Hallerimiz

‘Sen tam olarak ne iş yapıyorsun evladım?’

Editörlüğü bilmeyen birine tarif etmekteki zorluk ve emeğimizin görünmezliği üzerine.

Editörlük denen mesleğe ilk niyetlendiğim zamanlarda, okurluk faaliyetimin doğal bir uzantısı olarak görmüştüm yapacağım işi. Ben zaten kitabın altını üstünü çiziyor, espas işaretini bilmeden orada boşluğun eksik yahut fazla olduğunu işaretliyor, etrafımdan da “manyak mısın sen?” laflarını sıkça duyuyordum. Bu mesleğin sadece bu olmadığını öğrenmek zaman almadı ama şimdilik konu bu değil. İşimi, matbuat dünyasının çok içinde olmayan eşe dosta, akrabayı taallukata anlatırken bazı zaman sıkılıp “tamircilik işte” demeye başladım. En sonunda, cevabıma gösterilen mukavemetten de sıkılıp, en kısaca “kırtasiyecilik” dedim. İkisi de yalan değil, eksik de değil. Hatta belki biraz fazla.

‘Yayınevinde çalışan bir editörün yaptığına pekâlâ tamircilik denebilir’

Editörlük denen mesleğin net bir tarifi yoktur. Yasa denen şeye hürmet ettiğimden değil ama orada da aşikâr bir tarifi yoktur. Primleriniz ödenirken (şanslıysanız ve ödeniyorsa) “kitap yayıncısı” olarak geçer yaptığınız iş. Ama bu iş tanımı muğlak olduğu kadar aşırı kapsayıcıdır. Matbuata uzak insana anlatmak konusunda zorlanmanız normaldir. Mesela sorar, memlekette kitap okumasıyla bilinen ve sizin yaptığınız işle ilgilendiğini ima eden büyüğünüz: “Şimdi sen bir kitapla tam olarak ne yapıyorsun?” Ne gerekiyorsa onu, diye cevap verirsin çünkü sohbetin devamı karanlıktır. Soruların aydınlanmayla sonuçlanmayacağı açıktır, üstelik buna gerek de yoktur ama devam eder, “Demek önceden okuyorsun. Ee zaten yazan yazmış, sen okuyup ne yapıyorsun?” Her yazarın, yazdığı dile hâkim olmayabileceğini, başka bir gözün daima daha iyi olduğu, dil hatalarıyla beraber kurguya dair muhtemel kusurları da bulmak gerektiğinden söz edersin. “Koca yazar nasıl hata eder, hadi o etti sen nasıl buluyorsun?” sorusu gelir akabinde. O kısmı da atlattın mı, cevabı en zor olanına geçilir hep beraber (artık sohbette kaç kişi varsa, onlar da inceden görüş bildirmeye başlamıştır çünkü): “Demek ki sen bir kitap yazsan, en güzelini yazarsın?” Kem dersin, küm dersin, hayır mesele tam olarak öyle değil dersin ama soru nihayetinde yanıtsız kalır. Sofradan, masadan, meclisten neresiyse orası, kalktığınızda hâlâ kimse senin ne iş yaptığını bilmiyordur. Sen de en sonunda “tamircilik diyelim işte, bir metni tamir etmek” dersin kestirmeden. Tamircilik zanaat midir? Tahmin ediyorum ki öyle olmalıdır. Bu durumda editör denen âdemevladı zanaatkâr takımından sayılmalı mıdır? Bence tam da ortasından sayılmalıdır.

ŞAHANE ROMAN

Hadisenin başka bir yönü var. Bu kısım biraz acıklı işte. Muhatabınızın “yazar” olduğu yahut iddiasının bu olduğunu beyan eden bir insanın bulunduğu durumlarda iş biraz daha çetrefilleşiyor. Bir roman yazmış oluyor karşıdaki sözgelimi (artık herkes şiir yazmıyor. Öykü zaten çok aradaki saha onlar için, hiç vakit kaybetmiyorlar. Herkes romancı; ve hemencecik roman sahibi oluyorlar). Bir vesileyle konuşuyorsunuz kendisiyle (çoğu zaman mail denen icat aracı oluyor). Romanın tamamını ya da bir kısmını ekliyor (bazıları mesela “attach ettim” diyor inanmazsınız), ardından mektubunda “Şahane bir roman yazdım, yayımlamak istemez misiniz?” sorusunu yöneltiyor. Bu, tabii ki aşırı retorik bir soru. Roman hiç şüphesiz şahane de, sen bir editör parçası olarak bakalım buna gereken kıymeti verecek misin ve matbaaya doğru elinde aydingerlerle koşacak mısın? Nazik bir cevap yazdın ve karşılığını aldın işte: “Siz kim oluyorsunuz?”dan, “Evladım sen kaç yaşındasın?”a bir banttan söz ediyorum. Bu geniş bantta, editörün de haksızlık ettiği bir bölüm elbette mevcut. Ama bahsini ettiğim, senin faraza yapıyor olduğunu düşündüğün zanaata yöneltilen tahkirin başladığı aşama. İşte o aşamada muhatap (ekteki şahane romanın sahibi), “Siz orada tam olarak ne iş yapıyorsunuz?” sorusunu sorar. Ve sen, yukarıda geçen akrabaya yahut tanıdığa anlattığın şekilde anlatacak takati bile bulamazsın.

TELKÂRİ YAPARIZ

Bir de Google denen şey icat olundu tabii ve e-postalarda adınız sanınız belli oluyor. Senden cevap bekleyen, vakti varsa ve akletmişse adını Google denen yere yazıyor. Bir de ne görsün? Şiir kitabın çıkmış, yazılar falan yazmışsın. Buradaki bela, karşındaki şiir yazmışsa iyice katmerleniyor. “Siz de bir şair olarak…”la başlayan süreç, “Ayıp değil mi size?”ye kadar varabiliyor, o kısmı geçelim. Bazısı “nasıl yazıyorsun peki?” diye soruyor. Sen de anlatıyorsun diyelim ki, aslında o sıra aklında ne varsa onu bir şekilde söylüyorsun. Çünkü bir yandan matbaaya gitmek üzere olan kitaplar seni bekliyor, öte yandan ayın 12’si yaklaşmış oluyor ve Twitter’dan seni gizli gizli takip eden ev sahibinin arama tehlikesi her daim mevcut (bu yazı yayımlandığında, ben bunu Twitter’dan paylaşırsam, demek oluyor ki bu kısmı da okuyacak kendisi. Yeri gelmişken selam edeyim ve borçları ödeyerek evi nizami biçimde boşaltacağımı bildireyim) ve daha birçok şey. Bir anda diyebiliyorsun mesela, “Şiir zanaat olabilir bak, çalışmak gerek”. Aslında bunu kendine de söylüyorsun. İlhamın perilerle falan odaya zuhur etmediğini biliyorsun. Hayatın boyunca kurmayı düşlediğin o çalışma odasına sahip olmadığını biliyorsun. Dolma kaleme mürekkebi çekip, deftere bir aziz özeniyle falan eğilmediğini biliyorsun. O zaman diyorsun işte, zanaat diyorsun, çalışmak diyorsun, okumak diyorsun. Ve aslında bunu –tekrar ederek- kendine söylüyorsun.

Bir metnin tamirciliğini yaparken ne kadar zanaat ehliysen, bir metni yazıp tamirciliğini yaparken de o kadar zanaat ehlisin. Bazısı gümüşü telkâri yapıp harikalar yaratırken, ötekisi üç gün sonra kararacak çirkin bir alyans yapıyor. Hepimiz, o çirkin alyansın iki manada da sahibi olmamaya talibiz muhtemelen. Bu yüzden, hepimiz birbirimize biraz benziyoruz. Zanaatı abartmadan ama emeğinin hakkını vererek yapmak gayreti, sevmemizin sebebi oluyor.

Umulur ki bir gün hepimizin elinde, parmağında o şahane telkâri gümüşler olsun.

Mehmet Said Aydın

Journo E-Bülten