Görüş

Mehveş Evin yazdı: Gazeteci değil kapıkulu olanın özrü yok

Merkez medyada iktidarın propagandasına yıllarca ortak olan ‘gazeteci’lerin bugün çıkıp çalıştıkları kurumların nasıl cendereye alındığını anlattıklarında alkışlanmalarını anlayamıyorum. İktidarın kontrol ettiği medyada yönetici, üst düzey programcı veya yazar olarak kalmaya devam edenlerin benim açımdan özrü yok!

Çocukluğumdan beri gazeteci olma tutkum vardı dersem yalan olur. Sanata ve edebiyata tutkundum evet, ama gazetecilik yapmak gibi bir hedefim yoktu. 

Tanınmış, duayen gazeteciler ağırlıkla siyasal ve hukuktan çıkıyordu. 

90’larda gazetecilerin yetiştiği iletişim fakültelerinin sayısı azdı. Gazeteciler ya sosyal bilimlerden mezundu, ya da “iş başında” mesleği öğreniyordu. 

Gazeteciliğe tesadüfen başladım diyebilirim. Üniversiteden mezun olunca acilen iş bulmam gerekiyordu. Liseden arkadaşım Cenk Öz, Sabah gazetesinin dış haberler servisine beni önerdi. İki yabancı dili iyi biliyor olmak, o günlerde pek çok sektörde işe başlamanız için yeterliydi. 

Çeviriyle başladığım meslek hayatımda, dünyada ve Türkiye’de olup biteni takip etmenin en kısa yolunu bulmuştum. Küçüklüğümden beri eve giren gazeteleri, dergileri okurdum ama şimdi, tüm gazeteleri okuyabilme fırsatı doğmuştu. 

Her gazetenin yayın çizgisine göre fark vardı. Etik ilkeleri, mesleğin esasını, haberin dilini editörlerimden, haber müdürlerinden, kısacası işi yaparken öğrendim. 

Kulağa hoş geliyor ama eğitim şart arkadaşlar! Gazeteciliğin ne olduğunu, iyi gazeteciliği ve basın özgürlüğünün anlamını kavramam, içselleştirmem, yıllarımı aldı. Tek bir hadise veya bir anla değil, meslek hayatım boyunca tanık olduğum onlarca olayla şekillendi. 

Küçük dünyaları ben yarattım diye dolaşan egosu tavan yapmış gazeteci ağabeyler, beyler – tüm yöneticiler tartışmasız erkekti – için aslında basın özgürlüğünün sadece kendi özgürlükleri, fikirleri, yayınları konusunda geçerli olduğunu fark ettim. 

Misal, bazı ‘haber’ler yayına hiç girmiyordu. Ya da öyle küçük bir şekilde yer alıyordu ki okurun özel olarak araması gerekiyordu. Bunun adı ‘görelim ama küçük olsun’du. 

Elbette gün boyu ajanslardan, servislerden akan haberlerin arasından bir editoryal seçim yapmak gerekiyordu. Pahalı gazete kâğıdına her şeyi sıkıştırmak matematik olarak mümkün olmadığı gibi, “iyi gazetecilik” de sayılmazdı.

İyi gazeteciliğin, “bomba gibi patlayan,” gündemi değiştiren, yöneticilerin manşete çektiği, çok konuşulacak haberler olduğu kabulü vardı. 

Bomba gibi patlayabileceği, çok konuşulacağı kesin olan ancak “sakıncalı” sayılan haber ise çoktu. Neyi yayımlayıp neyi yayımla(ya)mayacağımız sorunu, ancak fıs fıs kendi aramızda, yazı işlerinde konuştuğumuz bir temaydı. 

Kırmızı çizgiler belliydi: Askeri karşınıza alacak bir yayın zinhar yapamazdınız. Atatürk’ü değil eleştirmek, farklı bir bakış açısıyla incelemek kesinlikle olmazdı. 1915, Dersim gibi ‘olay’ların bahsi yoktu.

Ankara’dan gelen bilgilerin doğrultusunda “terör” haberleri değerlendirilirdi. Çatışmaların yaşandığı şehirlerden, köylerden haber yok gibiydi. Kürt sorunu medyaya, Ragıp Duran’ın deyimiyle ‘haber tahrifatı ve haber gizleme’yle girdi.

Aynı oranda olmasa da feministler, solcular, işçi hareketine ve eylemlerine dair haber ve yorumlar da son derecede kısıtlı yer alırdı.

Aktüel yılları: Nefes alabiliyorum

Aslında 2020’nin medyası da çok farklı bir yerde durmuyor. Askerin yerine ‘Cumhur İttifakı’nı koyun, Atatürk’ün yerine de Erdoğan ve ailesini… 

En büyük fark, geçmişte başbakan ve cumhurbaşkanı dâhil siyasetçilerin ve güdülen siyasi-ekonomik politikanın bugüne kıyasla daha kolay eleştirilebilmesiydi. Tabii medya patronlarının çıkarları doğrultusunda…

1993-1996 arası Türkiye’de ‘kirli savaş’ın azıya aldığı, binleri aşan faili meçhul cinayetin gerçekleştiği yıllardı. Musa Anter, Uğur Mumcu gibi gazeteciler suikast sonucu hayatını kaybetti, üstelik rütbeli askerlerin şüpheli ölümleri kamuoyunu sarsıyordu. Sivas’ta insanların bir otelde yakılmaları üzerine Aziz Nesin’in “provokatör” olarak gösterilmesine şahit olmuştuk. 

1995’te Aktüel dergisinde çalışmaya başladım. Aktüel, Ercan Arıklı’nın kurduğu BirNumara Yayıncılık’ta çıkan dergilerin amiral gemisiydi. Yeni Yüzyıl gazetesiyle birlikte Sabah grubundaydık ama bir çeşit özerkliğimiz vardı. Bugün böyle bir şey tahayyül ötesi tabii. 

Çaylak bir muhabirdim, ilk kez güncel akışı bu kadar yakından ve içeriden takip ediyordum. Siyaset, beni dehşete düşürüyordu. Arşivde konu araştırırken – internet daha yoktu çocuklarım – bulduğum yayınlar, yazılar, diyalardan zihnimde bambaşka pencereler açılıyordu. 

Dergi; faili meçhuller, yolsuzluklar, İslamcılar, Kürt meselesi gibi merkez medyada işlenmeyen, tabu sayılan dosyaları bol magazinle harmanlayarak – ve evet, kadın bedenini obje olarak kullanarak – yayımlıyordu. Hürriyet de, Tempo dergisi ile bu görevi devralmıştı. 

O günün şartlarında Aktüel’de çalışmak, farklı fikirleri, yaşam tarzlarını, bakış açılarını gündeme getirebilmek, derinlemesine işlemek; karanlık bir bulamacın içinde nefes alabilmeye yarıyordu. 

1996’daki Susurluk kazasının ardından ortaya dökülen ilişkiler ağının medyada da etkisi büyüktü. Merkez medyada çarşaf çarşaf devlet-mafya-siyaset ilişkileri yayımlanıyordu. 

Kamyona çarpan Mercedes’te bulunan eski İstanbul emniyet genel müdürü yardımcısı Hüseyin Kocadağ, Gonca Us ve Bahçelievler Katliamı’nın sanıklarından Abdullah Çatlı öldü; DYP milletvekili Sedat Bucak ağır yaralı kurtuldu. Bu tuhaf dörtlü kadar bagajdan saçılan sahte kimlikler ve silahlar, nasıl karanlık işlerin döndüğünün kanıtıydı.

Her gazeteci için hem beklenmedik, hem de müthiş heyecan verici bir döneme girmiştik.

Normalde “siyasi haber” yapmaktan uzak durmaya çalışsam da en çılgın kriminal dizileri aratmayan bu süreçten uzak kalmak mümkün değildi. 

Aktüel’de “derin devlet” ve “gladyo” temalı haber dosyalarını peş peşe yayımlıyorduk. Siyaset çok çalkantılıydı. İtalya’daki “Temiz Eller” hareketini yakından takip ediyorduk. Ekip çalışmasıyla, imzasız yayımlanıyordu bazı haberleri. 

İşte o günlerde yaptığımız işin özünü kavramaya başladım:  Hangi haberi nasıl yaptığımızın, yapıp yapamadığımızın bir karşılığı vardı. Okurun ilgisini çekip eğlendirmek de bu işin parçasıydı ancak aslolan, kamuoyunu doğru bilgilendirmekti.  Hoşa gitmese, kabul görmese de şiddete teşvik etmediği sürece farklı fikirlere yer verebilmekti. Eğer bir yerde bir otorite varsa, onu sorgulamak gerektiğiydi. 

Andıç şoku: Asker, gazeteci attırıyor

Fakat Susurluk skandalının yankıları sürerken basına müdahaleler de sertleşti. Yeni Yüzyıl’a geçmiştim, yani yine Sabah grubundaydım. İşte “andıç” hadisesi o zaman patladı. 

Tarih 25 Nisan 1998. PKK’li Şemdin Sakık’ın “itirafları” Hürriyet ve Sabah’ta yayımlandı. Postmodern darbenin mühendisi Çevik Bir ve Erol Özkasnak’ın servis ettiği ve soruşturmaya yalan ifadelerin eklendiği sonradan ortaya çıkan ‘andıç’ta, bazı gazeteci ve sivil toplum kuruluşlarının, örgüte destek verdiği iddia ediliyordu. 

Sabah’ın patronu Dinç Bilgin, adı geçen gazeteci ve yazarları kapıya koydu. Kimdi onlar? Sabah’ta çalışan, devletin Kürt politikasını eleştiren Cengiz Çandar, Ahmet Altan, Mehmet Altan, Mehmet Barlas, Mehmet Ali Birand! Belgede adı geçen Akın Birdal suikasta uğradı ve mucizevi biçimde hayatta kaldı. 

Aynı kurumda çalıştığım, her yaptıklarını onaylamasam da meslek büyüklerim olarak takip ettiğim, duayen olan bu isimlerin askerin doğrudan müdahalesiyle, yalanlara dayanarak kapı önüne konulması şok etkisi yarattı. 

Farklı fikirlerin, görüşlerin yayımlanmasının engellenmesi, sadece işinden edilen o gazetecilere değil, hepimize yönelikti. Susurluk’tan sonra ‘hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağı’na dair umudumuz kırılmıştı. İnce bir buzun üzerinde dolaşıyorduk. 

Türkiye AKP iktidarına geçtikten sonra bir dönem “demokratikleşme, çok seslilik” sözleriyle medya da dönüştü. “Persona non grata” ilan edilen, andıç ile kapı dışarı edilen gazeteciler baştacı ediliyordu artık. Cemaat medyası, İslamcı medya artık muteber sayılıyordu. Tabu sayılan nice konu medyada tartışılır olmuştu, bunların başında Kürt meselesi geliyordu. 

Erdoğan Bey, konuşmamızı unuttu mu?

2009’dan itibaren masa başı gazetecilikten kurtuldum. Tekrar sahada çalışmaya başladığımda Çözüm Süreci konuşuluyordu. Anadolu’nun hiç gitmediğim köşelerine gidiyor, insanlara siyasi görüşlerini soruyor, sohbet ediyordum. Özellikle Kürt şehirlerinde gidip yaptığım her haber, gözlerimin biraz daha açılmasına sebep oldu. 

Konuştuğum herkes, 90’larda korkunç acılar çekmişti; mutlaka bir aile yakını ya öldürülmüş ya hapse yollanmış, ya dağa çıkmış ve yerlerinden yurtlarından olmuşlardı. Artık eşit yurttaş olacaklarına, taleplerinin dinleneceğine inanmak istiyorlardı. O talepleri aktarmak, o günlerde ‘basın özgürlüğü’nden sayılıyordu. Ne var ki 2015’in 7 Haziran’ından sonra bir kez daha her şey tersine döndü. 

Milliyet gazetesi Demirören’e 2011’de satılmıştı ve giderek daha çok haber ve yazı, tepeden gelen emirlerle sansürleniyordu. Hasan Cemal’in atılmasından sonra, hepimize sıranın geleceği beni açımdan netti. Yolsuzluk tapelerinde patronun Başbakan’a ağladığı da ortaya çıkmıştı. Artık “Milliyet’te yazıyorum” demekten utanmaya başlamıştım. 

Defalarca direkten döndüm Milliyet’te: Gezi’deki yazılarım, Charlie Hebdo katliamı sonrası İslamcı kanadı eleştirilerim ve Cerattepe’de Cengiz İnşaat’ı yerden yere vurmama rağmen bir şey olmadı. Hatta baba Demirören, Cengiz için telefonla beni arayıp “Bir röportaj yap” dediğinde “Yaparım ama istediği soruları sormayabilirim” deme cüretinde (!) bulunabildim. Ya şansım vardı, ya da Erdoğan Bey bu konuşmayı unuttu. O günlerde hâlâ gazeteci, yazar kovmanın toplumsal bir karşılığı vardı. 

2015 yılının ağustos ayında sokağa çıkma yasakları ve operasyonlar başladığında Diyarbakır’a gidip yazdığım izlenim yazısından sonra kapı önüne kondum. 

İçim rahattı, çünkü bu saatten sonra inanmadığım işler yapmaya, rol oynamaya hiç niyetim olmadı. Ne için yapacaktım bu alçaklığı? Bir maaş veya mevki için mi? 

Merkez medyada; o büyük sansüre, boyun eğmeye ve iktidarın propagandası olmaya yıllarca ortak olan ‘gazeteci’lerin bugün çıkıp basın özgürlüğü demeçleri vermesini, çalıştıkları kurumların nasıl cendereye alındığını anlattıklarında alkışlanmalarını bu yüzden anlayamıyorum. 

Özellikle 2016 sonrasında, iktidarın %95’ini ele geçirdiği medyada yönetici, üst düzey programcı veya yazar olarak kalmaya devam edenlerin benim açımdan özrü yok. Çünkü nasıl sansürlendiklerini, nasıl inanmadıkları manşetleri attıklarını biliyorum. 

Basın özgürlüğü, gazetecinin hangi haberi yapabildiği, hangi görüşleri dile getirebilmesinden öte, toplumun özgürlüğüyle doğrudan ilintili. Bugün özgürlüklerin gitgide daha kısıtlanmasından şikâyet ediyorsak, her şeyin basın ve ifade özgürlüğünde düğümlendiğini de görmemiz lazım.  

Dikkatli yayıncılık yapmakla sansür uygulamak arasında çok ince bir çizgi var. İyi gazetecilik, nesnelliğe dayanarak, ayrımcılık yapmadan, bir kişi ya da topluluğa zarar vermeden hakikati ortaya çıkarmak, anlatabilmektir… 

Gazeteci değil kapıkulu olmayı tercih edenlerin, bu mesleğe, topluma ve ülkeye verdiği zararı ölçebilecek hiçbir aracımız yok. Kaybı telafi edebilecek miyiz? Belki sonraki kuşak bunu başaracak. 

27 yıllık meslek hayatım bana şunu gösterdi: Her şey çok hızlı bir değişim geçirebileceği gibi, bazı şeylerin aynı kalması, gerilemesi de aynı ölçüde mümkün. 

Basın özgürlüğü gibi. Bir toplumun özgürlüğü gibi. 

Bu yazı ilk olarak Türkiye Gazeteciler Sendikası ile Medya ve Hukuk Çalışmaları Derneği’nin Ocak 2021’de yayımladığı “Özgür Basın” dergisinde yer aldı. Tüm yazılara Özgür Basın sayfasından erişebilirsiniz.

Mehveş Evin

Gazeteciliğe 1993’te başladı. Sırasıyla Sabah, Aktüel, Liberal Bakış, Yeni Yüzyıl ve NTV dergi grubunda çalıştı. 2000'lerde Sabah ve Vatan gazetelerinin haftasonu ekleri yayın yönetmenliği ve Aktüel genel yayın yönetmenliğinden sonra Akşam'da yayın koordinatörlüğü ve web editörlüğünü üstlendi. 2007'de Akşam'da, 2009'dan sonra Milliyet'te köşe yazıları yazdı. 2015'te Milliyet'in işten çıkardığı Evin, sonrasında Diken'de yazılar yazdı ve Açık Radyo'da program yaptı. 2018'de yayımladığı "A'dan Z'ye: Buraya Nasıl Geldik" adlı bir araştırmacı gazetecilik kitabı var.

Journo E-Bülten