“Fotoğraf hakikattir” der, Jean-Luc Godard. Hakikati aradığımız şu günlerde, fotomuhabirlerden beklentimiz yüksek. Onlar toplumsal olayları yakından takip edip teknolojinin de nimetlerinden faydalanarak bize ulaştırıyor. Çoğu zaman şiddetin tırmandığı bu olaylar esnasında risk altında çalışan fotomuhabirlerinin işi hayli zor. “Bir patlama olduğunda olay yerine doğru koşan kişi fotomuhabiridir, oradan kaçan ise fotoğrafçı” derken, ne kadar da doğru söylemiş Ara Güler. O an ne yaşıyor, ne hissediyor ve Türkiye’de geleceğe dair neler düşünüyorlar; biz sorduk, fotomuhabirler anlattı. Şimdi fotoğrafla değil, sözcüklerle içlerini dökme sırası onlarda.
Ozan Köse: Üç kez, ‘sona geldik’ dediğim oldu
1976 Dortmund doğumlu Ozan Köse, fotoğrafçılık yapan babası ve amcası sayesinde 7-8 yaşlarında fotoğraf makinesiyle tanışmış. Profesyonel olarak 2003’ten itibaren birçok gazetede çalışmış. 2012’de AFP’ye girmiş ve hâlâ burada fotomuhabirliğe devam ediyor.
Biraz da pişmanlık barındıran ilk kitlesel eylemi fotoğraflama hikâyesini şöyle anlatıyor: “2004 yılındaki NATO eylemleriydi. O zaman bir dergi için çalışıyordum. Röportaj fotoğrafı çekmek üzere yoldayken Okmeydanı civarından geçiyorduk, panzerleri gördüm. Ortalık savaş alanı gibiydi. Taksi daha ileriye gidemeyeceğini söyleyince parayı ödeyip taksiden indim. Röportajı filan unutmuştum, ne yapmam gerektiğini de bilmiyordum. Merak, korku, heyecan hepsi bir aradaydı. İlk kez biber gazının tadına orada bakmıştım. Yalnızdım. Polisler gördüğünde beni kovalıyor, eylemciler de ‘gelme gelme’ diyordu. Ortada yapayalnız kalmıştım, benim için inanılmaz bir deneyimdi. Daha sonra kendimi çok eleştirdim; keşke şunu çekseydim vs. diye.”
2004’teki bu deneyimin ardından; 1 Mayıslar, Nevruzlar, Kürt sorunuyla ilgili ya da farklı görüşlerin temsil edildiği birçok eylemde bulunduğunu ama onun için en özeli olan Gezi Parkı eylemlerini neredeyse hiç eve gitmeden takip ettiğini söylüyor.
‘Hızlı ve kondisyonlu olmak gerekiyor’
Elbette bu eylemlerin birçoğu, olayı takip eden fotomuhabirler için risk de taşıyor. Ozan Köse, şimdiye dek katıldığı eylemler arasında, acemi olduğunu düşündüğünden, onu en çok korkutanın 2004’teki NATO protestoları olduğunu söylüyor. Onu kaygılandıran bir diğeri ise, Gezi Parkı eylemleriymiş. “İkinci günün sonunda insanlar ölmeye başladığında, bunun sıradan bir gösteri olmadığını anladım. Profesyonel anlamda korku yoktu ancak gelecekte ne olacak sorusu kaygılandırmıştı beni” cümleleriyle anlatıyor hislerini. Ülke sınırları dışında Libya, Somali ve Suriye’de de ciddi ölüm tehlikeleri atlattığını belirten Köse, “üç kez ‘artık tamam, sona geldik’ dediğim oldu” diyor.
Savaş ortamında ve eylemlerde fotoğraf çekmek için bazı becerilere sahip olmak gerektiğini şöyle anlatıyor: “Hızlı ve kondisyonlu olmak, hızlı düşünmek ve karar vermek gerekiyor. Verdiğiniz ve öngördüğünüz her karar, fotoğrafınızı etkiliyor. O anı yakalamak, önceki ustalarımızın da dediği gibi konuya yakın olmak ve konuya biraz hakim olmakla ilgili. Eğer konuya yakın ve hakimseniz, çektiğiniz fotoğraflar o denli güçlü oluyor. Konuya objektif yaklaşmak da bir o kadar önemli.”
‘İmza kullanmayan, telif vermeyen onlarca gazete var’
Fotomuhabirliği, başlı başına zor bir meslek. Bunun bir de yerel zorluklarına değindiğimizde ise Köse’nin yorumu şöyle oluyor: “Bu işten para kazanmak, hayatını fotomuhabiri olarak idame ettirmek gerçekten büyük sorun. Türkiye şartlarında serbest fotomuhabiri olarak çalışmak oldukça zor. Gazetelerimiz fotoğrafa değer vermiyor, emeğe saygıları da pek yok. İmza kullanmayan, telif vermeyen onlarca gazete var. Ayrıca gazetede çalışan bir fotomuhabiri için yayın politikası devreye giriyor ve otokontrol yapmak zorunda kalabiliyor. Bu da fotomuhabiri için çok acı bir durum. Ben gazetede çalıştığım sıralarda birçok kez, çok iyi kareler getirdiğim halde gazetenin sistemine bile atılmamıştı. Kahredici bir durum.”
Özellikle eylemlerde basına uygulanan baskıyla ilgili de, “Alanda fotoğraf çekerken birçok sorunla boğuşuyoruz. Bazen güvenlik güçleri, fiili şiddete kadar giden müdahalelerde bulunabiliyorlar. Ancak tüm engellemelere rağmen fotomuhabirleri fotoğraf çekmeye devam ediyor, edecekler de” diyor.
‘Yabancı ajansta çalışmak büyük nimet’
Fotoğrafın, insanlık üzerinde çok etkili bir misyonu olduğunu düşünen Köse, “Aylan bebeğin sahile vuran o fotoğrafı olmamış olsaydı Avrupa hâlâ mülteci krizine gözlerini kapatmış, konuya duyarsız kalmaya devam edecekti” diyor. Fotoğraf çekerken kendini özgür hissedip hissetmediğini sorduğumda ise, son 10 yılda basında çok şeyin değiştiğini ve bu nedenle Türkiye’de yabancı bir ajansta çalışmanın büyük nimet olduğunu söylüyor.
Son olarak bu işi neden yaptığını ise şöyle anlatıyor: “Büyüğümüz Ara Güler’in çok hoşuma giden bir sözü var, ‘Fotomuhabiri görsel tarihçidir, bizler görsellerimizle tarih yazarız’ der. Sanırım ben de bu yüzden yapıyorum bu işi. Hiç kimseyi, parayla cepheye gönderip ‘Bana savaşı belgele’ diyemezsiniz. İşine aşık olmayan fotomuhabiri olamaz, ben de işime aşığım.”
Özge Elif Kızıl: Çektiklerim değil çekemediklerim hafızamda
1985 Van doğumlu Özge Elif Kızıl, Akdeniz Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Fotoğraf bölümünün ardından Amerika’da fotoğraf ve sinema dersleri almış. 2013’te Türkiye’ye döndükten sonra Anadolu Ajansı’nın açtığı fotomuhabirliği akademisine katılmış ve 2014’ten beri Anadolu Ajansı’nda fotomuhabiri olarak çalışıyor.
Fotoğraf bölümünü kazandığında ilk fotoğraf makinesini almış ve 13 yıldır fotoğraf çekiyor. Hafızasında, çektiklerinden daha çok çekemediği kareler yer edinmiş. Bunun da nedenini şöyle anlatıyor: “Ajansta çalışmaya başladığım gün, ilk eylemime gittim. Yolsuzluk ve rüşvet iddiaları protestosuydu. Oldukça heyecanlıydım fakat eylemin daha başında sağ başparmağım kırıldı ve çekmeyi umduğum kareleri bir ambulansın içinden seyrettim.”
‘Fotoğraf makinesi insanı görünüyor kılıyor’
2014’ten bu yana Ankara’daki toplumsal olayların yanı sıra 1 Mayıs protestoları, Soma eylemleri, Yatağan Termik Santrali’nin özelleştirilmesi, bölge illerinde askeri operasyonları protesto etmek için yapılan eylemler ve Suruç’taki Kobane eylemlerini takip etmiş. ‘O an’ı yakalamaya her çalıştığında heyecanlandığını söylüyor.
İlk eylem deneyiminde yaşadığı talihsizliğin güvende hissetme konusunda onu etkilediğini ve bu nedenle hiçbir eylemde kendini tam anlamıyla güvende hissetmediğini belirtiyor: “2014’te Lice’de Türk bayrağının indirilmesinin ardından Güvenpark’ta düzenlenen eylemleri takip etmiştim. Fotoğraf çekerken eylemcilerden biri benden rahatsız olmuş olacak ki, bir anda karşıma dikilip bağırmaya başladı. Ben daha ne olduğunu anlayamadan etrafımı onlarca insan çevirdi ve beni itip kakmaya başladılar. Bir an linç edileceğimi düşünmüştüm ama eylemi beraber takip ettiğim fotomuhabiri arkadaşım ve daha sonradan güven timinden olduğunu tahmin ettiğimiz bir kadın tarafından alandan uzaklaştırıldım. Sanırım bu, kendimi gerçekten risk altında hissettiğim tek eylemdi.”
‘Fotoğraf ile insanların hayatlarına dokunabiliyorum’
Fotoğraf makinesinin insanı görünür kıldığını ve bunun, fotomuhabirin en büyük dezavantajı olduğunu düşünen Kızıl, mesleğin zorluklarını şöyle paylaşıyor: “‘O an’ı ancak varlığınızın fark edilmediği anlarda çekebiliyorsunuz. Türkiye’de fotomuhabiri olmak zor. Çoğunlukla insanlar fotoğraf makinesini kendilerine karşı bir tehdit gibi görüyor ve objektif onlara çevrildiğinde korunma ihtiyacı duyuyor. Bu da işinizi yapmanızı zorlaştırıyor.”
Özgür olma konusuna gelince, “Fotoğraf çekmek beni özgür kılıyor. Ama makinem indiğinde o kadar da özgür olmadığımı fark ediyorum” diyerek, fotoğraf-özgürlük ilişkisine farklı bir açıdan yaklaşıyor.
Son olarak bu işi neden yaptığını ise şöyle anlatıyor: “Fotoğraf benim için bir tutku ama o fotoğraflar ile insanların hayatlarına dokunabilmek; apayrı, muhteşem bir duygu. Bu, size hayatta bir amaç veriyor.”
Çağdaş Erdoğan: ‘O an’ fotoğrafları yolculuğun ürünü
1992 Muş doğumlu Çağdaş Erdoğan, fotoğraf çekmeye 2009’da Dicle Haber Ajansı’nda başlamış. Şu an bağımsız olarak ajans ve dergiler için fotomuhabiri olarak çalışıyor ve fotoğraf hikâyeleri çekiyor.
İlk polis dayağı ve linç tehlikesini şöyle anlatıyor: “PKK tarafından Dağlıca karakoluna düzenlenen saldırı sonrası Türkiye’ye yayılan bayraklı protestolar süreciydi sanırım. DİHA için Bursa’da düzenlenen protestoları takip ediyordum. İlk kitlesel eylem takibim, ilk polis dayağım ve ilk linç edilişimdi aynı zamanda.”
‘Bugün de ölmezsem, artık bana bir şey olmaz dedim’
2009’dan bu yana ülkede yaşanan tüm süreci yakından ve Suriye iç savaşını da kısmi olarak takip eden Erdoğan, hissettiklerini şöyle aktarıyor: “Birçok protesto gösterisinde risk ile karşı karşıya kalıyorsunuz zaten. Bir taraftan eylemciler diğer taraftan devlet güçleri. Bir taraf seçip fotoğraf çekmek zorundasınız. Devlet güçleri tarafında fotoğraf çekiyorsanız kafanıza molotof gelme ihtimali, eylemci tarafından çekiyorsanız yüzünüze gaz bombası yeme ihtimaliniz hayli yüksek. Birçok kere irili ufaklı yaralandım. Ancak kendime dair en büyük tehlike hissine, Şırnak ve Nusaybin’de devlet güçleri ve YPS arasında süren çatışmalarda kapıldım. Nusaybin’de içimden, ‘Bugün de ölmezsem, artık bana bir şey olmaz’ dedim.”
Birçoğumuzun o anı anlatan fotoğraflara takılıp kalması boşa değil. Erdoğan, yolculuk olarak nitelendirdiği anları şöyle ifade ediyor: “Hikâyesinin gücüne inandığınız bir taraf seçip hayatına giriyorsunuz. Onunla birlikte hareket edip yaşadığı birçok ana şahit oluyorsunuz. Sizin ‘o an’ olarak tabir ettiğiniz fotoğraflar, o yolculuğun ürünü. Açıkçası o an, bazı kaygılar ve adrenalin dışında pek bir şey düşünemiyorum. Her şey bitiyor, eve dönüyorum, hard diskimi laptop’a takıp fotoğraflara tekrardan bakınca düşünmeye başlıyorum. O ana dair hisler, o an ortaya çıkıyor.”
‘DİHA muhabirine aynı şekilde ses vermiyoruz’
Türkiye’de fotomuhabirliğin en zor yanını sorduğumda, “Bu soruya dair ansiklopediler yazılabilir sanırım” diyor ve başlıyor anlatmaya: “Bir protestocunun gözaltına alınışını fotoğraflamaya çalışırken siz de gözaltına alınıyorsunuz. En basiti, kafanıza bir cop yiyip geri dönmek zorunda kalıyorsunuz. Siz de biliyorsunuz, yakın zamanda Cizre’de yaşanan çatışmaları görüntüleyen gazeteci arkadaşım Refik Tekin zırhlı araçtan açılan ateş sonucu ayağından vuruldu. Alanda yaşadığınız dışında bir de arka planda yaşadığınız onlarca haksızlık var. Son dönemde gazetecilere karşı gerçekleştirilen tutuklama furyasına değinmek isterim. Ancak, beni tutuklamalardan çok tutuklamalara karşı adaletsiz tepkiler üzüyor. Tutuklanan Dündar yahut kayyım atanan Zaman gazetesi olunca, hep birlikte sahip çıkıyoruz. Ancak tutuklanan DİHA Muhabiri Meltem Oktay olunca veya sarı basın kartları iptal edilen Özgür Gündem olunca aynı şekilde tepki vermiyoruz, hatta hiç tepki vermiyoruz.”
‘İstanbul’da bomba patlamasın diye Cizre’ye kayıtsız kalmıyorum’
Kendini özgür hissetmediğini, bu nedenle de hak ihlalleri ve savaşlara yönelik fotoğraflar çektiğini söyleyen Erdoğan, şöyle devam ediyor: “Suriyeli bir mültecinin sözleriydi, ‘her gün televizyonlarda, bir yerlerde bombalar patladığı haberini alır umursamazdık. Bir gün bomba bizim evimize düştü ve şimdi buradayız.’ Ben bu yüzden Cizre’ye kayıtsız kalmıyorum. Bir daha Ankara’da, İstanbul’da bomba patlamasın diye…”
Fotomuhabirliği yapma nedenini ise şöyle tarif ediyor: “Doğuyoruz, yaşıyoruz ve sonra ölüyoruz. Bu döngü içerisinde bizim yönetebildiğimiz, yaşam süreci. Amaçsız yaşamamak için bu işi yapıyorum.”
Cansu Alkaya: Aracıyız ve bunun endişesini taşıyorum
1990 İstanbul doğumlu Cansu Alkaya, İstanbul Bilgi Üniversitesi’ndeki eğitimi sırasında haber ve belgesel fotoğrafçılığına yönelmiş. Şu an İstanbul ve diğer şehirlerdeki toplumsal olayları takip ediyor, bağımsız çalışıyor.
Yaklaşık altı yıldır fotoğraf çeken ve son üç yıl haber fotoğrafçılığı yapan Alkaya, ilk kitlesel protesto fotoğrafını yasaklı olmayan son 1 Mayıs’ta (2011) Taksim’de çekmiş. “O coşkuya tanıklık etmek benim için güzel bir deneyimdi” diyor.
Şimdiye kadar onu en çok etkileyenin Gezi Parkı eylemleri olduğunu söyleyerek diğer deneyimlerini şöyle aktarıyor: “Birçok eylemde bulundum ancak görüp görebileceğim en geniş katılımlı eylem Gezi Parkı eylemleri oldu. Gezi Parkı direnişi, Türkiye tarihinin gördüğü en büyük eylemlerden biriydi ve o anları fotoğraflamak Türkiye’de görev yapan birçok fotomuhabiri için çok önemliydi. Onun dışında Güneydoğu’daki Newroz alanlarında, Kobane’den geçişlerin olduğu dönemde Suruç’ta, sokağa çıkma yasaklarının hemen ardından yasağın kalktığı illerde, Artvin-Cerattepe direnişinde ve son olarak Alevi köylerinin meralarına yapılmak istenen mülteci kamplarına karşı başlatılan Maraş’taki eylemleri fotoğrafladım.”
‘Ağlamamak için kendimi zor tuttuğum çok zaman biliyorum’
Bulunduğu ortamdaki insanlardan daha üst bir korku yaşamadığını ve bu durumun anlık reflekslerini geliştirdiğini söylüyor. Suruç’ta yaşadığı deneyimi ise şöyle aktarıyor: “2014’te Suruç’ta iken gece saatlerinde arabayla kaldığımız eve doğru gittiğimiz sırada beş metre uzağımıza havan topu mermisi düştü ve patlamadı. Bir tehlike yaratabileceğinden yetkililere haber verdik ve gitmek zorunda kaldık. Ertesi gün o noktaya tekrar gittiğimizde patlamayan havan topu mermisinin çevresine küçük taşlardan bir çember oluşturarak, güya önlem alınmıştı. Ancak küçük çocuklar havan topu mermisinin hemen yanında, tehlikeden habersiz oyunlarını oynamaya devam ediyordu. Sonra Kobane sınırında müdahale sırasında yaşamını yitiren bir kadının ölümüne tanık olmuştum, öte yanımda. Kader’di o. Düşününce, insanın aklına bir sürü yer ve olay geliyor.”
Fotomuhabiri, olay esnasında korkunun dışında farklı duygular da yaşıyor. Yaptığı işin ağırlığını ve sorumluluğunu, “burnumun direğinin sızladığı, ağlamamak için kendimi zor tuttuğum çok zaman biliyorum. Fotoğrafı çekerken; acıya, hüzne, sevince bakarken, o acıyı veya türlü duyguyu orada olmayan insanlara ulaştırmaya çalışıyoruz, aracıyız bir yerde ve ben bir insan olarak en çok bunun endişesini taşıyorum” cümleleriyle paylaşıyor.
‘Fotomuhabirler çalıştığı kuruma göre eleştiri alıyor’
‘O an’ı yakalamaya çalışırken, “kendimi hissettirmemeye özen gösteriyorum” diyor. Bu kadar hassasiyet gözetirken, “Türkiye’de bu işi yapmanın zorlukları neler?” diyorum, şöyle yanıtlıyor: “Türkiye bu işin devlet kontrolüne alınarak yapılmak istendiği ender ülkelerden. Bir ülke düşünün ki, kimin gazeteci olup kimin olmadığına devlet tarafından verilen kartla karar veriliyor. Bu da, halk için yapılması gereken bir mesleğin devlet için, devletin çizdiği sınırlar içinde yapılmasına neden oluyor. Sarı basın kartı olan arkadaşlara, büyüklere değildir eleştirim, sisteme bir eleştiridir. Alanda çalışanlar olarak bizler çalıştığımız veya çalışmadığımız kurumlara göre polisten, vatandaştan, kısacası toplumun her kesiminden eleştiri alabilen insanlarız. Eleştirinin ölçüsü yok tabii; sözlü ya da fiziki eleştiri olabiliyor. Bu eleştiriye örnek olarak Hrant Dink’in sokak ortasında öldürülmesini verebiliriz ya da yakın zamanda yaptığı haberden dolayı yargılandığı davada kurşunların hedefi olan Can Dündar’ı.”
İfade ve hayatta kalabilme ‘özgürlüğünün’ dışındaki diğer sorunun sansür olduğunu düşünüyor Alkaya ve meslektaşlarının yaşadığı zorlukları anlatıyor: “Türkiye’de yerel bir kuruma bağlı çalışan fotomuhabirlerini her göreve göndermiyorlar. Gönderse bile kimseyle ters düşmemek için her fotoğrafı kullanmıyorlar. Türkiye’de evrensel ölçülerde yapılan festivallerde bile fotoğrafçıların veya sanatçıların fotoğrafları çeşitli sebep ve bahanelerle sansüre uğruyor.”
‘Özgürlük duygusunu yaşadığım günlerin geleceğine inanıyorum’
Özgürlük konusunda Cansu Alkaya da meslektaşlarıyla hemfikir, “Hele ki bu süreçte, bu işi yapmaya çalışırken” diyor ve en nihayetinde umudunu şu sözlerle anlatıyor: “Geçen 1 Mayıs’ta Okmeydanı’ndaydım. Eylemcilerin az olması ve bir süre sonra hiç olmaması sebebiyle fotomuhabirler ve gazeteciler göze batmaya başladı, sonrasında gitmemiz için uyarılar, anonslar yapıldı ve en sonunda da tek bir eylemcinin bile olmadığı sokağa, 15-20 kişinin içine gaz fişeği attılar. Bazı arkadaşlarımızın hafif yaralanmasıyla mahalleden ayrılmak zorunda kaldık. Düşünebiliyor musunuz; şehrin göbeğinde, plazaların arkasındaki bir mahallede bile işimizi yapmakta zorlanıyoruz, varın ülkenin doğusunda fotoğraf çeken, haber takibi yapan insanları siz düşünün. Yaşım daha genç. Bu yüzden, özgürlük duygusunu sonuna kadar yaşadığım günlerin geleceğine inanıyorum, gelmesini umuyorum.”
‘Kadınlar bazı hassasiyetlere daha dikkatli davranabiliyor’
Ve son olarak neden bu işi yapıyorsun dediğimde, kararlı bir kadın görüyorum karşımda: “Üniversiteye girdiğimde bu işi öyle ya da böyle yapmak istediğimi biliyordum ama çevreme baktığımda hep erkek gördüğümde demoralize oluyordum. Kimine göre fotomuhabirlik sadece erkek işiydi. Böyle eril zihniyete sahip olmayan ve beni destekleyen arkadaşlarım da vardı tabii. Aslında daha hassas ya da daha duygusal olmalarından kaynaklanan bir durum mu bilmiyorum ama kadınların, bazı hassasiyetlere erkeklere nazaran daha dikkatli davranabildiği kanısındayım. Bu yüzden alanlarda insanlarla aramda bir problem olmaması da, bu işi yapmamı kolaylaştırıyor.”
Kazım Kızıl: Fotoğraf ve videonun gücünü polis sayesinde anladım
1983 Manisa doğumlu Kazım Kızıl, 10 senedir fotoğraf ve son üç senedir video çekiyor. 6-7 yaşlarında ilk kez denklanşöre basmış ama makinenin içinde film olmadığından küçük bir hüsran yaşanmış. Yıllar sonra 2005’te ilk fotoğraf makinesini almış ve o tarihten sonra anmalara, eylemlere makinesiyle gitmeye başlamış.
2005’te Buca’da Nevroz kutlamalarıyla başlayan fotoğraf çekimleri, sonrasında 1 Mayıslar, 6 Kasımlar, 6 Eylüller, kürtaj eylemleri, sokak hayvanları, internet sansürü ile ilgili eylemlere kadar gidiyor. İlk çatışma ise 1 Mayıs 2013 tarihli, hikâyesi şöyle: “O zaman Taksim Meydanı’na girişler yasaktı, zorladık olmadı. Ben de Taksim’e yakın bir yerde çay içmek için oturdum. Yan masadan biri, ‘Ben Okmeydanı’na gidiyorum, çatışma varmış’ dedi. Adama, ‘Ben de gelebilir miyim’ dedim ve onunla gittim. O gün, günboyu çatışmaları fotoğrafladım ve video çektim. Polisler beni yakaladı, çektiğim fotoğrafları sildi. Hatta o gün çektiğim videoyu daha sonra Youtube’a koydum. O gün benim fotoğraflarımı silen polislerden biri Facebook’tan peşime düştü. Ben o gün, hem fotoğrafın hem videonun gücünü görmüş oldum. Fotoğrafın sadece bilgilendirme amaçlı değil bir kanıt oluşturma potansiyelini de gördüm.”
‘Birkaç santim daha doğrulsam, vuruluyordum’
Birçok eylemde fotoğraf ve video çeken Kızıl, ölümle burun buruna geldiği o anlardan birini şöyle anlatıyor: “Dört-beş kez ciddi olarak tehlikenin içinde bulundum. Mesela Gezi Parkı direnişinde polisin yoğun bir saldırısı esnasında geriye çekilirken, Gündoğdu Meydanı’nda küçük bir grup kalmıştık. Kaçmaya başladık. Ben bir elektrik panosunun arkasına sığındım. Birkaç fotoğraf alayım, ondan sonra ben de kaçarım diye düşündüm. Çünkü polis çok yaklaşmıştı ve durmuyordu. Kalktım, vizörden bakıyorum, karşıdan bir alev topunun geldiğini gördüm. Fışt diye başımın üstünden geçti, bana değdiğini hissettim. Vurulduğumu düşündüm. Ne kadar kan olduğuna bakmak için elimi başıma götürdüm, kan yoktu ama kıl kokusu vardı. Gaz fişeği saçımı sıyırmıştı. Birkaç santim daha doğrulsam, alnımın ortasından vuruyordu. O sırada çok korkmuştum.”
‘Videoyu görüp İzmir’den Suruç’a geldiler’
‘O an’ı yakalamaktan ziyade çektiği fotoğraf ve videonun insanları harekete geçirmesini istediğini söylüyor ve ekliyor: “Bu harekete geçirme durumu, düşünsel ve fiziksel olmak üzere iki şekilde olabilir. Elimden geldiğince bulunduğum eylem ya da direnişteki en doğru kareleri yakalamak ve insanlara bunu göstermek, onları harekete geçirmek amacım.”
Suruç’ta çektiği bir videosunun insanları nasıl harekete geçirdiğini şöyle anlatıyor: “Kobane direnişi devam ediyordu. Video ve fotoğraflar çekiyordum. Pandomimci arkadaşım İlker Kılıçer gelmişti ve Kobaneli çocuklara pandomim gösterisi yapmıştı. Ben de o gösteriyi çektim ve sosyal medyada paylaştım. İki gün sonra iki genç kadın geldi yanıma ve, ‘Kazım sen misin’ dedi, ‘evet benim’ dedim. ‘Biz senin videonu izledik ve geldik. Biz de bir şeyler yapabiliriz dedik. Otobüste de bu kuklaları yaptık, çocuklara da kukla yapacağız’ dediler. Bu beni inanılmaz etkiledi çünkü dediğim gibi, birilerinin sosyal medyada Suruç’u görüp bir şeyler yazmaları elbette önemli ama daha önemli bir şey var, harekete geçmek. O insanlar İzmir’den harekete geçmişlerdi.”
Türkiye’de fotomuhabiri olmanın en zor yanının şiddet olduğunu düşünüyor Kızıl. “Genelde şiddetin olduğu yerlerdeyiz; gözaltılar, tutuklamalar çok fazla var. İkinci olarak da duygusal travmalar bizim için çok zor. Ayrıca çektiğin görüntüleri, çok geniş kitlelere duyurma aşamasında karşılaştığın zorluklar da var. Devletin baskısı ise en büyük zorluklardan biri” diyor.
‘Perişan edilen her yer bizimdir’
Herhangi bir ajansla, dernekle ya da siyasi partiyle bağı olmadığı için fotomuhabirliği bağımsız bir şekilde yaptığını söyleyen Kazım Kızıl, “Türkiye’de yaşayıp da özgür hissetmek ne derece mümkün ondan da emin değilim” diyor.
Bu işi neden yaptığını da, umutlu bir alıntıyla anlatıyor: “Şair demiş ya ‘perişan edilen her yer bizimdir’ diye. Sadece şiirsel bir mısra olarak kalmasın; hayatımıza da yansıtalım, somut olarak ‘burası bizimdir’ diyebilelim diye; o yerleri, insanları, zamanı ve mekânı hep birlikte kavramak, kucaklamak ve kaybettiğimizi tekrar geri almak için yapıyorum. Asıl motivasyon kaynağım bu.”
Fotomuhabiri, çağın bize hakikati sunan en güçlü aracısı. Kim bilir bir gün daha iyi şartlarda ve daha özgür olurlar. Hem belki o gün geldiğinde, çatışmanın değil de; barışın ve mutluluğun fotoğrafını kazırlar zihnimize.
Bu içerik Friedrich-Ebert-Stiftung Derneği‘nin desteğiyle yayımlandı.