ABD’nin El Paso ve Dayton şehirlerinde hafta sonu gerçekleşen silahlı saldırılarda en az 29 kişi öldü. New York Times gazetesi baş yazısında “Beyaz milliyetçi terörist sorunumuz var. Amerika’nın liderleri El Paso’dakine benzer silahlı saldırıları terörizm olarak kınamalıdır” dedi. ABD medyası ise gazeteciliğe dair iki soruyu tartışıyor: Medya, silah satışının denetimi gibi konularda verilen mücadelenin parçası olmalı mı? Ve saldırganların kimliği yayımlanmalı mı? Poynter Enstitüsü’nün dün yayımladığı yazıdaki görüşleri aktarıyoruz:
Trajedi milletimizi vurduğunda, vatandaşlar olarak içgüdüsel bir şekilde medyaya dönüp bakarız. Televizyonlarımızı açar, internete girer ve önce bilgi edinmeye çalışırız: Kim? Ne? Nerede? Nasıl? Ne kadar?
Beyinlerimiz olan biteni kavradıktan sonra huzur ve dayanışma ararız. Bu arada medya çok daha zor bir soruyu yanıtlamaya çalışır: Neden?
Medyanın bir yol ayrımına geldiği yer işte burasıdır. Özellikle kitlesel silahlı saldırılar söz konusu olduğunda bu böyledir. Çünkü soruların en zorunu beraberinde getirir: Kimi veya neyi suçlamalı?
El Paso ve Dayton’daki silahlı saldırılardan sonra medya, artık görmeye aşina olduğumuz bu manzaraların her birinin ardından başlayan büyük tartışmaya kısa sürede vardı. Pazar günü tartışılan konular arasında Başkan Donald Trump, ırkçılık, akıl hastalığı, silah satışının denetlenmesi de vardı. Bu olağan şüpheliler önümüzdeki günlerde, haftalarda ve aylarda da tartışılacak.
‘En iyi yaptığımız iş soru sormaktır’
Soru şu: Medya tüm bunların içinde nasıl bir rol oynuyor veya oynamalı? Washington Post’tan Margaret Sullivan pazar günkü köşe yazısında kilit bir soru sormuştu: “Haber medyası bir yandan ‘gerçeği söyleyenler’ olma rolünü sürdürürken bir yandan da silah yasalarına karşı veya beyaz ırkın üstünlüğünü savunanların kimliğini belirleme konusunda haklı bir mücadele verebilir mi?”
Medya kamunun bir hizmetçisi olarak yükümlülüklerini, en iyi yaptığı işi gerçekleştirmek üzere bir mücadele vererek yerine getirebilir: Bu iş, soru sormaktır. Siyasetçileri, topluluk liderlerini ve kanaat önderlerini; bu olayların neden gerçekleştiğine, kimin suçlanması gerektiğine veya nasıl bir çözüm bulunabileceğine dair zor soruları yanıtlamaya davet edebilir.
Medya, liderlerimizi bir gündem belirlemek zorunda bırakarak gündem belirleyebilir. Bunu yapmak için bu tür zor konuları sadece katliamların hemen ardından gelen, duyguların ve bölünmüşlüğün en çalkantılı olduğu saatlerde değil, gelecek hafta ve aylarda da tartışmalıdır.
* * *
Bu tür katliamlardan sonra, saldırganın isminin haber kuruluşlarınca yayımlanmasının doğru olup olmadığı da tartışılır. Tipik olarak medya olayla ilgili tüm bilgileri yayımlar ve birçok gazeteci, saldırganın ismi de dahil bildiklerinin tamamını okurlarla ve izleyicilerle paylaşmanın bir sorumluluk olduğunu savunur. Öte yandan ismini yayımlamanın saldırganı yüceltip onun gündemine hizmet edeceği korkusu da vardır.
Dallas Morning News Genel Yayın Yönetmeni Mike Wilson, son katliamların ardından gazetesinin pazar günü yayımlanan birinci sayfasını paylaşırken şöyle bir tweet attı: “Saldırganın kimliği zaten geniş bir kesimce öğrenilmişti. Bu yüzden bu artık küçük bir detay ama yine de biz doğru olanı yaptığımızı hissettik: İsmini birinci sayfaya koymadık.”
Gazete, iç sayfalarda ise Dallaslı saldırganın ismine yer verdi. Pazar günü Wilson ile e-posta üzerinden yazıştık. İsim konusundaki kararlarını sordum. Wilson, saldırıdan kısa süre sonra idari editör Keith Campbell ile bir toplantı yaptıklarını, bazı haberlerde ismi kullanmak zorunda kaldıklarını belirterek şöyle dedi:
‘Dijital çağda bile birinci sayfa önemli’
“Okurlarımız bu kişinin tanıdıkları biri olup olmadığını bilmek ve hikâyesini anlamak isteyecekti. Bununla birlikte haberlerimizin odağına, ırkçı nedenlerle cinayete kurban giden insanları ve bu katliama siyaset yapıcıların verdiği cevabı koyduk. Dijital çağda bile gazetenin birinci sayfası, herhangi bir günde okurlarımızın bilmesini gerektiğini düşündüğümüz haberlerden oluşan önemli bir simgesel temsildir. Bu yüzden ismini ve fotoğrafını iç sayfalarda verirken, en önemli sayfamızda bunu yapmayarak aslında bir tür bildirimde bulunmuş olduk.”
“(Gazetenin de, saldırganın da Dallas’tan olduğu düşünüldüğünde) bu kararı biraz zor alabildik. Uzak bir şehirde suç işleyen anonim birinin ismini gizlemek kolay olurdu, çünkü okurlarımızdan hiç kimse onu tanımıyor olacaktı. Bu olayda ise birinci sayfada bile saldırganın ismini ve resmini görmeyi bekleyecek bazı okurlarımız vardır. Ama dürüst olmak gerekirse bizim için bundan da zor olan karar, hikâyenin yerel açısına yüklenme refleksimizi dizginlemekti. Eğer saldırgan bir açıdan tanınmış biri olsa veya kimliğini öğrenmemiz hikâyeyi anlamakta merkezi bir önem taşısa, o zaman ismini birinci sayfaya da koyardık.” (Yazının orijinali ve tam metni)