir şehre’ gitmek üzere bilet aldığını ve bir bavulla hiç tanımadığı bir ülkeye gideceğini o gün öğrendim. M.Y. tedirgindi, haberi üzerine açılan soruşturmanın sonucunda tutuklanabileceğini düşünüyordu. Bir süre ortadan kayboldu, evine gidemez, telefonunu kullanamaz olmuştu. Daha sonra böyle yaşamanın yakınlarını daha çok üzeceğini düşünerek kararını vermiş ve vizeye başvurmuştu.

Kadın olduğu için “en çok cezaevinde tacize uğramaktan korkuyorum” derken sesi titriyordu. Öte yandan, arkadaşlarını, evini, yaşamını belirsiz bir süreyle geride bırakmanın suçluluğuyla kendini çok kötü hissediyordu. M.Y. ile birbirimize sarılarak, ağlayarak ayrıldık… Ertesi gün uçağının kalkıp kalkmadığını heyecanla takip ettim. Neyse ki pasaportta sorun çıkmamıştı, sağ salim gideceği yere vardı. Haberleşiyoruz, “Çok özlüyorum” diyor mesajlarında. “Her şeye rağmen çok özlüyorum… ”

P.C: Piyangonun kime çıkacağı belli değil

Sadece siyasi konular değil, serbest gazeteci için her alan mayınlı. 23 yıllık gazeteci, deneyimli ekoloji yazarı P.C, çalıştığı yayınlar OHAL sonrasında kapatıldığı için işsiz kalanlardan:

“İş bulamıyorsun. Çalıştığın kurumlar nedeniyle sana etiket yapıştırıldığı için geri çevriliyorsun. Benimki gibi spesifik bir alanda çalışana, ‘aman ya sırası mı’ deniyor… İş başına verilen telifler düşük, zaten işsiz gazeteci fazla ve projeler sınırlı. Bu bir fikir işi, emek harcanıyor bir karşılığı olmalı.”

P.C, sosyal medyada otosansür uygulamak zorunda kalışını şöyle anlatıyor: “Evet, eskiden attığım bazı tvitleri sildim. Muhalif kimliğim bilindiği için eleştirel bir dille aklımdan geçeni yazamıyorum. Mesele salt AKP karşıtlığı ile değil, duruşla ilgili. Yazdığın her şey yüzünden hakarete maruz kalıyorsun. Kendini korumak zorundasın, otosansürün başladığı nokta bu.”

Medyaya baskıların artmasıyla muhalif medyanın daralmasının her manada, yani sözün, paranın, işgücünün daralması olduğunu belirten P.C. şöyle diyor: “Ödediğin bedel ekonomikse yine şanslısın! İçeride 150 gazeteci var, çoğunu tanıyorum. Her günü, ‘benim de başıma gelebilir’ düşüncesiyle geçiriyoruz. Sabah kalkınca piyangonun kime vuracağı belli değil ki.”

İyi de böyle bir ruh halinde nasıl üretilir, nasıl yaşanır? P.C., ağır basın özgürlüğü ihlallerinin ülkede ciddi bir insani körelmeye evrilmesinden endişeli: “Gazetecilikte kendini geliştireceğin ortam yok. Kaynaklara ulaşmak başlı başına dert. Ayakta kalan birkaç bağımsız yayın ve internet siteleri var. Ama bu hâl daha ileri giderse tam çölleşme yaşayacağız. Geriye bir tek devlet güdümünde Pravda’lar kalır, internete daha ciddi kısıtlamalar getirilir. Neticede ‘artık bu kadarı olmaz’ dediğimiz her şey oluyor. Canlı yayında TV, gazete baskını izledik.”

Peki basında baskılara karşı mücadele yeterli mi? “Mücadele edemedik diyemeyeceğim. Gücümüzü çok aşan, örgütlü bir saldırı var. Ne kadar bir araya gelsen de böyle bir kitleyle mücadele etmek zor… Nasıl araçlar kullanmalı sorusunun cevabını birlikte aramak lazım. Ezberimizdeki mücadele yöntemleri yetmiyor. Zaten hukuk devreden çıktı. Alanda ‘özgür basın susturulamaz’ diyoruz da n’oluyor? Başka yöntemler denememiz lazım.”

Zaman: Günlerce siber lince uğradım, psikolojim bozuldu

Yurtdışı basın için yıllarca muhabirlik ve Türkiye temsilciliğini de yapmış olan, köşe yazarı Amberin Zaman, diken.com.tr ve almonitor.com’da yazıyor. Deneyimli gazeteci, sosyal medyada lince varan saldırılara maruz kalan bir isim. Washington’da bulunan Zaman’la e-posta üzerinden kısa bir röportaj yaptık.

Sosyal medyada başına gelen son saldırıdan bahseder misin?
Devletin medya üzerinden saldırması benim için yeni bir şey değil. 1992’de Hürriyet gazetesi ‘bu kadın ortalığı karıştırdı’ diye fotoğrafımla birlikte beni manşet yapmıştı. Teknolojinin gelişmesi ve troll ordularının kurulmasıyla linç ve itibarsızlaştırma şekil değiştirdi. Ama ruhu aynı! Tabii bu sefer yapılan farklı boyuttaydı. İktidara yakın bir gazetenin Genel Yayın Yönetmeni, Twitter üzerinden beni ve Mehmet Ali Alabora’yı Reina katliamının planlayıcısı olarak lanse etti…. Gezi sürecinde dahi bu kadar ağır bir siber lince uğramamıştım. Ölüm tehditleri, en ağır bel altı küfürler üç gün boyunca durmadan aktı.

Ne hissettin? Yaşadıkların otosansüre yol açtı mı?
Korktum. Psikolojim bozuldu. Sürekli ağlama nöbetleri geçirdim. Geceleri uyuyamadım. Bir ay boyunca Diken’e tek satır yazmadım. Ama İngilizce yazmaya devam ettim.

Cumhurbaşkanı’nın ABD ziyaretinde de fiziki saldırı yaşadın… Hayatında neyi değiştirdi?
Bu gibi sözlü saldırılar, itibarsızlaştırmalar devletin tepesinden kamu önünde yöneltilince elbette meşru bir kılıfa bürünüyor. Ve bunun en tehlikeli yanı, biri size zarar verse -ki fiziksel şiddet ve daha ötesi olabilir- bunun meşru bir eylem, hatta bir tür vatanseverlik olarak düşünülmesi. Doğal olarak insan sokağa çıkmaya çekinir hale geliyor. İnsanlar ekrandan filan hatırlıyor. Ekran sansürü bu açıdan işime yaradı, insanlar muhtemelen tanımaz artık. En ağırıma giden, sürekli ‘sen Türk değilsin, burası senin memleketin değil defol’ denmesi. Oysa Türkiye benim ülkem. Annem Türk ve bir diplomat çocuğu olarak büyüdüm. Bu ülkenin vatandaşıyım ama artık bu insanlar yüzünden kendi ülkemden soğudum, yabancılaştım. Bu bana çok acı veriyor. Türkiye’nin kan, ırk, mezhep değil ortak değerler, eşitlik üzerine yeniden kurulabileceğini hep hayal ettim ama bu hayalim tükenmek üzere.

Türkiye’de gazetecilik hep zordu, ancak bugünle 1-2 yıl öncesini kıyaslarsan senin açından ne değişti?
Bir kere birçok arkadaşım hapiste şu an ve bu psikolojik olarak korkunç bir şey. Bir yandan yurtdışında bulunduğum ve özgür olduğum için büyük bir suçluluk ve ızdırap duyuyorum. Sürekli şu an ne yapıyorlar diye düşünüyorum. Ve müthiş çaresiz hissediyorum. Çok şanslıyım, asla yakınmaya, kendime acımaya hakkım yok. Profesyonel anlamda, bu iklimde örneğin Güneydoğu’da özgürce haber yapabilmem imkânsız. Diken son derece cesur yayıncılık yapıyor ama mesela bir röportaj yapacak olsam kiminle yaptığımı eskisine nazaran çok daha fazla tartıyorum. Bir avuç bağımsız yayın kaldı, Diken onlardan biri. Zarar vermek istemiyorum.

Peki yazarken Türkiyeli kaynaklara ulaşmakta zorlanıyor musun?
Resmi kaynaklara eskisi gibi ulaşamıyorum. Hele basın kartımın iptali ile ilgili yapılan akla ziyan resmi açıklamadan sonra! 25 yıldır gazetecilik yapıyorum. Sorunsuz akredite oluyordum. Başbakan, Cumhurbaşkanı ile uçaklara biniyordum. MİT’in telefonumu hukuk dışı yöntemlerle dinlediği ortaya çıktı, belgelendi de. Terörle ilgim olsa herhalde anlarlardı değil mi? 24 saatte nasıl oluyor da milli güvenliğe tehdit sayılabiliyorum? Ne yapmışım, ne demişim ki? İnanılır gibi değil. Zaten hukuki yollara başvurdum.

Gazeteciliğini nasıl etkiliyor baskılar, hedef göstermeler?
Neticede ben gene gazeteciliğe devam ediyorum. Hem de azimle. Bunu yapmazsam başta hapisteki arkadaşlarıma ihanet etmiş olurum. İşimize devam etmek zorundayız, en mükkemel biçimde. Mesleğimize leke getirmeden, özgür basın düşmanlarına malzeme sunmadan. Gerçek, uluslararası standartlarda gazetecilik yaparak. Yılmak yok!

Bu koşullarda kadın gazeteci olmak, farklı bir muameleye neden oluyor mu?
Kadın olunca tabi daha da beter geliyorlar üstüne çünkü zayıf ve daha korumasız görüyorlar ve tabii sözel cinsel şiddet hat safhada. Özellikle Gezi’den beri böyle.

T.Ş.: Gazeteciler iktidarın radarına girmemeye çalışıyor

Tülin Ş., iletişim fakültesi mezunu, web ve gazetelerde yazıişlerinde çalışmış genç bir gazeteci. Gülen cemaati üyesi değil ancak son dönemde Zaman grubunda çalışmış. Zaten en büyük sorunlardan biri, darbe girişimine dair ilişkisi kanıtlanmadığı halde “cemaat medyasında” çalışmış olan herkesin aynı kefede toplanması. Hatta bazen ‘kokteyl’ örgüt üyelikleriyle suçlanmaları…

Tülin, neden cemaat medyasında çalıştığını ve neler yaşadığını sorunca şöyle cevap veriyor: “Çalışabileceğim muhalif yayınlar kısıtlıydı. Gezi’den sonra, özellikle son dönemdeki yaşam tarzı müdahalelerinden duyduğum rahatsızlıkla Zaman’da işe başladım. 17-25 Aralık’tan sonra cemaat medyası, tüm yayın politikasını hükümet karşıtlığı üzerine inşa etmişti. Ama müthiş bir baskı vardı, hükümet 17-25 Aralık’ın intikamını almak istiyordu. O dönemde cumhurbaşkanına hakaret üzerinden yayın yönetmenleri ve editörlere onlarca dava açıldı. Derken İpek Medya’ya el konuldu, medyada ilk kayyım atama uygulamasıydı. Sıranın bizde olduğunu biliyorduk. Gözaltılar, tutuklamalar peş peşe geldi, şiddete maruz kaldılar, basın kartları iptal edildi. İşsiz kalanlar, haklarını ‘etik dışı davranış’ gibi gerekçelerle alamadı.”

Çalıştığı gazetede 15 Temmuz darbe girişiminin öncesinde darbeye dair en ufak bir duyum dahi almadıklarını söyleyen Tülin, o dönem tek kaygılarının işlerini kaybetmek olduğunu vurguluyor:

“Editörler, muhabirler katında bir darbe olacağı, insanların öleceğini asla tahmin etmedik. Zaman’da keskin bir hiyerarşi vardı, zaten çalışanların yönetimde nelerin olup bittiğini tahmin etme olanağı yoktu. Bu darbe, sadece belli bir gruba yönelik değil, tüm medyaya yönelik oldu. “

Müdahalenin arkasında cemaatle iktidarın mücadelesi olduğunu görmezden gelmeyen Tülin, asıl mağduriyeti genç gazetecilerin yaşadığına dikkat çekiyor:

“Üst kademelerde alınan kararların bedelini gazeteciler ödedi. Yöneticiler politik iradenin zulmüne uğramadan Türkiye’yi terk etme fırsatı bulurken sıradan gazeteciler, temsilciler tutuklandı, avukat edinme hakkından dahi mahrum edildi. Akıbetlerini bile bilmiyoruz. Geride kalanların hapse atılması için hiçbir alakası olmasa da cemaatin medyasında çalışmış olmak yeterli. Ben de aynı akıbeti paylaşabilirim. İşsiz kalmanın çok, çok ötesinde kaygılarımız var. Özgürlüğümüzü kaybetmemeye, iktidarın radarına girmemeye çalışıyoruz.”

Peki cemaat medyasında çalışmış olanlar, diğerleriyle dayanışmaya girebiliyor mu?

“Cemaat medyasının geçmişte tutuklu gazetecilere karşı kayıtsız, hatta destekleyici haberleri, soruşturmaları manipüle eden tarzı nedeniyle bugün bir avuç kalan muhalif gazeteci, cemaat medyasında çalışanların yaşadıklarına karşı ister istemez temkinli yaklaşıyor. Muhalif medya, beklentilerimin ötesinde önyargılarını aştı, hak hukuk konusuna dikkat çekmeye çalışıyor. Bu çabayı takdir ediyorum, kendileri için gösterilmeyen çabayı onlar gösteriyor.“

Tüm bu yaşananların ardından, gazetecilik yapabiliyor musun diye sorduğumda sık duyduğum cevabı alıyorum:

“Benim tek bildiğim, sevdiğim meslek bu. İyi olanı, doğru olanı, gerçeği yazmaya dikkat ettim hep. Twitter’dan asla eleştiri sınırlarını aşmazdım ama baskılardan dolayı hesabımı kapattım. Çünkü sosyal medyada eleştirel herkese yönelik saldırı oluyor. Birikimimi kullanmak istiyorum ama böyle bir platform yok gibi. Kendi imzamı kullanamam mesela. Beni görmezden gelirler diye bir durum yok. Müthiş bir takipteler. Ciddi bir sıkıntı bu, büyük bir beyin göçü oldu. Beni ayakta tutan, gazeteci dayanışmalarına dahil olmak.”

Konuştuğum gazeteciler, her şeye rağmen işlerini yapmaya, mesleklerine sahip çıkmaya gayret ediyor. Bu zorlu süreç onları yıldırmış değil ve dayanmaya kararlılar.

Yeter ki halk, haber alma hakkına sahip çıksın.

Mehveş Evin

Gazeteciliğe 1993’te başladı. Sırasıyla Sabah, Aktüel, Liberal Bakış, Yeni Yüzyıl ve NTV dergi grubunda çalıştı. 2000'lerde Sabah ve Vatan gazetelerinin haftasonu ekleri yayın yönetmenliği ve Aktüel genel yayın yönetmenliğinden sonra Akşam'da yayın koordinatörlüğü ve web editörlüğünü üstlendi. 2007'de Akşam'da, 2009'dan sonra Milliyet'te köşe yazıları yazdı. 2015'te Milliyet'in işten çıkardığı Evin, sonrasında Diken'de yazılar yazdı ve Açık Radyo'da program yaptı. 2018'de yayımladığı "A'dan Z'ye: Buraya Nasıl Geldik" adlı bir araştırmacı gazetecilik kitabı var.

Journo E-Bülten