Söyleşi

Faruk Bildirici: Patronların anlaşıp gazetecileri sendikasız bırakması, medyanın dönüm noktasıydı

Hürriyet gazetesinde 27 yıl çalışan, son dokuz yılında okur temsilciliği yapan Faruk Bildirici ile “Medyanın Ombudsmanı, Saray’ın Medyası” adlı yeni kitabını konuştuk. “Orada yazmadığım bir şeyi söylemeliyim” diyen Bildirici, 1990’larda Milliyet ve Hürriyet’te yürütülen sendikasızlaştırma operasyonunu “medyadaki dönüm noktalarından biri” olarak görüyor. Deneyimli gazeteci bu konuda şunları söylüyor:

“Aydın Doğan ve Dinç Bilgin anlaştı kendi aralarında… Birinin attığını diğeri almayacak. Yani Sabah’tan bir kişi Hürriyet’e, Milliyet’ten ayrılan Sabah grubuna geçemiyordu. Gizlemediler zaten bunu. Sendikasızlaştırmadan hemen sonra bu anlaşmayı yaptılar. Bir yandan Aydın Doğan ve Dinç Bilgin çatışıyordu, ama sorun çalışanların hakları olunca aralarında anlaştılar. Böylece çalışanların direnme gücü, itiraz etme gücü elinden alınmış oldu.”

1992-2019 yılları arasında Hürriyet’te çalışan deneyimli gazeteci Faruk Bildirici, Doğan Medya Grubu’nun Demirören Holding’e satılmasının ardından bu gazete ile yollarını ayırmıştı.

İki yıldır “Medya Ombudsmanı” olarak tüm gazete ve televizyonların yayınlarını kendi sitesinde değerlendiren Bildirici, ayrılışından kısa süre sonra Journo’ya verdiği söyleşide, “Patronsuz olmak bir gazeteci için editöryel bağımsızlığın zirvesi” demişti.

Faruk Bildirici’nin, “Medyanın Ombudsmanı, Saray’ın Medyası: Hürriyet’teki Etik Kavgasının Bilinmeyenleri” adlı yeni kitabı geçtiğimiz günlerde Ayrıntı Yayınları’ndan çıktı. Bildirici ile yeni kitabında yazdıklarını ve yazmadıklarını konuştuk.

Dokuz yıl boyunca gazeteyi içerden eleştiren bir pozisyonda çalıştınız. Kitabınızda da dönemlere bölerek çemberin nasıl daraldığını, baskıyı ve yozlaşmayı anlatıyorsunuz. Neden bırakıp gitmediniz ve nasıl dayandınız?
Ben aslında 1992 yılında Hürriyet’te çalışmaya başladığımda da her şey mükemmel değildi. Gazetecilik etiğiyle ilgili sorunlar vardı. Galiba hayatımın her döneminde muhalif oldum, yani böyle bir sorunum var. Bu sorun beni hep şöyle bir noktaya götürdü: İtiraz etmek, düşüncemi söylemek, ama düşüncemi söyledikten sonra bunu kavgaya götürmemek. Benim yaptığım şey buydu. Yani okur temsilciliği öncesinde de, gazete içinde kendi bildiğim gazeteciliği yapmaya çalışırken —”yaptığım” demiyorum— bir yandan da yanlış bulduğum şeyleri sürekli gazetenin yöneticilerine söyledim. Bu itirazlarım bazen dinlendi, bazen dinlenmedi, ama ben bildiğim yoldan devam ettim.

Gazeteciliğe başlarken temel motivasyonlardan biri ve kendime verdiğim söz her zaman kendim gibi olmaktı: Ne olursan ol kendin gibi ol. Bunun getirdiği bir ödül ya da ceza varsa, ona da “eyvallah” derim. Yani hep böyle bir çizgideydim; dolayısıyla okur temsilciliğine başladığımda da aslında tam aradığım görevi bulmuştum: Hem gazetecilik ilkelerini savunacaktım hem de pozisyonum gereği itirazlarımı açık açık, daha rahat biçimde yapabilecektim, nitekim yaptım.

Bana bu imkânı vermeleri gerçekten de önemliydi ve şunu söylemeliyim: Doğan Yayın Grubu —Aydın Doğan başta olmak üzere— ve Hürriyet yöneticilerinin verdiği bu zemini başka bir gazetede bulabilir miydim, aynı çizgiyi başka bir gazetede bu kadar uzun süre devam ettirebilir miydim, hiç emin değilim. Herhalde epeyce zor olurdu. Bunun için müteşekkirim ama şunu da biliyorum: Aslında yaptıkları, yapmak istedikleri, yayın ilkelerini ve okur temsilciliğini bir yerde vitrin süsü gibi kullanmaktı çünkü okurla ilişkiler yıpranmıştı, gazetecilik etiği yerlerde sürünüyordu, güç odaklarıyla iç içe ilişkiler geliştirilmişti, patronlar özelleştirmelerden pay kapma yarışına girmişti, büyüme çabası içerisindeydi. Dolayısıyla ihtiyaçları vardı okur temsilcisine ve yayın ilkelerine ama istedikleri şey benim gibi bir okur temsilcisi miydi? Hiç sanmıyorum.

Demirören’e satılmasaydı da muhtemelen Doğan’da kalamayacaktım

İstedikleri şey daha vitrinde duracak, müşteri ilişkileri gibi onları düzenleyecek bir okur temsilciliğiydi, ben onu yapmadım. Yapmak da işime gelmedi. Fakat tabii şunu söylemem gerekiyor… Daha ilk ay içerisinde basında bir editöryel bağımsızlığımın olmadığını, düşündüğüm kadar rahat hareket edemeyeceğimi apaçık gördüm. Çünkü yazılarım engellenmeye, içinden bazı kısımlar çıkarılmaya başladı, onun üzerine ben bir yol ayrımına girdim. Ya orada posta koyup çekip gidecektim ya da devam edecektim. Devam etmeseydim, böyle bir mücadele olmayacaktı. Böyle bir çaba olmayacaktı. Dokuz yıl sonucunda bu kitap bile, medyanın özdenetim tarihine ve özdenetim çabalarına bir katkı oldu diye düşünüyorum. Tabii ki medyada etik ilkelerin gerçekleştirilmesi için çok büyük bir yol kat ettiğimi iddia etmiyorum ama bir iz bıraktığımı düşünüyorum.

Neden bırakıp gitmedim? Çünkü bu benim mesleğimdi, niye bırakıp gideceğim ki başkalarına? Her zaman rest çekip gidenleri takdirle karşılamışımdır, onlara hiçbir itirazım olmaz ama ben her zaman kalıp mücadele etmeyi tercih ettim. Çünkü ben küçük yaştan itibaren gazeteci olma idealiyle büyüdüm ve bu mesleğe girdim; neden bu mesleği başkalarına, üstelik de onu kötüye kullanan insanlara bırakıp gideyim ki? Bir şekilde mücadele ettim. Üstelik de bu mücadeleyi kazanma şansımın pek de olmadığını bilerek mücadele ettim. Bu mücadelenin değerli olduğuna inandığım için mücadele ettim. Ama yöntemim de belki bu kadar uzun süre kalmamı sağladı.

Başta söylediğim gibi ben hiçbir zaman kavga etmedim; insanlarla tartıştım, fikrimi söyledim ama tartışmaları hep belli bir çizgide tutma çabam sanırım uzun süre (Hürriyet’te) kalabilmemi sağladı. Fakat tabii şu da bir gerçek: Doğan grubunun tamamı Demirörenler’e satılmasaydı da, muhtemelen çok uzun süre orada kalamayacaktım çünkü orada da aleyhimde kulisler dönmeye başlamıştı ve gazete yönetimiyle aram epey açılmıştı. Orada sorunlar olduğunu biliyordum. O yüzden gazeteden uzaklaştırılmak benim için sürpriz olmadı. Zaten Demirörenler geldiğinde masamı ufak ufak toplamaya başlamıştım. Odamı topladım, atılma noktasına geldiğimde zaten odamda fazla bir şey kalmamıştı, dolaplarımı boşaltmıştım, sadece görünürde masanın üzerinde birkaç eşyam vardı.

Raporları kestim, ses gelmedi; kimse okumuyormuş demek ki

Bir mücadeleye giriyorsanız sonucunu zaten kabullenirsiniz, öyle bir şeydi. Kabullenmediğim şey şuydu: Onlar beni Hürriyet’ten atmaya karar verebilirler, okur temsilciliğinden uzaklaştırmaya karar verebilirler, ama medyayı eleştirme gücümü elimden alamazlar. Böyle düşündüm ve hâlâ o noktadayım. Hâlâ bu konuda ısrar ve mücadelemi sürdürüyorum.

Anlattığınıza göre gazetedeki yazılarınıza sürekli eleştiriler geliyor, “düzeltmeler” isteniyor, raporlarınız değerlendirilmiyor; emek veriyorsunuz ama bir etkisi olmuyor. Bu yıldırıcı olmalı, nasıl baş ettiniz? Nelerden güç aldınız?
Okur temsilciliğine ilk başladığımda, okurlarla temaslarım ve haftalık yazılarım dışında bir de aylık raporlar yazıyordum. Çünkü her şeyi gazetede yazmak mümkün olmuyor, gazetenin genel politikasıyla ilgili şeyleri raporluyordum ve karşıdan hiç ses gelmiyor… Aylarca bunu yapıyorum ve aylar sonra diyorum ki “Bir dakika, ben bunu keseyim, bakayım ne olacak?” Okuyorlarsa “Rapor nerede kaldı” derler. Ve gerçekten raporları kestim, karşılığında hiçbir ses gelmedi. Kimse okumuyormuş demek ki. O benim için tabii ki bir yıkımdı.

Tabii ki yazılarım yayımlanmadığında, kesildiğinde, tartışmalar olduğunda, kendi yaşıtım arkadaşlarla meslektaşlarıma derdimi anlatamadığımda, yanlış yaptıklarını kabul ettiremediğimde hep üzüldüm, canım yandı ama okurlar gerçekten büyük destek oldu. Birincisi buydu. Çünkü ilk günlerden itibaren okurlarla frekansımız tuttu.

Ben Cumhuriyet gazetesi kökenliyim, Cumhuriyet ve Hürriyet okurlarının bir ortak yönü var: İkisi de gazetenin sahibi olarak kabul ederler kendilerini. Aidiyet duyguları çok yüksektir. Hürriyet’te de böyleydi. Yani Hürriyet’in en küçük bir köşesindeki hatayı bile kabullenemiyor ve bana söylüyorlardı. Ciddi bir iletişim kurduk, onlar destek oldu. İkincisi ise hem gazetenin içinden hem de medya camiasından gazete dışından arkadaşlarımdan hep destek gördüm.

Milliyet’teki mücadele çok bilinmiyor, asıl kırılma orada yaşandı

Şunu biliyorum: Benim Hürriyet’te yazdığım okur temsilcisi yazılarım sadece Hürriyet’e yönelik değildi. Bütün medya camiasına, bütün iletişim camiasına yönelik yazılardı. Dolayısıyla oralarda yankı buluyordu. Oralarda yankı buldukça, karanlığa taş atmadığım hissine kapılıyordum, bundan güç alıyordum. Şunu da eklemeliyim: Ben biraz sabırlı bir insanım galiba ve çatışmaya girmekten hoşlanmıyorum; ama mecbur kalırsam da giriyorum.

Aydın Doğan döneminde Ertuğrul Özkök’ün büroya gelişini anlatıyorsunuz. Sendikalıların işten çıkarılacağını söylüyor ve herkesin sendikadan ayrılmasını istiyor…
Aslında o gerçekten medyadaki dönüm noktalarından birisi. Yani ondan önce medyada zaten yayıncı patronlar hâkimdi. Hürriyet zaten Erol Simavi’nindi, Aydın Doğan da Karacanlar’dan Milliyet gazetesini satın alarak girmişti. Dolayısıyla Türkiye’de medya mülkiyeti bir dönüm noktasındaydı. Giderek yayıncı aileler çekiliyordu; değişik alanlarda işleri olan, ticaret insanları, holding sahipleri devreye giriyordu.

Aydın Doğan ilk devreye girdiğinde zaten Milliyet’te sendikayı temizledi. Milliyet’te ciddi bir mücadele oldu. Bazı arkadaşlar istifa etmemekte direndi, bu yüzden işten atılanlar oldu. Oradaki mücadele çok bilinmiyor, çok yazılmadı ama asıl kırılma orada yaşandı. Milliyet’te sendikayı temizledikten sonra sıra Hürriyet’e geldi, Hürriyet aslında Milliyet’e göre sanıyorum herkesin sendikalı olduğu önemli medya kuruluşlarından biriydi. Ve tabii bu arada Dinç Bilgin de Sabah grubunda —tamamen sendikasız bir yapıydı— bunu yaptı. Bu durum Aydın Doğan’ın elini epey güçlendirmişti ve Hürriyet çalışanları olarak bizlerin gücü çok azalmıştı. O nedenle Hürriyet’teki direniş Milliyet’teki kadar sürmedi. Ama Ankara Bürosu’nda biraz uzun sürdü… Uzun sürüp de Sedat Ergin istifaları almayı başaramayınca —ki o da çok ısrarlı davranmadı zaten— Ertuğrul Özkök bizzat noterle gelip insanların istifasını aldı, işten atma tehdidiyle. Ve o olay biz çalışanlar için ciddi bir dönüm noktası oldu; tamamen sendikasız, örgütsüz kaldık.

Patronların sendika karşıtı anlaşması öncesinde gazeteciler özgürdü

Ve hâlâ Türkiye’de yaygın medyadaki gazeteciler “toplumun, sessizlerin, mağdurların sesi” olmaya çalışırlar ama aslında kendi haklarını savunamazlar çünkü kendi örgütleri yoktur. Yani bir yandan sendikalaşmayı savunuruz ama bir yandan kendi örgütümüz, kendi sendikamız bile yok yani, öyle bir noktadayız.

Ve tabii bunun ardından orada yazmadığım bir şeyi söylemeliyim: Aydın Doğan ve Dinç Bilgin anlaştı kendi aralarında. Bu anlaşma öncesinde gazetecilerin şöyle bir özgürlüğü vardı: Gazetedeki herhangi bir yanlışa itiraz ettiğinde, tepen attığında çeker gidersin başka bir gazetede iş bulursun. Ama öyle bir anlaşma yaptılar ki, birinin attığını diğeri almayacak. Yani Sabah’tan bir kişi Hürriyet’e, Milliyet’ten ayrılan Sabah grubuna geçemiyordu, öyle bir hâle geldi. Gizlemediler zaten bunu. Sendikasızlaştırmadan hemen sonra bu anlaşmayı yaptılar. Yani bir yandan Aydın Doğan ve Dinç Bilgin çatışıyordu, ama sorun çalışanların hakları olunca aralarında anlaştılar. Böylece çalışanların direnme gücü, itiraz etme gücü elinden alınmış oldu.

Sonrasını zaten biliyorsunuz, 90’larda gazeteciliğin hâli, sonra [Adalet ve Kalkınma Partisi] AKP iktidarı —AKP iktidarında zaten büyük bir kutuplaşma oldu, medyaya da yansıdı— ve gazetecilerin ayrılma gücü kalmadı. Yani ana akım medyadan ayrılan bir gazetecinin başka bir yerde iş bulma şansı çoğu zaman kalmadı. Bu nedenle de onların istediklerini yaptılar.

Kırılma noktalarının biri dediğim gibi holdingleşme ve mülkiyet yapısının değişmesi, patronların kendi aralarındaki kavgalar, özelleştirmeden pay kapma savaşları, siyaset mühendisliği dönemi, 90’ların sonunda… Okur güveninin yerle bir olması ve bunun üzerine Türkiye Gazeteciler Hak ve Sorumluluk Bildirgesi gibi etik ilkelere ihtiyaç duyulması, ardından Doğan Yayın Grubu’nun yeni Yayın İlkeleri’ni hazırlaması ve Milliyet’te, Sabah’ta ve Cumhuriyet’te okur temsilcilerinin, ombudsmanların ortaya çıkması. Bütün bunlar okurla güvenin yeniden inşa etme çabasıydı.

Ama ne oldu? Bir yandan bunu inşa ederken bir yandan tepelerine öyle bir siyasi iktidar geldi ki her şeyi tuzla buz etti. Bu sefer oraya kapılandılar, o zaman zaten gazetecilik duman oldu. Bir yandan “yayın ilkeleri” deyip gerçek gazetecilik yapıp, bir yandan da siyasi iktidara kapı kulu olmak mümkün değildi. O nedenle de bugün medyada ombudsmanlık yerine getirilemiyor.

Aydın Doğan’ın referandum sürecinde “Hayır diyenlere yazdırmam” dediğinden kitapta bahsediyorsunuz. Hürriyet’in taraflı bir çizgisi vardı referandumun sürecinde, ama bunun bu kadar açıkça telaffuz edilebilmesi ilginç. Kimseden bir tepki gelmedi mi?
Aydın Doğan, Tayyip Erdoğan’ı ziyaret etmişti. Ziyaret sonrası Aydın Doğan, Ankara’ya geldi. Ankara Büro’da ben ve bazı yazarlar vardı. Onların yanında notlarına bakarak konuşmalarını aktardı. O konuşmada iki önemli şey vardı, birincisi Hürriyet’in o dönem cezaevinde olan yöneticileriyle ilgili Tayyip Erdoğan’ın söyledikleri ve orada Tayyip Erdoğan’ın tutuklamalara ne kadar müdahil olduğunu açıkça söylemiştir.

Aydın Bey ‘Gazete benim gazetem’ dedi, ne diyebilirsiniz ki o zaman?

İkincisi ise Aydın Doğan oraya gerçekten de referandumla ilgili pazarlık yapmaya gitmiş. Nedir? “Biz evet veya hayır kampanyası yapmayacağız.” Bu aslında Hürriyet gibi bir gazete için, “Evet kampanyanıza destek olacağız” demektir tabii ki. “Yazarlara da ‘hayır’ yönünde yazı yazdırmayacağız” diyor ve bunun teminatını veriyor.

Yani şunu anlarım: Referandum sırasında bir gazetecinin görevi nedir? Referandumun içeriğiyle ilgili bilgi vermek, insanların doğru ve yerinde karar vermelerini sağlamak için onları bilgilendirmek. Nedir bu değişiklik, ne getirecek, içeriği nedir vs. Öte yandan yazarların köşe yazılarında serbest olmak gerekir, çünkü o konuda yorumunu yapıyor yazar, kendi fikrini söylüyor, ifade özgürlüğünün olması gerekir. Ama siz tutup Cumhurbaşkanı’na söz veriyorsunuz: “Ben yazarlarıma bu konuda yazdırmayacağım. Zaten bir kişi yazdı, onun dışındakilere de yazdırmayacağım” diyorsunuz.

Ben de oradaki o konuşmada, Ankara’daki yazar ve yöneticilerin yanında bunun doğru olmadığını ve yazarların istedikleri gibi yazabilmeleri gerektiğini söyledim. Sonunda karşılıklı sözler gidip geldikten sonra Aydın Bey “Gazete benim gazetem” dedi. Yani… Ne diyebilirsiniz ki o zaman? Tamam, gazete sizin gazeteniz, ama ben de fikrimi söyledim. Nitekim o referandumun sonucu ortada. Hem Aydın Doğan için hem Doğan Grubu için neler getirdiği, Türkiye için neler getirdiği ortada.

Doğan grubu sürekli tavizler verdi, diz çökmeleri de yetmedi

Ben hep şuna inanmışımdır: Keşke Doğan Grubu başta olmak üzere bütün medya, 1990’lardaki evrensel gazetecilik misyonunu hakkıyla yerine getirebilseydi, AKP iktidarı iş başına geldiğinde bu kadar zayıf, bu kadar güçsüz olmazlardı. Hemen teslim olmak zorunda da kalmazlardı. Çünkü düşünün ki siz zaten eskiden de doğru düzgün gazetecilik yapmamışsınız, bu siyasi iktidar da geliyor ve diyor ki “Gel biraz da benim için çalış. Yoksa, Petrol Ofisi’nden dolayı sana şu kadar ceza keserim, şu yazarını hapse atarım, şu yazarını işten at vs.” Öyle bir noktaya geldi. Doğan grubu sürekli tavizler vere vere, en sonunda onlar da yetmedi, diz çökmeleri de yetmedi, medya grubunu bir gecede devredip çıkmak zorunda kaldılar.

Hürriyet okurunun gazeteye bağlı olduğunu söylediniz. Hürriyet ama sizin detaylarla anlattığınız gibi çok değişti. Siz kendi açınızdan nasıl sürdürdünüz bu bağı? İçerideyken değişimi daha mı az hissettiniz? Geriye dönüp baktığınızda yabancılaşma duydunuz mu?
Yok hayır, zaten ben özellikle Demirörenler aldıktan sonra artık sonun yaklaştığını görüyordum. Ve sadece Hürriyet için değil, tüm ana akım medya için sonun yaklaşmakta olduğu belliydi.

Geçen gün Hürriyet Ankara bürosunun önünden geçerken birden kendimi oraya sanki oraya hiç gitmemiş biri gibi bakarken yakaladım. Kendime dedim: 27 yıl çalıştın sen burada ve hiçbir gönül bağın kalmamış. Yani derler ya “yüreğim cız etti,” hiç öyle bir şey hissetmedim. Kopmuşum tamamen. Çünkü bugün Hürriyet’in geldiği nokta gerçekten gazeteciliğin çok uzağında.

Ama ben yine de medya ombudsmanı olarak Hürriyet’i ve diğer gazeteleri eleştirmeye devam ediyorum, sırf gazetecilik yapanlara örnek olması için eleştiriyorum; yoksa bugün Hürriyet’i yönetenlerin, onları bile isteye yaptıkları zaten ortada. Ayrıca şunu söyleyeyim: Demirörenler tüm Doğan Medya Grubu’nu 916 milyon dolara Ziraat Bankası parasıyla devralmıştı. Şimdi satmaya kalksalar, onun yarısı kadar bile etmez. Yani aldıkları noktadan bile çok erittiler bu gazete ve televizyonları. CNN, Hürriyet, Milliyet… Hepsinin yaptıkları ortada.

Editöryel düzeltme adı altında yazılarınız sürekli kesilip biçilmiş. Sedat Ergin döneminde, bir yerde sansürleneceğini tahmin ettiğiniz bir yazınızı olduğundan daha sert bir dille yazıp bu şekilde sansüre direndiğinizden bahsediyorsunuz kitapta…
Sedat Ergin tabii sözcüklere bile titizlendiği için daha da gergindi. Yani zaten yazılara ilk başladığımda, Enis Berberoğlu’na yazıları bir gün önceden gönderirdim, üzerine konuşurduk. Bu “konuşma” aslında zaten engellenmesi demekti bazı şeylerin. Enis Berberoğlu bir süre sonra yazıları Vuslat (Doğan Sabancı) Hanım’a da göndermeye başladı, o da yazıları okumaya başladı, bu sefer oradan da “düzeltmeler” gelmeye başladı. Sedat Ergin döneminde daha yoğundu, her cumartesi pazar benim için gergin geçiyordu gerçekten. Uzun pazarlıklar yapıyorduk. Çarşı pazarda yapılan pazarlıklara dönmüştü artık. Sedat Ergin de söylediği şeyin tabii farkında, yani “onu da at, bunu da at, her şeyi at” diyemediği için ben de bazen üç adım ilerden başlatıyordum pazarlığı. Bile isteye, normalde kullanmayacağım ifadeleri koyup pazarlığa oradan başlıyordum. Dolayısıyla pazarlık bittiğinde kendi isteğime daha yakın bir noktaya gelmiş oluyordum.

Gazeteci ne kadar sınırlanırsa sınırlansın, bazı şeyleri anlatabilir

Bu doğru bulunmayabilir, yani şu denebilir: “Niye sansürü kabul ettin?” Ama baştan söylediğim gibi, ona rağmen yine de bir şeyler yapabildiğimi hissettiğim için bunu söylüyorum. Ben hep şuna inandım: Gazeteci ne kadar sınırlanırsa sınırlansın, eğer birikimi, çabası ya da ısrarı yeterliyse bazı şeyleri anlatabilir.

Hiç unutmadığım bir örnek: Kuzey Irak’ta beş Kızılay görevlisi öldürüldü. Türkiye’de gazetelerde haber hep “Kızılay görevlileri öldürüldü” diye yer aldı. Fakat Hürriyet Ankara bürosuna sürekli telefonlar geldi, bu kişilerin aslında MİT mensubu olduğu yönünde. Elbette elimizde kanıt olmadan bunu yazamazdık. Ben o sırada haber müdürüydüm ve arkadaşlara Kocatepe Camii’deki töreni dikkatli izlemelerini söyledim. Tek talimat verdim: Israr ederlerse, çekilin derlerse, hemen çekilin. Yani kavgaya, tartışmaya girmeye gerek yok. Normalde Kocatepe’de bir cenaze rahatlıkla izlenebilir ama “İzin vermezlerse ısrar etmeyin” dedim. Üç dört noktaya arkadaşları gönderdim ve sonunda tam beklediğimiz şey oldu: Kızılay yöneticileri yoktu cenaze töreninde, sadece MİT müsteşarı da dahil olmak üzere MİT yöneticileri vardı. Biz de şöyle yazdık haberi: “Kızılaycıların cenazesini MİT’çiler kaldırdı.”

Gezi döneminde, tam 2013 haziranında rapor yazmayı bırakmışsınız. Okurların şikâyetleri yönetimde hiç mi yankı yapmadı? Neden tam o dönemde bıraktınız raporlamayı?
Gezi döneminde, malum, “penguen belgeseli” meselesi nedeniyle çok tepki çekmişti CNN. Zaten Gezi döneminde medyanın körleşmesinin simgesi haline geldi penguenler. Hürriyet tam olarak bu durumda değildi. Hürriyet’in internet bölümünün başında Bülent Mumay vardı. Onlar daha açık bir habercilik yaptılar, eylemleri daha ayrıntılı biçimde duyurdular, gazeteciliklerinde çok ciddi bir sorun yoktu. Fakat basılı gazete ilk başlarda biraz daha tutuktu. O nedenle okurlardan gelen tepkiler ilk başta, “Hürriyet neden bu eylemlerle ilgilenmiyor/neden yeterli haber vermiyor” şeklindeydi ve özellikle basılı gazeteye yönelikti. O tepkiler artınca gazetede biraz daha haberler yer almaya başladı, fakat bu sefer de siyasi iktidar taraftarı olan —ama aslında bence Hürriyet’in klasik okuru olmayanlardan— “Nasıl bu eylemleri desteklersiniz” tarzı tepkiler gelmeye başladı. Daha sonra da zaten Hürriyet, biraz daha eylemlerin uzağında duran, daha ılımlı bir çizgiye kaydı.

CNN yöneticileri penguen belgeseli tartışmasında ‘yukarıyı’ işaret etmişti

Aslında hiç unutmuyorum, yayın ilkeleri toplantılarından biriydi galiba, CNN’in tavrı konuşulurken CNN yöneticileri durumun aslında kendilerinden kaynaklanmadığını anlatmaya çalışmıştı. Yani bir yerde, yukarıdan baskılar nedeniyle öyle bir tavrın içerisine girdiklerini söylemişlerdi. “(Penguen belgeselini) biz durup dururken kendimiz yayımlamadık” gibi bir şeyler söylemişlerdi. Aydın Bey ve diğer yöneticiler de “Bizden böyle bir talep gelmedi” gibi itirazda bulunmadı ve konu geçiştirildi.

Kitabınızda mahlas kullanarak sosyal medyada paylaşım yapılmasının etik olmadığından da bahsediyorsunuz. Gazetecilikle çok ilgili olmayan ya da mesela teyit edilmemiş bir konuyla ilgili paylaşımlar yapabiliyor gazeteciler. Eğer bir de tanınmış bir isimse paylaşımı “haber” gibi algılanıyor. Eleştirildiğinde bunun şahsi hesapları olduğunu söyleyenler de oluyor. Bir yandan da kurum tedirgin olabiliyor çalışanlarının paylaşımları nedeniyle. Bunun nasıl bir çözümü olabilir?
Öncelikle biz Sefa Kaplan’la Doğan Yazılı Medya Yayın İlkeleri’ni güncellerken, sosyal medya ve internet gazeteciliğine dair de oraya bazı maddeler koymuştuk. O etik kodlardan biri de mahlas/nickname kullanılmamasıydı.

Neden bunu söyledik? Çünkü nickname dediğimiz şey bir yerde kişinin kendisini gizlemesidir. Ben bunu yapan arkadaşlara hep şunu söyledim: Banka soymak istemeyen insan niye maske takar? Yani farklı bir amacınız yoksa eğer, neden maske takarsınız? Kaldı ki bunu yapan insanlar eninde sonunda bir şekilde ortaya çıkıyor ve yaptıklarından dolayı daha zor durumda kalıyorlar ve kendi kurumlarını da daha zor durumda bırakıyorlar.

Gazetecilik şeffaf bir meslek. Yani öyle kapalı biçimde gizli saklı yapılan bir iş değil. Dolayısıyla siz görüşünüzü gizli saklı biçimde ifade ettiğiniz zaman, hem o kendi görüşünüz olmaktan çıkar, hem de yerine ulaşmaz. Ben bir fikri kendi ismimle söyleyemiyorsam niye söyleyeyim ki, ne anlamı var yani? Sokaktaki bir kişi de söyleyebilir bunu. Mesele onu kendi adımla sanımla söylemem.

Bir gazeteci her zaman, her yerde gazetecidir

Gelelim asıl meseleye. Bir gazeteci sosyal medyada nasıl davranmalı? Ya da gazeteci orada gazeteci kimliğinden ve kuruluşun kimliğinden ayrılabilir mi? Bu konu dünyada da çok tartışmalı bir konu. Birçok medya kuruluşu kendi çalışanının kurumsal sorumluluğunu bir kenara bırakamayacağı görüşünü savunuyor ve sosyal medyadaki davranışını sınırlandırıyor. Ben şöyle bakıyorum doğrusu: Doğan Yayın İlkeleri’ni de bu şekilde koymuştuk, hatta Türkiye Gazeteciler Hak ve Sorumluluk Bildirgesi’nin güncellenen haline de benzer maddeler konuldu: Bir gazeteci her zaman, her yerde gazetecidir.

Gazetecilik; marangozluk, mühendislik gibi işyerinden çıkıldığı an biter ve başka bir hayat başlar denebilecek bir meslek değil. Gazeteci sokakta yürürken de gazetecidir, herhangi bir kafede otururken de, sosyal medyada yazıp çizerken de gazetecidir. O sorumluluğunu bir kenara bırakamaz. Tıpkı politikacılar, tıpkı devlet insanları, tıpkı sanatçılar gibi. Siz her ne kadar “Burada yazdıklarım kurumumu bağlamaz” gibi şeyler yazsanız da bağlar. Nitekim sosyal medyada yazdıklarından ötürü başlarına bela gelen, tartışılan, hatta işinden olan çok sayıda gazeteci arkadaşımız oldu. Hiç kimse de “Senin kurumundan bağımsız düşünüyoruz bunları” demedi, diyemez de.

Gazeteci, sorumluluğunu sosyal medyada da unutmamalı

Bir gazeteci sosyal medyada yazarken de gazeteciliğin sorumluluklarına göre davranmak durumunda. Yani nasıl ki biz kontrol edilmemiş bilgiyi yayımlamayız diyoruz, ya da kimseye nefret söyleminde bulunmayız, kimseye hakaret etmeyiz diyoruz örneğin. Bu tür ilkeleri sosyal medyada da uygulamak zorunda. Bu zaten aslında insani de bir gereklilik. Aynı zamanda orada yanlış bir paylaşım yapıldığında yalnızca gazeteciyi değil, kurumu da zor durumda bırakabilir. Dolayısıyla gazetecinin hem kurumsal hem mesleki sorumluluğunu unutmadan yazıp çizmesi gerekir sosyal medyada.

Bir konu daha var sosyal medyayla ilgili. Sosyal medyanın bilgi kaynağı olarak kullanılması ve sosyal medyada haber yayılması konusunda da birtakım sınırlar ve ilkeler söz konusu. Örneğin bir gazeteci, kendi medya kuruluşunda yazmadığı herhangi bir haberi sosyal medyada paylaşmamalı. Ya da kendi kurumunun yayımlamayı reddettiği bir şeyi orada yayımlamamalı. Bunun gibi bazı sınırlamalardan söz edebilirim.

Bir de tabii sosyal medyada yazılan her şeyi doğru kabul edip onu hemen haber hâline getirmek de yanlıştır. Neden? Çünkü orası bizim için sadece bir bilgi kaynağı olabilir. Ve her bilgi kaynağı gibi oradan aldığımız bilgileri de kontrol edip ondan sonra yayımlayabiliriz. Ama şimdi bakıyorum bazı gazeteci arkadaşlar, kendi kurumlarına vermedikleri haberleri önce orada yayımlıyorlar. Bu doğru değil. Çünkü siz sonuçta bir kurumda çalışıyorsunuz. O kurum kimliği altında haber yayımlanır, ondan sonra siz paylaşırsınız kişisel hesabınızda. Ama neredeyse kişisel beğenilme güdüsüyle kendi kurumlarının çıkarlarını yarıştırır hâle geliyor arkadaşlar.

Medyada ek gelir: ‘Mesele, yaptığınız şeyin ahlaki olup olmadığı’

Bir de kadrolu gazetecilerin farklı yerlere çalışması konusu var. Kitabınızda verdiğiniz örnekler birbirini besleyen bir ticarileşmeye dair. Ama asgari ücretle, düşük ücretle çalışan ve dışarıya da kurumunun bilgisi dâhilinde —ya da bazen yöneticilerinden gizleyerek— ek gelir elde etmek için çalışan gazeteciler var. Çalıştıkları yerin bağlantılarını kullanıyorlar ve üçüncü kurumlara haber yapıyorlar mesela…
Yeterli ücret verilmeyen gazeteci arkadaşların bu tarz yollara sapmalarını anlıyorum, ama doğrusu hak veremiyorum. Şöyle bir sorun var çünkü: Mesele, yaptığınız şeyin ahlaki olup olmadığı. Ahlak dediğiniz şey, etik dediğiniz şey zaten asıl zor durumlarda ortaya çıkıyor. Çok paranız olduğunda ya da çok yüksek ücretler aldığınızda zaten böyle sorunlarla karşılaşmıyorsunuz, kimse de sizden böyle bir şey beklemiyor. Biraz kötü, zor bir şeyden söz ediyorum belki ama, asgari ücret alan ya da düşük maaş alan arkadaşların da böyle şeylere çok tenezzül etmemesi gerekir ki Hürriyet’te çalışırken yazdığım örneklere bakarsanız, asıl o yollara başvuranlar da asgari ücret alanlar değil.

Ben burada şunun önemli olduğunu düşünüyorum: Yaptığınız şeyi kurum biliyor mu? Yani kurum buna izin veriyorsa, başka bir şeydir. İkincisi, siz bu çalıştığınız kurumun olanaklarını kullanarak haberi alıp, fotoğrafları çekip bunu gizlice başkalarına satıyor musunuz, bu da başka bir şey. Bunu doğru bulmak bence mümkün değil.

Gönül ister ki tüm gazeteci arkadaşların o yetersiz ücretleri düzeltilsin

Yaptığınız şeyin ne kadar etik olduğu tartışılır. Mesela bir olaya gitmişsiniz, Sabah gazetesinin imkânlarıyla ya da Fox TV’nin olanaklarıyla. Orada çektiğiniz fotoğrafların iki karesini Sabah’a, üç karesini Associated Press’e vermişsiniz… Şimdi bu hoş değil. Çünkü o kurum sizi çalıştırıyor, sizin ücretinizi veriyor, onun olanaklarını kullanıyorsunuz… Üstelik, o kurum da bunu satabilir. O nedenle çok doğru bulmuyorum. (…) Ama gönül ister ki tüm gazeteci arkadaşların o yetersiz ücretleri düzeltilsin ve herkes çok farklı bir noktaya gelsin. Ve Türkiye’de gazetecilik alternatif mecralarda da sefalet ücretleriyle yapılan bir iş olmaktan çıksın…

Özellikle yazılar üzerinden tartıştığınız isimler var. Yüz yüze karşılaştığınız zamanlar oluyordu herhalde? Geriliyor muydunuz?
Benim en büyük avantajım Ankara’da olmamdı. Tabii karşılaşıyorduk zaman zaman, ben İstanbul’a gidip geliyordum, onlar gidip geliyordu ama daha mesafeliydi. Aslında ofiste başladığım ilk aylarda, İstanbul’a gitmemin, merkezde olmamın iyi olabileceğini düşündüm. Ama sonra çalıştıkça, uzakta olmamın daha iyi olacağını anladım. Yüz yüze olunca ilişkilerin daha da gerginleşebileceğini düşündüm. Bazen bir şey yazıyorum, okurdan gelen eleştiriyi söylüyorum, karşıdan gelen tepki çok sert oluyor, ama ben iki gün sonra sakinleşeceğini düşünerek —nitekim öyle oluyordu— aynı çizgiden devam edip daha rahat konuşuyordum. Muhtemelen yüz yüze olsak böyle olmazdı.

Benim yazılarım pazartesi günü yayımlanıyordu ve pazartesi günü bazı bölüm şefleri beni kesip biçiyorlardı. Duyuyordum bunları ama duymazdan geliyordum. Kitapta da anlatıyorum: Ben bir ara bütün Hürriyet çalışanlarına bir mail gönderdim. Özetle dedim ki: “Arkadaşlar ben sürekli hepinizi eleştiriyorum, hatalarınızı konuşuyorum, lütfen siz de benimle ilgili bir itirazınız olduğunda beni eleştirin.” Herkese böyle bir mail gönderdim. Hiç cevap gelmedi, kimse bir şey söylemedi. Onu yapmamın nedeni de bu kulis faaliyetlerini duymuş olmamdı.

Ahmet Kaya için bir tek Ertuğrul Özkök kişisel özrünü dilemiş oldu

Kitapta da her şeyi mükemmel yaptığımı iddia etmiyorum. Ben doğruyu yapmaya, mükemmeli yapmaya çalıştım ama benim de eksikliklerim oldu. Onu da mümkün olduğu kadar kitapta sergilemeye çalıştım. O anlamda nesnel davrandığımı düşünüyorum doğrusu.

Kitabın son kısmına eklediğiniz Ahmet Kaya raporu var. 2011’de Aydın Doğan, 1999-2000’de Ahmet Kaya’yı hedef gösteren Hürriyet haberleri hakkında rapor hazırlamanızı istiyor. Sonrasında bir özür dilenebileceği düşünülmüş, ama böyle bir özür gelmedi. Neden sizce?
Yapmadılar. Özür dilenmediği için de… Bir tek Ertuğrul Özkök Ahmet Kaya’nın mezarına gidip çiçek bıraktı, dolaylı olarak kişisel özrünü dilemiş oldu ama ben Hürriyet’in kurumsal bir özür dilemesi gerektiğini düşündüğüm için o raporun gizli kalmasını istemedim. Yani madem Aydın Doğan artık medyada değil, madem ben artık Hürriyet’te değilim, o rapor yayımlanmalı ve bunu ülkenin insanları öğrenmeli diye düşündüm. Çünkü sonuçta (o haberler) sadece bizim medya tarihimizin değil, aynı zamanda Türkiye siyasi tarihinin de, Ahmet Kaya gibi bir sanatçının yaşamının da bir parçası oldu. Ben o raporda, o haberi hazırlayanların hemen hepsiyle konuştum, durumu inceledim, o dönemki medyayı inceledim. Daha çok teknik bir analiz yaptım aslında. Gazetecilik açısından bulduğum ise elbette vahim bir tabloydu.

Kısa bir süre Radyo ve Televizyon Üst Kurulu (RTÜK) deneyiminiz oldu. Benzerlikler var mıydı sizin açınızdan? Orada da bulunduğunuz yeri eleştirmeye çalışıyordunuz…
Yani orası daha beter bir kurum aslında. Siyasi bir kurum, tamamen siyasileşmiş bir kurum. Düşünün orada AKP ve [Milliyetçi Hareket Partisi] MHP kontenjanından gelen üyeler çoğunlukta ve siz ne derseniz deyin, gerekçeniz ne kadar etik ilkelere ve yayıncılık kurallarına uygun olursa olsun, asla ve asla dikkate almıyorlar ve siyasi karar veriyorlar. Sizden beklenen şey de içerde toplantılarda oy kullanmanız ve onun dışında susup oturmanız. Sizin oradaki muhalefetinizin sadece toplantılardaki itirazınızla ve bazen yazdığınız muhalefet şerhiyle sınırlı kalması. Böyle bir şeyi kabul edemezdim. Çünkü geride benim kırk yıllık bir gazetecilik geçmişim, dokuz yıllık bir medya ombudsmanlığı geçmişim var ve tutacağım orada onların yaptığı her şeyi savunacağım…

Ve öyle inanılmaz cezalar veriyorlar ki buna karşı sessiz kalmam mümkün değildi. Gazetecilik için de söylüyorum: Orası Radyo ve Televizyon Üst Kurulu. Yani bu ülkedeki her eve giren bir kuruluş. Her evin, her insanın hayatında olan bir kuruluş. Dolayısıyla orada alınan tüm kararların şeffaf olması gerekir; herkesin bilmesi, gerekçeleriyle her şeyiyle herkese açık olması gerekir, oysa açık değil. Her şey kapalı. Yani bir karar alınıyor, geçip gidiyor. Ben onu yapmadım. Ben orada bütün itirazlarımı toplantılarda söyledim, her toplantı tartışmalı ve kavgalı geçti ve toplantı sonrasında da kendi görüşlerimi, toplantı kararlarını değil, kendi itirazlarımı hep açıkladım. İzlemedim.

RTÜK’ten uzaklaştırılmamı sağlayan Başkan Şahin ek maaşlarla ödüllendirildi

Üstelik RTÜK Başkanı Ebubekir Şahin, siyasi iktidarın çıkarlarına o kadar iyi hizmet ediyordu ki birkaç yerden ayrı maaşlar almakla ödüllendirildi. Ve asıl benim oradan uzaklaştırılmamı sağlayan da bu oldu. TÜRKSAT, RTÜK’le (RTÜK’ün görev alanıyla) ilişkili bir kuruluş olmasına rağmen, yasaya aykırı olarak oranın yönetim kurulunda yer aldı ve oradan da maaş aldı. Onunla da yetinmedi, Cumhurbaşkanlığı tarafından Basın İlan Kurumu Genel Kurulu’na üye olarak atandı. Üstelik hükûmet temsilcisi olarak.

Düşünebiliyor musunuz? Özellikle tarafsız bağımsız olması gereken bir kuruluşun, RTÜK gibi bir kuruluşun başkanı, Basın İlan Kurumu’nda hükûmeti temsil ediyor. Yani bir yerde hükûmet temsilcisi, burada da “bağımsız ve tarafsız”…. Böyle bir noktada… Ben buna itiraz ettim. İtiraz ettiğim için de benim tarafsız olmadığım söylendi. Uzaklaştırılma gerekçem bu. Ancak yargı süreci devam ediyor, sonuna kadar da gideceğim tabii ki. Gerek benim oradan atılmama karşı, gerek Ebubekir Şahin’in çift maaş almasıyla ilgili… Şimdi zaten kendisi Halk Bank yönetim kurulunda… Bunlara karşı da açtığım davalar sürüyor, sonuna kadar da devam edeceğim.

Yani yapmaya çalıştığım orada da bir itirazdı, muhalefet etmekti. Ama bu ülkenin genlerine işlemiş değil galiba muhalefet etmek, muhaliflerle birlikte tartışabilmek, onları dinlemek, haklıysa düzeltmek. Oysa şuna inanıyorum: Gerçekten RTÜK’te iyi işler çıkarılabilirdi… Yani orada kalmamın kurumsal açıdan yararlı olabileceğini düşünüyordum, ama bu anlamda orada kalamazdım, çünkü yapılmak istenen şey tamamen siyasi iktidarın dayatmalarını hayata geçirmek ve kendi ahlak anlayışlarının hâkim olduğu bir televizyonculuk yaratmaktı. Nitekim yaptılar bunu.

İLGİNİZİ ÇEKEBİLİR – ‘PATRONSUZ OLMAK BİR GAZETECİ İÇİN EDİTÖRYEL BAĞIMSIZLIĞIN ZİRVESİ’

Defne Sarıöz

Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Uluslararası İlişkiler Bölümü'nü bitirdi. Medyascope ve Yeşil Gazete’de çalıştı. Serbest gazetecilik yapıyor.

Journo E-Bülten