Görüş

Renk: Aaa hiç de Türk’e benzemeyenlerin dergisi

Klişelere itirazları var. ‘İstisnai Türk’ olarak görülmek de istemiyorlar. Kendini Alman sayan bir kuşak olarak Renk ile niş bir grup yaratıyorlar.

Almanya, bir süredir yine ilgi odağı. Gerek Gezi sonrası yeni bir hayat kurma amacının varacağı yer, gerek yeni seçim düzenlemesi sonrasında oy deposu olarak görülmesi sebebiyle Almanya ve “Almanya’dakiler”le artık daha çok ilgileniliyor. Oysa bu arada yıllar geçti, insanlar değişti: Artık memleketine döviz gönderen işçiler, siyasi sebeplerle Türkiye’den ayrılmak zorunda kalanlar değil; onların çocukları ve torunları var, hem de birilerinin onların adına konuşmasını beklemek yerine, kendileri konuşuyor. Türkiye’ye göre oldukça renkli bir dille üstelik.

Sıklıkla “Almanya’daki Türkler” başlığı altında toparlanıveren insanlar, aslında çok çeşitli. Türkiye’den Almanya’ya devletlerin organize ettiği kitlesel işçi göçünün başlangıcı, 30 Ekim 1961’de imzalanan antlaşmaya kadar gidiyor. İşçi alımı 1973’te sona eriyor, ancak aile birleşimi gibi yollarla sosyal göç devam ediyor, akrabalar Almanya’ya geliyor. 1980’de ise ülkedeki politik atmosfer sebebiyle siyasal göçler, 1990’lardaysa iltica ve yasadışı göçler yaşanıyor. Bizim kuşağın şahit olduğu son göç de bu palete eklenen en yeni renk.

Sınıf kavramıyla başlayan bir önceki yüzyıl, kimlik kavramıyla sona erdi; bugüne güncel sorunlar bırakarak. Son yıllarda Türkiye’de en çok etnik, kültürel, cinsel kimlik ya da azınlık/çoğunluk kimlikleri konuşuldu, “öteki/ötekileştirmek” tabirleriyle dertler anlatıldı, belki biraz da arabesk denebilecek bir dille: Neşe yoktu, acılar vardı. Benzer kimlik sorunları, endişeleri olan Almanya’daki Türklerin bir kısmı bugün Erdoğan’ın söyleminde dertlerini sertçe dışa vuruyorsa, başka bir söylem de var: Almanya’nın kültür-sanat temelli ilk Türk-Alman dergisi Renk, buna bir örnek.

Renk klişelere karşı savaşıyor


Türk-Alman yaratıcı insanlarının renkli dünyası için bir platform olarak, (Evet bir platform – sır biraz da burada) kendini konumlandıran Renk, Almanca olarak klişelere karşı savaşıyor, olumsuz Türk imajına karşı başarılı Türkleri de göstererek Almanya’daki Türk toplumunun olumlu yönlerini de görünür kılıyor. Aileleri Türkiye’den gelen bu kuşak, Almanya’da yetişti ve artık Alman medyasında kendilerine yer buluyor, ya da Renk gibi kendi medya organlarını kuruyor. Farklı göç geçmişleri Türkiye’ye uzanan gençler, bugün kendi kimliklerini kendilerine özgü ve eğlenceli dilleriyle kamuoyuna sunuyor, tartışmaya açıyor. Alman toplumunun renkliliğini göstermek isteyen bu yazar ve tasarımcı grubu, klişelerle mücadele ediyor: Hedefleri Türk-Almanların istisnai gibi görünen hareketlerinin altını deşmek. Özellikle Türk-Alman tabiri kullanmalarına dikkat çekmek gerek, zira artık kendilerini göçmen olarak görmüyorlar. İkinci sayının hep ikiyle alakalı metinleri de “İçtepi ve bölünmüşlük”, “Ah, gönlümde iki kültür yatıyor” gibi metinlerle kaçınılması mümkün olmayan kimlik sorunlarını tartışıyor.

‘İstisnai Türk’ olmak…

Derginin yayıncısı Melisa Karakuş da kendilerini post-migrant olarak tarif ediyor. “Hiç de Türk’e benzemiyorsun” lafı Türkiye’de bir yabancıdan duyulduğunda çoğu kişi için iltifat olabilecekken, Almanya’da bir Türk olunca kırıcı olabiliyormuş demek ki; çünkü ana motivasyonlarından biri, aslında “istisnai Türk” olmadıklarını göstermek: “Her toplumda her tür insan var.” İşleriyle ve olumlu örneklerle öne çıkmak isteyen gençlerin, “pozitif ırkçılık” diye tabir ettikleri “Tatilde ‘memleketine’ gittin mi?”, “Saçların koyu, Türk müsün?” gibi sorular, Almanya’nın yıllardır konuştuğu entegrasyon meselesinin de -ne kadar entegre olunmak istenirse istensin- bir yerde tıkandığını gösteriyor. İtiraz ettikleri klişeler, “istisnai Türk” olma sorunları Almanya’nın güncel problemini de işaret ediyor: Belki de kendini Alman olarak kabul etmişken, bu sorular yüzünden/sayesinde kendi kimliğini deşmeye başlıyor, Almanya’da doğup büyüyen, Türkiye’yle artık pek de bağı kalmamış bu genç kuşak.

Türkiye’yle bağı insani ilişkiler olarak pek kalmasa da, kültür ve ahlâk yapısı aile ile taşındığı için Avrupa’nın ortasında Anadolu’ya özgü dertler bir anda belirebiliyor. Bunlardan biri sayabileceğimiz bekâret, ikinci sayıda internetten yapay bir bekâret zarı sipariş eden kadının hikâyesi üzerinden tartışmaya açılıyor. Dertler aynı, ancak Türkiye’de tabu olan bir konu, Türkiye kökenli başkaları tarafından rahatlıkla tartışılabiliyor, yazık ki başka bir coğrafyada.

Parti ver, kitleni tanı

Renk’in yayın hayatı klasik işleyişin tersine olmuş. Dergi kurulduktan sonra sosyal mecralarda tanıtım yapmak yerine, bir lisans bitirme tezi olarak başlayan facebook sayfası dışarıdan katılmak isteyenlerle gittikçe büyümüş; benzer dertleri olan insanlar bir araya gelip katkı sunmaya başlamış: Daha internet sitesi kurulmadan redaksiyon hazırmış bile. Öyle ki derginin ilk sayısının yayınlanması için gerekli olan 8000 Euro kitlesel fonlamayla toplanabilmiş. Dijital dünyada markaların geçtiği yoldan, belki de biraz tesadüfen, geçmiş Renk dergisi.

Önemli bir ölçüt gibi görünen takipçi sayısından daha işe yarar olan, takipçi kitlesini tanımak. İnternette bir araya gelen bu niş topluluğun, gerçek hayattaki karşılığıysa niş bir dergi ve dergi vesilesiyle yapılan buluşmalar, partiler. Bunlar derginin okur-yazar kitlesiyle etkileşimini sağlıyor. Okuyucuyla uzun aralıklarla da olsa bir araya gelmek, hem hedef kitleyi daha yakından tanımayı –haliyle üretim yapmak için önemli bir referansı- sağlıyor, hem de okur grubunu sadık ve etkileşime açık bir hâle dönüştürmeye yarıyor.

Şimdilik Berlin’de olan etkinlikleri tüm Almanya’ya yayarak insanları birleştirmek gelecekteki hedeflerden biri. Bu, yalnızca dergi olarak ayakta kalmanın pek de mümkün olmadığı günümüz medya dünyasında akıllıca bir yol olarak gözüküyor. Çünkü niş bir grubun beraber ürettiği niş ürünün sahiplenilmesi daha kolay oluyor, bir dergiden daha fazlasını ifade edebiliyor. Bir yandan “Bizim kimliğimizin de özel bir yanı yok, çok kültürlülükten konuşalım” iddiasıyla çok renkliliği gösterirken, öbür yandan da kendi rengiyle niş bir grup yaratmak da önemli bir başarı.

‘Because internet sucks sometimes’

Renk’in ilk sayfasında sadece küçük bir not var: ‘cause internet sucks sometimes. Dijital mecralardan basılı dergiye dönüşü geri değil, ileri bir adım olarak görüyorlar: Bedava müzik dinlemek varken plaklar yeniden popüler oluyorsa, cep telefonuyla fotoğraf çekmek o kadar kolayken bu kadar insan analog fotoğrafa düşkünse, internet sitesinden dergiye geçmek neden eski kafalılık olsun? İyi soru. İnternette okuyucunun dikkatinin daha düşük olduğunu, ama basılı dergiyi hissedebildiğini, bu yüzden de aslında ileri bir hareket olduğunu düşünüyor Karakuş. Öte yandan daha derinlemesine konuların yer bulabildiği dergiye girebilmek, üretim için de önemli bir motivasyon kaynağı. Çünkü basılı bir yayında yer almak, yazarlar için hala önemli bir ayrışma fırsatı.

2013’te olumlu örnekleri göstererek blog olarak başlayan proje, birçok ödül de almış; ancak bunların arasında en göze çarpan Google’ın Deutschland25 kampanyasında yer almaları ve eski Cumhurbaşkanı Joachim Gauck’la Cafe Kotti’de bir araya gelmeleri. Kafe, Türk turistlerin keyifle fotoğraf çektirdikleri “Kreuzberg Merkezi” yazılı tabelanın hemen yanında, yoldan bir kat yukarıda yer alıyor. Sadece Türkçe konuşarak sıkıntı çekmeden yıllarca yaşayabileceğiniz bu mahalle, şimdi Berlin’in sanat çevrelerinin de ilgi odağı; Renk’in bürosunun yer aldığı Blogfabrik de yine burada, Oranienstraße’de yer alıyor. Ortak çalışma alanları sunan Blogfabrik’in kira yerine içerik alan farklı iş modelinin yayıncılık yapmak isteyenlere sunduğu fırsatlar bir yana bırakılsa bile mekân seçiminin yine de sembolik bir yanı var. Türk göçmenlerin şekillendirdiği ve çok kültürlülük denildiğinde ilk akla gelen mahallede yer alan ofiste bugün yalnız Türklerden değil, farklı kökenlerden de gelen yaklaşık 40 gönüllü, çekirdek ekibin yanı sıra dergiye katkıda bulunuyor. Dergide Alman yazarlar da az değil.

Köklerini Almancaya yerleştirmek…

Renk’in en önemli işlevlerinden biri de Türkiye kökenli keşfedilmemiş yazarlar, sanatçılar, tasarımcılar için bir vitrin olması. Sahiden de dergide fotoğraf serilerine ve tasarıma ayrılan yer, Türkiye’de düşünülemeyecek kadar çok; bunda kurucularının tasarımcı olmasının da etkisi var. Derginin o sayısında katkıda bulunan kimselerin kısa özgeçmişleriyse derginin en başında yer alıyor. Bu, okuyucunun metinlerin nasıl bir arka planla hazırlandığını çıkarabilmesi için bir fırsat olduğu gibi, telifsiz yazan insanlar için de en azından kendilerini gösterme şansı sağlıyor. Kapılar iyi bir makale fikri olan herkese açık, editöryal ekiple iletişime geçmek yeterli.

Dergi Almanca; ancak içinden Türkçe tercümenin yer aldığı küçük bir ek çıkıyor. Konuşup yazarken Almanca onlara kendilerini daha rahat hissettiriyor, ancak Türkçeden de temelli kopamıyorlar. İkinci sayının lansman partisinde konuşabildiğim yazarlar, Türkçeye çok hâkim olamasalar da, derginin tanıtımı için bastıkları kartpostallarda Türkçe deyimlerin Almancaları var: Kendi köklerini Almancaya yerleştirme çabası bir nevi. “Eğri otur, doğru konuş!”u “Sitze krumm, rede gerade” diye görmek insanı gülümsetiyor bir yandan da. Bu, sosyal medyada sıklıkla rastladığımız, aynı türkünün faklı dillerdeki versiyonları için “Bu türkünün aslında orijinali şucadır, bir çalmadıkları türkümüz kalmıştı” gibi acılı bir dilden daha iyi bir fikir gibi.

Sözün özü, ne Türkiye’den göç edildiğinde pürüzsüz bir memleket bulmak, ne de Türkiye’den göç edip Türkiye’nin dertlerinden tamamen kurtulmak mümkün görünüyor. Ancak yine de düşünürseniz, Berlin’de renkli bir arkadaş çevresi ve dergi var.

Canberk Beygova

1990, Kadıköy doğumlu. İstanbul Erkek Lisesi ve Galatasaray Üniversitesi Siyaset Bilimi Bölümü'nü bitirdi, Zete'de çalıştı. İlk kitabı "Taş Atan Çocuklar Büyüdü, Anlatıyor: Benim Türk Arkadaşlarım Da Var" Mart 2016'da yayımlandı.

Journo E-Bülten