Dosya

Devlet acaba bize yalan mı söylüyor? İngilizler ‘terörist’ olmadan da bunu sorabiliyor

İngiltere'nin saygın gazetelerinden Financial Times'da siyaset haberleri masasını yöneten gazeteci Jim Pickard'ın 10 Mayıs'ta attığı bu tweet, on binlerce etkileşim aldı. Pickard şöyle diyordu: "Bir başbakana hiçbir olumsuz yaptırıma maruz kalmadan bunu yapabileceğiniz bir ülkede yaşamak bir ayrıcalıktır. Kıymetini bilin."
Yeni bir koronavirüs türü olan SARS-CoV-2’nin neden olduğu COVID-19 küresel salgınında gözlerin çevrildiği ülkelerden biri İngiltere. “Sürü bağışıklığı” stratejisi ters tepince geri adım atan ülkenin Başbakanı Boris Johnson da COVID-19’a yakalanıp zor da olsa iyileşen isimler arasında. İngiltere bugünlerde Türkiye bağlamında da gündeme geldi.
Türkiye’den İngiltere’ye gönderilen 400 bin koruyucu önlüğün güvenlik standartlarına uygun olmadığına ilişkin haberler geçen hafta İngiliz basınına yansıdı. Ankara Büyükelçisi Dominick Chilcott ise bu haberleri yalanladı. Peki, koronavirüs günlerinde İngiltere medyası nasıl bir sınav veriyor? Türkiye ile farkları ne? İki ülkeyi de iyi bilen gazetecilere sorduk.

İngiltere’nin başkenti Londra’da yaklaşık dört yıldır yaşayan ve Voice of America (VOA) için de çalışan serbest gazeteci Barış Çimen,  bugünlerde Deutsche Welle Türkçe’ye haberler yapan Milliyet gazetesi eski muhabiri Burcu Karakaş ve bir yıldır Londra’da yaşayan Nida Dinçtürk ile salgın sürecinde İngiliz ve Türk basınını değerlendirdik.

Haber Global ekranlarında zaman zaman Londra’dan son durumu aktardığını gördüğümüz Dinçtürk, İngiltere’deki basının iki kanata ayrıldığını ama bu ayrımın Türkiye’deki gibi hükûmet-muhalefet ekseninde yaşanmadığını söylüyor:

İktidar-muhalefet değil, tabloid-ciddi medya ayrımı var

‘‘Basının bir kanadı magazinsel haberlerin peşinden giden, üslubu biraz daha ciddiyetsiz diyebileceğimiz, bulvar [tabloid] gazeteciliğinin karşılığını bulduğu örnekler diyebiliriz. Onların [salgın sürecindeki haberlerde] kullandıkları ifadeler daha çok amiyane tabirlerden oluşuyordu. Hükûmetin sürü bağışıklığı politikasını ‘aptalca’ bulduklarına dair manşetler attılar. Boris Johnson için benzer ifadeler kullanmaktan çekinmediler.”

“Diğer tarafta da İngiliz basınının kalesi dediğimiz, gazetecilik öğretilerinin gözünü diktiği The Guardian, BBC gibi kurumlar tabii ki daha ciddiyetle durdular. Şunu atlamamak gerekiyor ki, Boris Johnson’ın iktidarı ile beraber BBC’nin biraz şaibeli bir kuruma dönüşmesinden çekinildi. Hatta Johnson iktidara geldikten sonra İngiltere Gazeteciler Sendikası’nın, BBC için kaygılarını dile getirdiği bir basın bülteni hazırlaması dikkat çekiciydi.’’

Hükûmeti zora düşüren haberi, devlet kanalı BBC yaptı

‘’Ocak ayında BBC’nin birçok biriminden çok sayıda çalışanın işten çıkartılacağı ve bunun biraz iktidarla bağlantılı bir atak olduğu konuşuluyordu. Buna karşın BBC, Türkiye’deki karşılığı olan TRT’nin durduğu gibi körü körüne hükûmetin yanında da durmuyor. Böyle yaparlarsa gelecek eleştirileri kaldıramazlar.’’

“İngiltere’de tıbbi ekipman yetersizliğinden dolayı yaşanan skandallardan biri olan ‘çöp poşeti giyen hemşireler’ olayı BBC tarafından ortaya çıkartıldı. Biz koronavirüsle ilgili ölüm ve vaka sayılarını, karantinanın bitme zamanını ve bireysel bazda etkilerini tartışırken, sağlık çalışanları yönündeki krizi görmemizi sağlayan, BBC’nin bu haberle yaptığı çıkıştı. Yayın kuruluşları böyle bir gündemi belirleyebildi. Bu, dikkat çekilmesi gereken bir noktaydı.’’

İngiltere’nin TÜİK’i, bakanlıkla ters düştü

Türkiye’de koronavirüs vaka sayılarını ve genel tabloyu, Sağlık Bakanlığı’nın düzenli olarak açıkladığı verilerden izliyoruz. İngiltere’de ise durum farklı. Bakanlıkların açıkladığı sayıları hem medya, hem de “İngiltere’nin TÜİK’i” diyebileceğimiz Ulusal İstatistik Kurumu gibi diğer devlet kurumları denetliyor, kendi verilerini yayımlıyor, yeri geldiğinde diğer resmi verilerle ters düşebiliyorlar. Dinçtürk bunu şöyle açıklıyor:

‘‘Geçenlerde İngiltere Ulusal İstatistik Kurumu açıklanan ölüm sayılarının eksik olduğunu bildirdi. Çünkü sadece hastanede hayatını kaybedenlerin rakamları açıklanıyor. Ama çok sayıda bakım ve huzurevi var. İngiltere’de yaşlı nüfusu yüksek ve birçoğu da yalnız yaşıyor. Sokağa çıkma yasağı ilan edilmeden önce bireysel izolasyonu başlatan kesim, yaşlılar olmuştu. Hastane dışındaki ölümlerin bakanlık sayılarına yansımadığı ve arada yüzde 15’lik bir fark olduğu söylendi. Bu da hâliyle insanların aklına ‘Devlet acaba bize yalan mı söylüyor?’ sorusunu getiriyor. Her hâlükârda bunun, basın kanalıyla duyurulması önemli bir gelişmeydi.’’

Nitekim istatistik kurumunun bu açıklamasının medyada yer almasının ardından hükûmet, koronavirüs ölü sayılarının “sadece hastanede” hayatını kaybedenleri kapsadığını vurgulamaya başladı. Sonrasında Ulusal İstatistik Ofisi’nde sürgün ya da görevden alma gibi durumlar da yaşanmadı.

Gazetecilerin sormadığı soruyu, bir fizikçi soruyor: Bu eğriler neden bu kadar düzgün artıyor

Bu süreçte hem Türkiye, hem de İngiltere’de arka planda birer “Bilim Kurulu” çalıştı, salgını izledi, modeller geliştirdi, önlemler önerdi. Türkiye’de Sağlık Bakanı Dr. Fahrettin Koca’nın basın toplantılarına karşılık, İngiltere’de de benzer bir durum uzun süre devam etti. Ancak İngiliz yetkililer bir süre sonra fiziksel basın toplantılarını çevrim içi ortama taşındı. Dinçtürk şunları söylüyor:

Basın toplantıları artık uzaktan yapılıyor

‘‘Yaklaşık olarak martın başından beri hafta içi her gün aynı saatte Başbakan Boris Johnson önderliğinde basın toplantıları gerçekleştirildi. Bütün basın çalışanlarının yer aldığı bu toplantıların birinde Johnson, ‘Bizim de sosyal mesafemizi korumamız gerekiyor. Acaba bu basın toplantılarını bundan sonra Zoom uygulaması üzerinden mi yapsak’ diye basın mensuplarına sormuştu. Ve bu noktadan sonra basın toplantılarında bu yönteme dönüldü. Basın mensupları artık toplantılara online sistem ile katılıyor.”

CNN Türk binası önüne muhabirler kullansın diye konulan konteynır tepki çekse de, Türkiye’de de birçok gazeteci bugünlerde evden çalışıyor. Bu anlamda  İngiltere de çok farklı değil. Dinçtürk, “BBC Türkçe’de çalışan arkadaşlarım normal şartlarda haftada dört gün işe gidiyorlardı. Ama şimdi tamamen evden çalışıyorlar, haftada beş gün ve sekiz saat olmak üzere” diyor.

Bakan Koca, gazetecilerle iletişimiyle fark yarattı

Dinçtürk’e göre salgın sürecinde her ülkenin sağlık bakanı, aslında bir devlet ve hükûmet başkanına dönüşmüş gibi. “Hepimiz onların ağzına bakıyoruz” diyen Dinçtürk, Bakan Koca’nın krizi iyi yönettiğini düşünüyor. Ona göre bunun  göstergelerinden biri, bakanın iletişim biçimi ve basınla kurduğu ilişki:

“Benim Türkiye’deki bakanlarda gözetlediğim genelde şöyle bir hava vardı: Kelimelerin onlara ait olmadığı, ezberletilmiş izlenimi veren ifadelerle, onlarda sakil duran açıklamalar yapılıyordu. Fahrettin Koca’da ise bu durum biraz daha farklı. Manipüle edilen değil, daha çok eden kişi gibi. Basının da yıllardır aradığı ton buydu. Hatta ilk basın toplantılarından birinde ‘gazetecilere mikrofon dağıtılmaması’ siteminde bulunan gazeteciye Bakan Koca’nın ‘Kusura bakma kızım!’ demesi… Bu diyalog aslında çok normal ancak yıllardır gazeteciler, devlet tarafından azarlanan, bir yerlerin maşası olmakla itham edilen kişiler olarak gözüktüğü için bu diyalog çok naif gelmişti. Fakat hepimizin inanmakta zorluk çektiği rakamlar hakkında ikna edici argümanlar sunamadığını da not etmek gerek.’’

Gazeteciliğin soru krizi: İzin verilse bile refleks kalmadı, peki ne yapmalı?

The Guardian’a ‘terörist’ diyen olmadı

Zurnanın zırt dediği yer de burası… Dünya genelinde bir “enformasyon zehirlenmesi” yaşandığını vurgulayan Dinçtürk, şöyle diyor: ‘‘The Guardian İngiltere’de hükûmetin sürü bağışıklığı politikasını izlemesi durumunda olabileceklere dair hazırladığı gizli bir raporu sızdırdı. Bu rapora göre 500 bin kişinin ölmesi öngörülmüş ve aslında kabul edilmiş. Benzeri bir haber Türkiye’de yapılmış olsaydı haberi yapan gazeteci ‘terörist’ olarak nitelenirdi.’’

Habercilerin mesleklerini icra etmesinin devlet tarafından türlü yöntemlerle engellenmesi de İngiltere’de söz konusu değil. Dinçtürk, İngiltere’de örneğin basın kartının gazeteciler sendikası üzerinden kolayca alınabildiğini vurgulayarak şunları söylüyor:

İngiltere’de basın kartını sendika veriyor

“Burada basın kartı almak, çalışan bir gazeteci için çok kolay. Türkiye’de bu durum çok zor. Burada basın kartı süreci bir başbakanlığa ya da devlete bağlı değil. Basın kartını dağıtan kuruluş Gazeteciler Sendikası. Bir de Uluslararası Gazeteciler Federasyonu’ndan (IFJ) alınan uluslararası basın kartı var. Ben onu Türkiye’de almıştım ancak [Türk yetkililerde] sarı basın kartı alışkanlığı olduğu için benim uluslararası basın kartım işime yaramıyordu. Bu durum fazlasıyla ironik. İngiltere’de ulusal basın kartını almak için, yaptığınız haberleri ve alanınızı belgelemeniz yetiyor. Yabancı ya da göçmen gazeteciler için de bu durum aynı. UK Press Card, Türkiye’deki basın kartına karşılık geliyor.  Ancak burada basın kartı sahiplerine Türkiye’deki gibi çeşitli ekonomik imtiyazlar tanınmıyor! Bizde ulaşım ücretlerinde ve çeşitli belediye hizmetlerinde indirim yapılır, faizsiz kredi çekme imkânı sağlanır vs.”

Gazetecilik karta sığmaz: Basın Kartı’nı hangi ülkede kim veriyor?

 

VOA’dan Barış Çimen ise İngiltere’de siyaset, toplum ve medyanın, ülkenin Avrupa Birliği’nden çıkışının onaylandığı referandum süreci (Brexit) ile ikiye bölündüğünü vurguluyor. Ona göre salgınla birlikte ülke yeniden tek vücut oldu ama “yandaş” basın bile yeri geldiğinde iktidarı eleştirmekten bugün de geri durmuyor:

‘Yandaş’ gazete, başbakanı istifaya çağırdı

‘‘Brexit döneminde, sağ basın AB’den ayrılmayı, sol basın ise üye kalınmasını destekledi. Halk arasında ‘kalalım’ diyenler daha aktif olarak meydanlarda yer aldı. Boris Johnson’un liderliğini yaptığı sağ kesim daha özgüvenliydi. [Sonuçta İngiltere AB’den ayrıldı]. Ancak pandemi sürecinde dikkat çekici şekilde bu ikiye bölünmüşlük tek vücut haline dönüştü. İngiltere basın anlamında da tek yürek olmuş durumda. Herkes koronavirüsle mücadeleye odaklandı. Hükûmetin planlarını ve uygulamalarını destekleyen yüzde 97’lik bir kesim var.”

‘’Habercilik anlamında en dikkatimi çeken olay, The Times gazetesinin 20 Nisan’da Başbakan Boris Johnson’ı yerden yere vurmasıydı. Normalde ‘Bu kadar mı yandaş olur, bu kadar mı hükûmet yanlısı olur, iktidarı destekler’ diye şaşırdığımız bu gazete, izlediği politikalar nedeniyle Johnson’ı yerden yere vurdu. Son beş güvenlik kurulu toplantısına katılmadığını, o toplantılara katılmak yerine Çin yeni yılını kutlamaya vakit bulduğunu fotoğraflarla paylaştı. İstifa etmesi gerektiğine dair görüş bildirdi. Hatta bununla ilgili kampanya bile başlattılar.’’

‘Basının görevi eleştirmek, övmek değil’

Çimen’e göre bu durum da İngiltere için Brexit sürecinden farklı bir işleyişe karşılık geliyor. Brexit döneminde yalan da olsa iktidarı destekleyen bazı haberlerin bu gazetelerde yer alıp savunulduğunu belirten Çimen, şimdi aynı “yandaş” gazetelerin gerektiğinde hükûmetin icraatlarını eleştirdiğini ifade ediyor.

Koronavirüs konulu resmi basın toplantılarında da “çok seslilik” geri dönüyor. Bu aslında İngiltere’nin Brexit öncesindeki ‘normal’iydi. Birkaç yıl önce hükûmetin akreditasyon gibi uygulamalarla dışladığı eleştirel gazeteciler, salgınla birlikte haber ihtiyacının artması ve kutuplaşmanın azalmasıyla yeniden demokratik süreçlerin vazgeçilmez bir unsuru olarak algılanıyor, buna göre muamele görüyorlar. O dönemde siyasallaştırılan BBC meselesi de artık pek konuşulmuyor.

Elbette eleştirel bir basına bazı vatandaşlar, “Hükûmet hiç mi iyi bir şey yapmıyor” diye tepki gösterebilir. Çimen ise şu fikirde: “Bizim öyle bir görevimiz [övmek] yok. Biz basın ve halkla ilişkiler kurumu değiliz ki! Bunu Boris Johnson’ın işe aldığı tipler yapar. Başka hükûmetlerin de basın çalışanları, iletişim başkanları falan yapar. Onlar söyler, ‘Devlet ne kadar harika işler yapıyor’ diye. Herhangi bir kurumsal iletişimde de aynı şeyler yapılır.’’

Weinstein etkisiyle de haberler gündeme geç alındı

Çimen’e göre İngiliz medyasının pandemi sürecindeki en büyük hatalarından biri, salgının başlarında bu konuya “ciddiyetsiz” yaklaşmalarıydı. Geçmişteki diğer koronavirüs salgınları (SARS ve MERS) gibi bunun da fazla zarar vermeden sönüp gideceği ihtimaline medya fazla bel bağladı. Çin’de ölü sayısı tavan yaparken bile İngiliz basınında Çimen’e göre “kibrit kutusu ölçeğinde” haberler çıkıyordu:

“[O günlerde] hâlâ Harvey Weinstein’ın hapse atılması ve yargı süreci ile ilgili haberleri İngiliz gazetelerinin birinci sayfalarında görüyorduk. Canlı yayınlarımdan birinde ben de ‘hâlâ görmüyorlar’ diye buna dikkat çekmiştim. Sonunda Weinstein hapse girdi, İngiliz medyası birinci sayfalarını yine bu haberle bezediler. O gün ben bunu söyledim. Ertesi gün bir baktım, bütün birinci sayfalarda artık koronavirüs var. Dedim ki: İngilizler herhâlde bir tehlikenin [Weinstein] ortadan kalktığına emin olunca dikkatlerini diğer tehlikeye çevirebildi. Bu kendi mesleğime içeriden bir eleştiri…”

TV’de konuşan kafa yok, patronu ihale peşinde değil

Koronavirüs sürecinde yayıncılık açısından Türkiye’de İngiltere’ye kıyasla daha fazla yanlış ve eksik görüldüğü ortada. Çimen’in vurguladığı bir diğer fark, televizyonların ana haber bültenleri sonrasındaki yayınlar.:

“Türkiye’de insanlar konuşan kafaları dinliyorlar. Burada o konuşan kafalar yok. Burada en son izlediğim kafa, aşı icat eden kafaydı. Aşının nasıl olacağını anlattı, o da beş dakika sürdü… Buranın bir Show TV’si, Kanal D’si, ATV’si yok. Burada kamu yayıncılığı yapılır. Ve de platform kanalları var. Hükûmetin eline oyuncak olabilecek, patronuna ihale vererek onu destekleyecek kanallar yok. Zaten buna yasalar müsaade etmez. Türkiye’deki kanallarda bütçe de yok. Çağırıyorsun adamı, en fazla ulaşımın benzin parası. Onlarla yayın yapıyorsun.”

‘Televizyon önemli, en başından sıkı tutmadık’

Milliyet gazetesi eski muhabiri, Deutsche Welle Türkçe’ye haberler yapan serbest gazeteci Burcu Karakaş da koronavirüs salgını sürecinde televizyonların önemini koruduğunu vurguluyor:

‘‘Özellikle Türkiye’de insanlar halâ haberlerin çoğunu televizyondan alıyorlar. Evet hepimizin elinde akıllı telefon var, internet vesaire ama ekran çok önemli. Bu yüzden ekrana kimi çıkarttığınız da, programlarda kimin konuştuğu, ne söylediği de çok önemli. Birinci elden kamuoyunun bilgilendirildiği araç televizyon. Biliyoruz ki, konunun uzmanı olmayan kişiler ekrana çıkartıldı. Mesela, Oytun Erbaş! Aslında tıp mezunu ama şaklabanın teki sonuç olarak. Bu kadar ciddi bir konuda, gerçek uzmanların ekrana çıkartılmaması…”

Onkoloji uzmanıyla Nagehan Alçı, neyi tartışabilir?

“Uzman denildiği zaman bir yanılgı oluyor. Her doktor bu konunun uzmanı değil. Onkoloji uzmanını sen niye salgın konusunda ekrana çıkarırsın?  Ben basının kamuoyunu doğru bilgilendirmek konusunda, hatta genel olarak bilgilendirmek konusunda geç kaldığını düşünüyorum. En başından sıkı tutmadığımızı düşünüyorum.’’

‘‘Bazı programlarda bazı şeyleri tartışamazsınız. Bu ne demek? Onkoloji Uzmanı ve Nagehan Alçı’yı aynı programa çıkarıp neyi tartışabilirsin ki? Bu halk sağlığını ilgilendiren bir durum. Halk sağlığı uzmanları uzun süre ekranda bulunmadılar. Çok büyük eksiklik, esas olan halk sağlığı uzmanları, kelam etmesi gerekenler onlar, enfeksiyon uzmanları ile birlikte. Konu ciddiyetsiz ve sululuk içinde ele alındı.’’

Karakaş’a göre de Türkiye’de medyanın daha birçok konuda hataları ve eksikleri bu süreçte ayyuka çıktı. Örneğin belediyeler aracılığıyla yapılan yardımların engellenmesinden sonra yaşananlar, bir örnek. Karakaş’a göre o günlerde gazeteciler yardımların nereye ve nasıl gittiğini (gidemediğini) belediye ve ailelerle de konuşarak daha etkili bir biçimde haberleştirebilirdi:

İyi haber okunur, sansasyonel başlığa gerek yok

“Bunları ortaya koyarak bir haber yapılması gerekiyor. ‘CHP’li belediyelere inanılmaz saldırı!’ şeklinde bir başlık atmana gerek yok. İyi haber kendisini okutur ve başlı başına okuyucuya bir şey anlatan haberdir. Örnek veriyorum: Sarıyer’de camide bir imam, caminin içinde ihtiyaç sahipleri için market gibi bir şey oluşturmuş. Ben Diyanet İşleri Başkanlığı’nı eleştiriyor olabilirim -ki eleştiriyorum da- ama bu imamın yaptığı, bu dönemde kıymetli bir şey. Sırf bu adama bunun için ‘Ne biçim iş yapmış’ diye haber mi yapayım? Bu yüzden olağanüstü durumlarda, birlik, beraberlik esasen medya için de budur aslında. Öteki türlü birlik beraberlik boş bir laf. Ortada kamuoyunu rahatsız eden bir durum varsa -ki CHP’li belediyelere yapılan, kamuoyunu rahatsız etti- bunu yazmak basının görevidir.’’

Yalan haberin çaresi medya okuryazarlığı

Karakaş’ın deyişiyle “boşu boşuna hapiste” olan ve infaz düzenlemesiyle de salıverilmeyen tutuklu gazeteciler Türkiye’nin önündeki temel sorunlarından biri olarak dururken küresel ölçekte de bilgi kirliği, pandemiyle beraber iyice görünür hâle gelen bir mesele.

“Daha önceki salgın hastalıklarda olmayan bir şey yaşıyoruz. İnternet siteleri ve sosyal medya kullanımı had safhada. Önceki dönemlerde böyle bir şey yoktu” diyen Karakaş, WhatsApp gruplarındaki yalan haberlerin tek çaresinin insanların kendi medya okuryazarlığı olabileceği görüşünde:

“Basının özellikle bu dönemde sorumluluk bilinciyle hareket etmesi lazım. Gazeteciler olarak, kamuoyu bize güvenemeyecekse kime güvenecek? Kurumlardan yapılan açıklamalardaki çelişkiyi, kamuoyunun aklındaki soruları gidermek gerekiyor. Gazetecinin işi filtreleme yapmak. Yoksa ben de biliyorum milyon tane şeyi alt alta koyup haber yapmayı…’’

Basın toplantıları güzel ama ‘bu salgından demokratik bir şey çıkmaz’

Bakan Koca’nın basın toplantıları Karakaş’a göre de “birlik beraberlik söylemlerinin nispeten vücut bulmuş hâli” gibiydi: “Kurum ayırmaksızın herkese yer vermeleri… Bütün sürecin başından beri en olumlu şeyin bu olduğunu düşünüyorum. Arkadaşlarımız iyi sorular da soruyorlar. Tabii ne kadar iyi soru sorarsan sor, karşındakinin cevap verebildiği kadar o sorunun karşılığı. Bakan iyi niyetli ve tavrı da hoş ancak Türkiye’de salgın dönemi ne yazık ki iyi yönetilmiyor.”

Peki bu basın toplantıları, siyasetle gazeteciler arasında olumlu bir havanın geleceğinin habercisi olabilir mi? Karakaş buna katılmıyor: ‘‘Yok hiç sanmıyorum. Hatta aksini düşünüyorum. Otoriterleşmenin artabileceğini düşünüyorum. Bu salgından, demokratik bir şey çıkmaz.’’


İLGİNİZİ ÇEKEBİLİR – ERDOĞAN AKTAŞ YAZDI: GERÇEKLERİN TSUNAMİSİ

Burak Ütücü

Serbest gazeteci. 2015 yılında Hürriyet gazetesinde stajyer olarak çalıştı. Anadolu Üniversitesi muhabirliğinin ardından Londra’da bir prodüksiyon şirketinde stajyer editör olarak görev yaptı. Anadolu Üniversitesi Basın Yayın son sınıf öğrencisi.

Journo E-Bülten