Dosya

Duygu Asena 78 yaşında: “Kendine yaslanarak dimdik duran güçlü kadını” çalışma arkadaşları anlatıyor

Duygu Asena'nın Negatif dergisini yönettiği dönemden bir fotoğraf

Türkiye’de gazeteciliğin ve kadın hakları mücadelesinin öncü isimlerinden Duygu Asena’nın 78. doğumgünü bugün. 18 yıl önce kaybettiğimiz Duygu Asena’yı, dostları ve çalışma arkadaşları Journo takipçileri için anlatıyor. 

Filiz Aygündüz (Kim ve Negatif dergilerinde Duygu Asena ile çalışan gazeteci, yazar)

Duygu Asena, 1987 yılında ‘Kadının Adı Yok’u okumamla hayatıma girdi. Kitap 1986’nın aralık ayında çıkmış, yer gök Duygu Asena’ya kesmişti. Herkes onu ve kitabını konuşuyordu. Lise son öğrencisiydim. Kitabı bir gecede soluk soluğa okudum. Anlattıkları benim hayatım gibiydi. Kız çocuk olarak dünyaya gelmenin yarattığı baskıları sanki ben ona anlatmıştım, o da yazmıştı. Esasen, kitabı okuyan kadınların ortak duygusuydu bu. Bir kadın çıkmış, kadınların o güne dek anlatılmamış sorunlarını satır satır yazmış, hislerine tercüman olmuştu. Daha da önemlisi, kitapta adı olmayan kadın, bizim yaşadıklarımızı yaşamakla kalmıyor, direniyordu. Okura da direnme gücü veriyordu.  Her kadının bireysel bir direniş hikâyesi vardır. Benimki “Kadının Adı Yok” ile başladı.

İki yıl sonra üniversite öğrencisiyken bir gün okuduğum Mimar Sinan Üniversitesi’nin yanı başında olduğu Beşiktaş iskelesinde açılan kitap fuarına geleceğini duydum Duygu Hanım’ın. İkinci kitabı ‘Aslında Aşk da Yok’u imzalayacaktı okurlarına. Büyük heyecanla kitabı aldım, kuyruğa girdim. Sıra bana geldiğinde nefesim kesildi bir an. Kısa bir sohbet ettik. Ben hayranlığımı anlattım, kitabını ne kadar çok sevdiğimi… “Sevgili Filiz, sana mutluluk, huzur, sevgi ve büyük bir aşk dilerim. Kim bilir belki de vardır” diye imzaladı yeni kitabını. Vardı ama 10 yıl sonra gelecekti. Onu da konuşacaktık zaten ileride. Bilmiyordum.

Üniversite bitti. Ben bu arada yazılarını ve kitaplarını okumaya, çıkardığı dergileri takip etmeye devam ettim. Bir yandan matematik öğretmenliği yapıyor, bir yandan da çeşitli dergilerde yazılar yazıyordum. 23 yaşımdayken bir arkadaşım vasıtasıyla yazılarımı Duygu Hanım’a gönderme şansım oldu. O sırada Kim ve Negatif dergilerinin genel yayın yönetmeniydi Duygu Hanım. Yazıları inceleyip beni çağırttı. Beğenmişti. Ve her iki dergide birden yazmaya başladım.

“İlk hocam Duygu Asena ise ikincisi Diyarbakır’dı”

Kim’e kadın sorunlarıyla ilgili yazılar yazıyor, Negatif’e kültür sanat konularında haber ve söyleşiler yapıyordum. Hayatımın en güzel günleriydi. Öğlene kadar okulda etek döpiyes türev, integral anlattığım; öğleden sonra blue jean’imi giyip gazetecilik yaptığım… Bir süre sonra tâyinim Diyarbakır’a çıktı. Dergilerde telifle çalıştığım, okulda ücretli öğretmen statüsünde olduğum için çok küçük bir para geçiyordu elime. Babamın kadrolu, maaşlı bir iş konusunda ısrarı vardı. Ve bunun yolu mecburî hizmete gitmekten geçiyordu, dergi ortamını bırakmaktan…

Çok ağladığımı hatırlıyorum. Duygu Hanım’ın da çok kızdığını. “Ağlanacak ne var bunda? İstemiyorsan gitme. Sana verdikleri maaş 20.000 mi? Onu ben vereyim, kadronu da yapayım, kal. Böyle ağlayarak çözemezsin bu işleri” diye azar yedim. Ama yine de gittim. Ayaklarımın üzerinde durmayı, hayatı orada öğreneceğimi hissediyordum. Beklediğim gibi de oldu. İlk hocam Duygu Asena ise ikincisi de Diyarbakır’dı. Oradan Doğu ve Güneydoğu için haberler yazıp göndermeye devam ettim. Dönüşümde yeniden Duygu Hanım’la çalışmaya başladım. Kim ve Negatif dergileri kapatılıncaya kadar…

“Su gibi yazan su gibi okunur”

Duygu Asena denince aklıma kendine yaslanarak dimdik duran güçlü bir kadın geliyor. Bir yandan gazeteciliği öğrendiğim, bir yandan kadın olma bilgisi edindiğim. Duruşumun ilk harcını sayesinde attığım… Yazarlığıma da katkısı büyüktür. O ilk gençlik yıllarında yazdığım yazılarda, uzun, ağdalı, süslü cümleler kurma gibi derdim vardı. Çıktısını aldığım yazının üzerinde, elinde kırmızı bir kalem, o cümleleri silerdi. Bir gün “Belli ki ileride yazar olmayı planlıyorsun. Ama kendi kitaplarında da sadelikten hiç vazgeçme. Su gibi aksın yazıların” diye tembih etti. Sonraki yıllarda kitaplarımı yazarken hep Duygu Hanım’ın sesinden bu tembihi duydum kulağımda. Sadeliğin içindeki ağırbaşlı iddiayı fark ettim. Edebi bir eser yaratmak için; çetrefilli, uzun, ağır, ağdalı bir üslup kullanmak gerekmediğini… “Su gibi yazan su gibi okunur” diyordu. Bunu kendi deneyimimde de gördüm.

Öte yandan bütün çalışma arkadaşları için Duygu Hanım’ın odası bir terapi merkezi gibiydi. Ne zaman başımız sıkışsa o odada alırdık soluğu. O müthiş sâkinliğiyle dinler, bir cümle kurar, hayatınızdaki karanlık neyse aydınlanıverirdi birden. Kimseye yük olmadan, uçuş uçuş, insanın omuzlarından kayan şal gibi hafif yaşamayı, hayatı önemsemekle birlikte çok da ciddiye almamam gerektiğini Duygu Asena’dan öğrendim.

“Hayatımın her döneminde, bana yol gösteren cümleleriyle yaşadım”

Bir gün, çok hoşlandığım bir erkek beni yemeğe davet etti. Fakat bir gün önce o zaman pek moda olan bronzlaştırıcı bir kremi bacaklarıma sürmüştüm. Ve kremin etkisiyle avuç içlerim kıpkırmızıydı. Sırf bu yüzden gitmedim o yemeğe. Anlattığımda çok kızdı Duygu Hanım: “Yahu bunun için teklif geri çevrilir mi? N’olmuş kınalı gibi olmuşsa ellerin. Ne önemi var? Bak ben bir gün bir date’te üzerimde bembeyaz bir gömlek, kırmızı şarap içiyorum. Birden üstüme döktüm birkaç damlayı. Lekeli lekeli oturuyorum adamın karşısında. Sonra kadehi aldım, kalanını da gömleğe döküp bulaştırdım. ‘E böyle daha güzel’ oldu dedim. Hem çok eğlendik hem de gömleğimdeki lekeyle kahrolmadan şahane bir gece geçirdim. Sakın bir daha böyle şeyler için hayatı erteleme.”

Bu da küpe oldu kulağıma. Minik şeyleri dert etmeden hayatı yaşamaya çalıştım. Bazen başardım, bazen çuvalladım. Ama hiç vazgeçmedim. 20’lerimin başında duyduğum bu tavsiye bugün 50’li yaşların başında çok daha işime yarıyor. Hayatımın her döneminde, bana yol gösteren cümleleriyle yaşadım. Hep mihenk taşımdı Duygu Asena. Yaşadıklarımın, hissettiklerimin, aldığım kararların değerini ve doğruluğunu ondan öğrendiklerimle ölçtüm. Hayata veda ettiğinde 60’ına yeni girmişti. Yaşasaydı bugün 78 yaşında olacaktı. Ve eminim yaşasaydı Türkiye’de kadın sorunu, alınan tüm mesafelere rağmen, bugün bulunduğu içinden çıkılmaz hâlde olmayacaktı. Onun kişiliğinin ve kaleminin gücüyle. Son olarak… Duygu Hanım’ı çok özlüyorum.

 

Nazım Alpman (Milliyet gazetesinde ve Kadınca dergisinde Duygu Asena ile çalışan meslektaşı ve arkadaşı)

O zamanlar çok ünlü olan Kim ve Negatif dergisinin yöneticisi olarak tanıyordum fakat hiç yan yana gelmemiştik. Duygu Asena Milliyet gazetesine katılınca yeni binamıza gelmişti, orada tanıştık. Duygu Asena’nın dergisinde de yazmaya başlayınca daha da samimi olduk, beraber çok seyahate gittik, çok iyi bir yol arkadaşıdır.

Bir gün ona, “Duygu seni bir yere davet edeceğim, gelir misin” dedim. Önce “Gelirim” dedi, sonra “Nereye” diye sordu. Ben de “Cezaevine” dedim. O da kabul etti. Işık Yurtçu’yu ziyaret etmeye gittik. Işık Yurtçu Özgür Gündem’in yazı işleri müdürü olduğu dönemde terör örgütü propagandası suçuyla, 3 sene 9 ay hapis istemiyle yargılandı, sonra beraat etti. O sırada cezaevindeydi ve ben de her ay gidiyordum. Her ay birini alıp götürüyordum moral olsun diye. Bir sefer de Duygu Asena ile gittik.

Cezaevine giderken markete girdik, alışveriş yapıyoruz. Cezaevine ne götürülür? Çay, kahve ve sigara… Duygu bakınırken dedi ki, “İçki içiyor mu, viski alalım mı?” Ben de “Duygu” dedim, “insanları niye hapishaneye atıyorlar?” (gülüyor). “Doğru” dedi, “götürülmez.” Duygu’nun saf ve çocuksu yanları da vardı. Görüşüp çıktığımız zamançok etkilenmişti, “Hiçbir suçu yok ve biz bırakıp gidiyoruz” demişti.

Işık Yurtçu için bir avukat cumhurbaşkanına af başvurusu yapmıştı ve Işık da bana “Nazım ben bir suç işlemedim, özel afla beni çıkartırsanız ben kapının önünde yığılır kalırım, böyle bir şey yapmayın” demişti. Duygu Asena ise bu olay üzerine bana, “Nazım eğer ben girersem cezaevine ne yapıp edip beni çıkartın” demişti. Bu olay üzerine Duygu bir haber yazdı ve Işık Yurtçu’nun eski kız arkadaşı Amerika’dan bu haberi okuyup bunun üzerine Işık Yurtçu’nun cezaevinde olduğunu öğrendi, tekrar Işık Yurtçu ile iletişime geçen arkadaşı, Işık Yurtçu cezaevinden çıktığı zaman da Atatürk Havalimanı’ndan onu helikopterle aldırıp, Marmara Adası’ndaki evine davet etmişti. Ben de bu olayı şöyle yorumlamıştım: Duygu’yu siyasi mahkûma ziyarete götürdüm, Duygu da siyasî bir yazı yazdı, bu yazının sonucunda gene geldi ve aşk durağında durdu.

GAIN’in 2022’de dizi olarak uyarladığı ‘Aslında Özgürsün’de, aynı adlı kitabın yazarı Duygu Asena’yı Zuhal Olcay canlandırmıştı.

Çok muzip bir insandı Duygu. Bir gün ona “Metin Göktepe duruşmasına gelsene” demiştim. O da “Ya ben karayolu seyahatinden korkuyorum. Afyon nerede, Adıyaman taraflarında mı” diye sordu. “Duygu ne diyorsun ya, Afyon Ege bölgesinde” deyince, “Aman olsun, ben sarışınım” diye cevap verdi. Kendisiyle dalga geçerdi. Bir gün 50. yaş günüydü. Bir lokalde, büyük bir masa etrafında, ağırlıklı olarak feminist kadınların olduğu bir gecede ben de günün anlamına binaen konuşma yapıyorum. “Duygu Asena bugüne kadar dergi yönetmiş, kitap yazmış, gazetecilik eserleri film hâline getirilmiş, birtakım şeylerde başarılı olmuştur ama bana göre şimdi girdiği yaşa kadar sarışın ve güzel bir kadın olmayı istikrarlı bir şekilde sürdürmüş olması bence en önemlisidir” dedim. Tabii ki ironi yapıyorum ama birkaç kişi itiraz etmeye kalkıştı. Bunun üzerine Duygu, “Siz susun, Nazım sen konuş” dedi (gülüyor).

“Duygu Asena olmanın bir yasallığı vardı”

Duygu insan hakları konusunda çok duyarlıydı fakat geçmişinde ortak imza atılan, cezaevi ziyaretleri tarzı şeyler yoktu. Benimle tanıştıktan sonra hayatına bu durum da girdi. Bir gün Eyüp’te gazete ve dergi dağıtırken polisler bir çocuğu vuruyorlar, yasadışı örgüt falan diye. Ama dergi yasal. Çocuğu kalbinden vurup öldürüyor ve hastaneye bırakıyorlar. Bu davayı Duygu Asena sürekli takip eder, bütün duruşmalarına katılırdı. “Sabah 10’dan önce uyanmayan ben bu dava için erkenden kalkıyorum” derdi.

Duygu lafını da esirgemeyen biriydi. Bir gün Mardin’deyiz. Vali bize Mardin’i anlatıyor. Bir öğretmen de gür sesiyle, şiirsel bir şekilde Mardin’i tanıtıyor. “Burası Mardin, hoşgörü şehri” diye konuşuyor. Bunun üzerine Duygu, “Peki sinagogun cemaati var mı” dedi. “Yok” dedi öğretmen. “Peki bu kurşunlu kilisenin?” Yok. “Şuradaki Rum Ortodoks kilisesinin cemaati var mı?” Onun da yok. Duygu bunun üzerine, “E nerede hoşgörü, hepsini kovmuşsunuz ” dedi. Ortalık buz gibi oldu. Vali kıpkırmızı kesildi, başını eğdi. Öğretmen sessiz kaldı ve Mardin gezisi orada bitti. Tabii bunu herkes yapamaz. Duygu Asena olmanın bir yasallığı vardı.  Kimse ona “Sen nasıl konuşursun” diyemezdi. O da bunu bir aydın olarak güzel biçimde ortaya koyuyordu.

Feminist harekette teorinin değil, pratiğin simgesi

“Kadınların Bağımsızlık İlanı” diye bir belgesel yaptım beIN İZ TV’de. Orada sosyalist feministlerle konuştum. Dediler ki, “Biz önce Duygu Asena’yı çok önemsemiyorduk, politik hareketin içinden gelenler olarak. Fakat daha sonra feminizm konusunda biraz yol alınca gördük ki, bizim seneler sonra vardığımız yere Duygu Asena daha önceden varmış ve bunu sağlamıştı. Bazı meseleleri kadınların kafasında onun halletmiş olduğunu gördük.” Duygu, kadın hareketinde teorik olarak ortaya bir şeyler atmadan pratik olarak çok şey yapmış “bir feminist simgeydi.” Evliliğin işkence hâline gelmesi konusunda çok sert yazılar yazdığı için sert mizaçlı biri zannediliyordu. İlk defa görenler Duygu’yu, tırnaklarını çıkartıp adamın gırtlağına saplayacak vahşi bir yaratık gibi düşünüyordu ama tanıştıktan sonra “Duygu Hanım ne kadar tatlıymışsınız” derlerdi. O da bunu kabul ederdi. Onlar “Ama yazılarınız” dediklerinde ise Duygu “O başka. Ele aldığım sorunları ben yaşamıyorum ama yaşayanlar için çok öfkeliyim” diye tepki gösterirdi.

Duygu’ya ne kadar yakın olduğumu sorarsanız… Duygu hep “Bir İnci’yi (kardeşi) ararım, bir Berfu’yu (yeğeni), bir de seni” derdi. Ben onların ailesinin erkek üyesiydim. Eşimle giderdik, beraber çok zaman geçirirdik. Hâlâ bile Duygu ile ilgili bir olay olduğu zaman İnci beni arar. “Nazım ne yapalım, nasıl gidelim” der. Duygu da hep “Ben gitmeyi seviyorum” derdi. Seyahatten dönüşte “Eve dönüyorum” demez, “İstanbul’a gidiyorum” derdi. Ben de onunla ilgili olarak “öldü, kaybettik, mezara koyduk” gibi düşünmem. Duygu Asena’nın dünyanın çok uzak bir noktasına seyahat etmeye gittiğini düşünürüm. Yeniden buluşacakmışız gibi düşünürüm. Ölüm ona hiç yakışmayacak bir şeydi. Ben bu yüzden onun seyahatte olduğunu, bundan dolayı görüşemediğimizi düşünüyorum.

 

Nebil Özgentürk (Duygu Asena belgeselinin yönetmeni, meslektaşı ve arkadaşı)

Duygu Asena ile tanışmaktan önce onu tanımak vardı. Bizim kuşak Uğur Mumcularla, Abdi İpekçilerle, Çetin Altanlarla, Yaşar Kemallerle büyüdü. Biz lise sonun ortasına geldiğimizde bu insanları okuduk. Sanat ortamında doğmuştum; çok gazete okuyan, çok dergi okuyan bir ailenin üyesiydim. Kadınca ve Nokta dergilerinin etkili olduğunun farkındaydım. Hâliyle Duygu Asena’yı da ben ilk önce bir yazar olarak tanıdım. Bir yandan sinemacı bir ailenin evladı olarak, Duygu Asena’nın Kadının Adı Yok ve diğer kitapları film olunca ona iyice yakınlaştım. Hâlâ tanışmıyoruz o dönemler. Onu popüler bir kadın hareketinin öncüsü gibi hatırlıyorum. Lise yıllarımda çok ses getiren, cesur, insan hakları ve kadın hakları konusunda etkili bir insandı. Sonraki yıllarda çok artan kadın şiddetini de vurgulayanlardandı Duygu Asena. Bir liseli erkek olarak çok takdir ederdim. Hep çok sevdim; cesur olduğu için, kadınların hikâyesini duyurduğu için, aynı zamanda erkek düşmanı olmayan bir kadın hareketinin öncülüğünü yaptığı için Duygu Asena gönlümüzü fethetti. Düşmanlık yapmadan kadınları koruyarak ve yanlış şeylere karşı durarak bu formatı oluşturduğu için saygı duyduk.

“Duygu’suz bir akşam yemeği yiyemezdik”

Yıllar sonra ben de gazeteci oldum ve bu ülkenin değerli gazetelerinde çalıştım. Daha sonra hepsi iktidar tarafından ele geçirildi, hiçbiri kalmadı. O gazetelerde ben gazetecilik, köşeyazarlığı ve televizyonculuk yaptıktan sonra çok muhteşem bir şekilde Duygu Asena benim çok yakınım, dostum oldu. 1996 yılıydı. O zamanlar bir de benim komşum oldu ve çok sık buluşurduk. Birbirimizi çok sevdik. Hiç unutmam, benim ev çok yemek yapılan bir evdir. Kalabalık dost gruplarını ağırlayan bir ev oldu her zaman. Duygu’suz bir akşam yemeği yiyemezdik. Bu akşam yemeklerini illa lezzetli yemekler, mezeler olarak algılamazdık. Hayatın konuşulduğu, kadın haklarının konuşulduğu, siyasî hareketlerin konuşulduğu, ülkedeki her gelişmenin konuşulduğu masalardı. O masalarda herkesin tanıdığı yazar çizerler, edebiyatçılar, sinemacılar, televizyoncular vardı. Ben onlara yemek yapmaktan gurur duyardım, Duygu Asena ise bizim prensesimizdi.

Duygu Asena çok şakacı, çok tatlı, olağanüstü duyarlı muhteşem bir insandı. Sesim titrer hâlâ onu andığımda. Zaman zaman da tatillere çıkardık arkadaş gruplarımızla. Hiç unutmam, benim kız arkadaşlarımla ilişkilerimde olan küçük atışmalarda veya tartışmalarda Duygu beni ve diğer erkek arkadaşlarımı korurdu. Koruma da şu şekilde… Başta da söylediğim gibi, mesele erkek düşmanlığına varmamalı. Duygu, kadın cinsine dair abartılı tepkilere önlem olurdu. Herkes onu “erkek düşmanı” zannederken aslında o “yanlış erkeklere” meydan okurdu.

Milliyet gazetesindeki işinden “alçakça” çıkarıldı

Duygu’nun çok üzüldüğü bir olay olmuştu: Türkiye’nin en sevilen, en çok okunan ve izdihamlar, kalabalıklar yaratan kadınını o zaman Milliyet gazetesinden attılar alçakça bir şekilde. “Dönüşüm” yapılacak diye 11 değerli yazarın işine son verildi. O dönemin  müdürü en provokatif ve kindar bir şekilde Duygu Asena, Umut Talu, Metin Toraman gibi değerli insanları bir sabah işsiz bıraktı. Duygu bundan çok etkilendi çünkü el üstünde tutulan, çok satan bir yazar, sırf bir genel yayın yönetmeninin kaprisleri yüzünden, zamanla ve sistemle bütünleşmiş bir insan tarafından işten atıldı. Bu ona çok büyük acı verdi, birkaç yerde yazmaya çalıştı ama olmadı ve koskoca Duygu Asena işsiz kaldı.

Bizim gibi imzalı çalışmalar yapan; sinemadan televizyona, basından sanata kadar bütün insanlar alkışla, okurla ve sevgiyle beslenir paradan çok. Bu onun yüzüne ve hayatına yansırdı. Belki bilirsiniz, Duygu Asena yalnız bir insandı ve bu, yalnızlıkta üstüne binmiş olabilir. Yalnızlık ne demek biliyor musunuz? Mesela Türkan Şoray da yalnızdır, Yaşar Kemal de zamanında yalnız kalmıştır. Sevenlerinin sevgisi ve o kuyruklar insana kalabalık gibi görülebilir ama bazen eve girer o insan ve çok kolay birilerine “Hadi bir yerlere gidelim” diyemez. İtalyan ailesi tadında, 40 kişi bahçede yaşayan torun-torba, kardeşler falan vardır. Onlar sade insan olsa da daha az yalnızlık çekerler. Yalnızlık biraz şöhret olunca, güçlü olunca gelir. Duygu da bunlardan biriydi.

“Bu dünyadan güçlü bir kadın geçti. 18 yıldır Duygusuz kaldık”

Duygu Asena’yı pat diye arayamıyorsun. Duygu hem ulaşılabilen hem de ulaşılamayan biriydi. Belki onun da getirdiği küçük yalnızlıklar yaşadı, üstüne de bu işsizlik ve zulme uğrama hâli onu üzdü. Neyse ki çok güzel dostları vardı; bol bol sohbetler, memleket hâlleri ve Hakkâri’den Çanakkale’ye kadar konferanslar verdi. Ama işte bu acı onda devam etti. Yakalandığı hastalık da bunun bir sonucuydu. Biz haberi aldığımız, beyin tümörü olduğunu öğrendiğimiz zaman hepimiz Duygu’ya sarıldık ve ağladık. Hastalık döneminde hep yanında olmaya çalıştık.

Duygu Asena belgeseli rica üzerine benden istenildi. O dönem elimde olan bir belgesel olmasına rağmen Duygu Asena’yla ilgili belgeseli hemen kabul ettim, çünkü o benim canım ciğerimdi ve Duygu Asena’yı anlatmak gerekiyordu. Bunu bir proje gibi değil, hayata bir mektup gibi yazdım. “Keşke” dedim “bunu daha önce yapsaydım.” İnsan bazen yanındakini görmez, ben babamın da belgeselini yapamamıştım o kadar belgesel yapmama rağmen. Hastalığın ilk evresinde bu belgeseli yapmaya başladık ve çok güzel belgeler, bilgiler topladık. Kadınların çok sevdiği bu belgesel o dönemde CNN Türk kanalında yayımlandı. Belgeseli Duygu ile onun evinde izledik. Sarıldı bana, öyle veda ettik. Bu dünyadan güçlü bir kadın geçti. 18 yıldır Duygusuz kaldık.

 

Şadan Maraş Öymen (“Orada Kadınlar Var Mı” kitabında Duygu Asena’nın yazılarını derleyen meslektaşı ve arkadaşı)

“Orada Kadınlar Var Mı” kitabını Duygu bana yaz dediği zaman çok gençtim. “Ben ne alaka, yazacak çok kişi var” deyince o da bana, “Beni en iyi sen tanıyorsun” demişti. Böyle bir şey istemenin ne kadar zor olduğunu o zaman düşünemedim, gençlik işte. Hâlbuki çok zor bir şey, “Beni sen yaz” denmesi.

Biz birlikte çok eğlenirdik, beni esprili ve komik bulurdu. İkimizin espri anlayışı aynıydı. Devamlı gülerdik, ciddi konularımız olduğunda bile sonlarına doğru konuyu sulandırır, görüşmeyi gülerek bitirirdik. İki yıl süren hastalığı süresince ona sık sık uğrardım, yanına oturup hep eski günleri anlattım, hatırlayamıyordu. Biliyordum yine de, “Hani siz şöyle demiştiniz, ben şöyle anlatmıştım, sonra da böyle olmuştu…” Mutlaka onu biraz olsun gülümsetecek bir şeyler bulup eğlendirmeye çalışırdım hep. Âdeta konuşmayı unutmuştu. Konuşmuyordu ama yüz ifadesindeki yumuşaklıktan, mutlu olduğunu hissediyordum. Hep bunun için, yanına gidince bir neşe dalgası yaratmaya çalışıyordum.

“Onun güzel elâ gözlerini son görüşüm oldu”

Son döneminde –kaybetmememizden birkaç gün önce– artık hep uyuyor, gözünü açmıyordu. Sadece mideden besleniyordu. Beni büyük ihtimalle duymayacaktı, ama sevgi enerjisini algılayacağına emindim; sevgiyi çok önemserdi zira. Yatağının yanına gidip yere çömeldim, o yüzükoyun yatıyordu. Başladım kısık sesle konuşmaya, ne söyleyeceğimi düşünmeden, onu ne kadar çok sevdiğimizden bahsediyordum. “Hani benden bir isteğiniz vardı, ‘beni sen yaz Şadan, en iyi sen tanıdın’ demiştiniz ya, ben o kitaba başladım, şöyle bir metin düşünüyorum” dediğim anda günlerdir kapalı olan gözkapakları aniden hareketlenip aralandı; onun güzel elâ gözlerini son görüşüm oldu.

Duygu Asena’yı yakından tanıyan herkes şu konuda aynı fikirde: O iyi kalpli, uygar, âdil, sevecen, asla kinci olmayan ve üstelik çok hoş, güzel ve tatlı bir insandı. Ekip arkadaşlarını çocukları gibi görür, herkesin sorunlarını bazen hiç hissettirmeden takip eder ve onlara olabildiğince yardım etmeye çalışırdı. Kimimize evini açar, kimimize borç verir, darda kalanımıza ne yapabiliyorsa sonuna kadar yapardı. Alışverişi sevdiğinden, sık kullanmadığı kıyafetlerine aday olmuşluğumuz da vardır. O aslında bizim ‘Duygu Ablamız’dı. Öyle hitap etmiyorduk tabii ama o doğallıkta bir roldeydi…

Türk kadınını sarsmak ve uyandırmak için içgüdüsel bir doğallıkla kendini ortaya atan cesur bir yürekti. Onun ses çıkardığı dönem en zor dönemlerdi. Darbe dönemiydi, muhalif insanlar zilinin üstüne isimlerini yazmazlardı ama onun yazardı zilinin üstünde ismi. Duygu şehirli insanın sesi oldu, gerçek bir aktivist ve bir yandan da çok tatlı bir kadındı. Haksızlığa karşı sert bir duruşu vardı, öyle de olması gerekirdi ama onun dışında çok tatlı, çok esprili, vicdanlı ve demokrat bir insandı.

Onunla her akşam davetlere gidiyorduk. Açık büfe oluyordu genelde, ikimiz de hep açtık, çok iştahlı insanlardık. Açık büfeyi ilk biz açardık, doldururduk tabaklarımızı. Damak tadı güçlüydü. Çok keyifle yaşadı, çok seyahat etmeyi severdi, çok seyahat etti. Dünyada gitmediği bir yer kalmıştı. Evindeki dünya haritasında [gittiği yerleri gösteren] renkli iğnelerin olmadığı çok az yer vardı. Dünyanın tadını sonuna kadar tattı diyebilirim. Yaşam sevinci yüksekti. Doymak bilmez bir şekilde, sanki ömrünün kısa olduğunu bilir şekilde… Çok güzel yaşadı, her şeyi dolu dolu yaşadı; aşkları da dolu dolu yaşadı, çok doyumlu cereyan etti hayatı…

İLGİLİ:

İBB’ye çağrımız: İstanbul sokaklarında, kadın gazetecinin adı olsun

Duygu Asena: ‘Erkek basınımıza’ karşı kadın gazetecilerin öncüsü

Rojda Çiçek

1995 Şanlıurfa doğumlu. Atatürk Üniversitesi Lisans Gazetecilik mezunu ve Atatürk Üniversitesi Gazetecilik ana bilim dalında yüksek lisans yapıyor. Serbest gazeteci olarak çalışıyor.

Journo E-Bülten